Not: Bu yazı, sihirden uyanmanızı garanti etmez ama etkisi altında olduğunuzu farketmenizi sağlayabilir.
Hepimiz “Bilimsellik” sihriyle, hipnotize edilip, büyülenmişiz! Daha dünyaya gözümüzü açar açmaz; evde, okulda, anaokulunda, televizyon ve internette; milyarlarca kez tekrar ve telkin edilen “bilinçaltı” (subliminâl) mesajlarla; zihnimiz, çoktan formatlanıp, kodlanmış ve programlanmış!
“Bilimsel Bilgi” truva atıyla, bilinçaltımıza şırınga edilmiş, bu virüslü, bilinçaltı mesajlar neticesinde; varlık ve eşyayı, algı ve anlayışımız, eksik ve yanlışlarla dolu! Bilim/sellik’in, zihnimize kurgulayıp – çizdiği, sahte ve sanal, hatalı bir illüzyonu; gerçeğin kendisi zannediyoruz! Bilim’in bize resmettiği, kurgusal bir evreni; reel evrenin, gerçek ve eksiksiz görüntüsü zannediyoruz!
“Bilim/sellik” kamerasının bize gösterdiği bu hatalı “evren imajı”nı; dinden ödünç aldığımız kavramlarla tamamlamaya, boşlukları doldurmaya çalışıyoruz! Ama bu sentetik ve eklektik çözümlerin, yapaylığı ortada!
Tabiri caizse; aklımız, güya “nesnel ve objektif bilimsellik” diyerek; (inancımızı askıya alarak) “inanmayan bir ateist” gibi, görüyor evreni. Subjektif tarafta olan kalbimiz ise, İslâm’a çağırıyor bizi! Kâinata, bir müslümanın bakış açısıyla bakmamızı, tavsiye ediyor bize.
Bu tavsiyeye uyarak: Bilim’in “tabiî oluşum”undan, İslâm’ın “ilahî yaratılış”ına; bilimin “doğal nesne ve madde”sinden, “ilâhî ihsan ve ni’met”ine; “içgüdü ve sevk-i tabiî”sinden, “sevk-i ilâhî ve ilham”a; “fizik – doğa kanunları”ndan, “ilâhi ilim ve irade”ye… sıçramalar yapıyoruz!
Ne yazık ki; aralarında mantıksal boşluklar bulunan bu kavramlar arasında, “mantıksal köprü ve merdivenler” kurmadan; aralarındaki bu boşluğu kapatmadan; yaptığımız bu atlama – sıçramalarla; güya, böylece “bilimsel bilgi” ile “inancımız” arasındaki mesafeyi kapattığımızı düşünüyoruz!
Hasılı: Nesnellik ve objektiflik adına, “aklımız” başka yöne; subjektiflik ve müslümanlık adına, “kâlbimiz” başka yöne çekiyor bizi! Sahte ve yapay gerçeklikler üreten bir şizofren veya kişilik bölünmesi yaşayan, çaresiz bir hastaya benziyor durumumuz!
Bu dediklerim ağır olduysa; en azından, bir yerlerde yanlış giden, arızalı bir durum olduğu ortada! Diyeceğim o ki: Kâlp ve aklımız, parçalanmış ve ayrılmış! Aralarındaki bağlantı ve köprüler yıkılmış! Bunun neticesi olarak: Farklı kıbleleri gösteren, çift pusulamız var sanki. Evreni, fen derslerinde anlatıp; dini, sadece din derslerine hapsettiğimiz zamanlardan beri, bu hep böyle!…
Bilim’in, yaptığı evren tasvirleri ve teknolojik buluşlarının büyüsüne öyle bir kapılmışız ki; sanki bir illüzyonistin, bize, varı yok ve yoku da var gösterdiği bir gösteride; aldatılmaya istekli ve zaten bu amaçla gösteriye gelmiş, seyirciler gibiyiz! İllüzyonistin dikkatimizi çektiği yere bakıyor; çekmediği yere bakmak, aklımıza bile gelmiyor!… Kamera ve kadrajın gösterdiğini görüp, kadraj dışında bırakılan şeylerin farkına bile varmıyoruz!
‘Neden’ varsa, ‘fail’ yok mu!?
Meselâ: “Yağmur”un, “neden – nasıl”ını anlatan bir bilim ve ders kitabında; “Bu yağmuru kim yağdırıyor?” sorusu, aklımıza bile gelmiyor, gelmez! Çünkü: Çağımız “Bilim/sellik Epistemolojisi”ne göre dizayn edilip; “neden – sonuç kurgu ve şablonu”yla anlatılan, evrenin bilimsel tasvirlerinde; “kim’ sorusuna, zaruret ve ihtiyaç yok(muş)” gibi anlatılır, evrenin hikâyesi!
Zaten; nedenlerin, sonuçları yaptığına inanılan bir evrende; “kim” sorusuna, neden ihtiyaç olsunki! Bir bilgisayar veya makina gibi; “otomatik olarak işleyen neden – sonuç mekanizma ve programlarının (doğa kanunları) olduğu” bir evrende; gözlenen fizikî bir olaya, “fail” aramaya ne gerek var!…
Çünkü: “Bilim/sellik Epistemoloji”sinin zihnimize çizdiği, “determinist ve natüralist” bir evrende; “Tanrı”ya, yapacak bir iş kalmamıştır! Artık O, olsa olsa; sistemi kurup, kuralları belirleyip, programı yükleyip; artık evrenin varlık ve işleyişine karışmayan; bir “İlk Neden Tanrısı” olabilir! (Deizmin Tanrısı!) Fakat bu, şartlı ve kayıtlı bir kabüldür. Çünkü: “Eğer ‘sonsuz evren veya evrenler’ olduğu tespit edilirse; evreni, yok’tan yaratmak için zorunlu olduğunu düşündüğümüz, bu ‘İlk Neden Tanrısı’na da gerek kalmayabilir! Bu Tanrı’ya inanmak için de, mantıksal bir gerekçemiz kalmayabilir!” derler. Yani ifadelerinin bağlamından, mantık ve mefhumundan çıkan anlam ve sonuç bu!
[Burada bir parantez açmalıyız: Bilim/sellik Epistemesi’nin: “Gözlemlerimize, Tanrı gibi bir fail ve kavram eklememizi gerektirecek, nedensel bir boşluk yok” argümanlarını, bir ân doğru kabul etsek (çünkü bize göre, her “neden” ve “sonuç” arasında, çok büyük bir mesafe ve uçurum vardır); o zaman onlara şu soruyu sorma hakkımız var: Quantum boyutta, bazı olayların “nedensiz”, yani “indeterministik” olduğu gözlendiği hâlde; buradaki “nedensel boşluklar”a, niye “Tanrı”yı eklemiyorsunuz!?]
Parantezi kapatıp, konumuza dönersek; sözün özü: Çağımız, Bilim/sellik Felsefesi’nin; evrendeki fizikî bir olay veya olguyu; “o işi yapan ve yöneten bir fail yokmuş gibi ve buna ihtiyaç da yokmuş gibi;” yani bu algı ve altmesajı verecek şekilde, salt “neden – sonuç şablonu”yla determine edip, anlatması; “bu işin Tanrı’yla ilgisi yok, bu işi Tanrı yapmıyor” demenin, asimetrik ifadesi olmaktadır! (Kulağı, tersi elle göstermek gibi!)
Bilimsel Bilgi’de yüklü ve kodlu bu algı ve altmesajlar; bir “ateist” veya “deist” için, bir problem teşkil etmez. Hattâ onlar: “Biz de böyle diyoruz zaten! İşte tezimizi; bilim de, bilimsel olarak ispatladı!” diyerek; memnun bile olurlar!
Fakat, bir müslüman için bu, kabul edilemezdir! Daha doğrusu, kabul edilemez olmalı! Ama ne ilginçtir ki, Bilim/sellik’in: “Sizin de gözünüzle gördüğünüz gibi; evrendeki bu işleri, otomatik olarak çalışan, neden – sonuç etkileşim ve mekanizmaları yapıyor” demesi, tepki çekmiyor da; aynı cümlenin, tersinden ifadesi olan: “Bu işlerin Tanrı’yla ilgisi yok, Tanrı yapmıyor” demesi, tepki çekiyor!
Elhasıl: Daha “bilimsel bilgi” ve bunların “dizayn ve ifade şekli” ile “itikadî bilgi”miz arasındaki, boşluk ve çelişkilerin farkında bile değiliz! Farkında olmayı geçtik, daha kötüsü: Bilim’in, “otomatik olarak çalışan” bu ‘evren temsil / modeli’ni, artık biz de benimsemişiz!
‘Mümkün’ olduğu için Olmuyor; olduğu için ‘Mümkün’ zannediyoruz!
“Madde”nin; varlık ve hareket ve neticesinde, “fail”e (Tanrı’ya) ihtiyaç duymadığı ve bütün bunları, kendi kendine başardığı, bilimin bu “evren tasavvuru”na; artık biz de inanıyoruz! “Fail” olmasa bile, evrende bu işlerin gerçekleşebileceğini mümkün gören; bu önaksiyom, önkabüle yaslanan: “Madde ve Enerji + Tabiât ve Kanun + Sebep ve Sonuç + Tesadüf ve Zorunluluk + Uzun Zaman ve Evrim = Herşey Mümkün” denklemine inanmakta, bir sakınca görmüyoruz! Evrende bu olanlar; “mümkün ki, oluyor; oluyor ki, (demek ki) mümkün” şeklindeki (delil ve ispatın, kısırdöngüsel bir biçimde, devamlı yer değiştirdiği) totolojik safsataya; inanmakta hiç zorluk çekmiyoruz!
Çünkü: Küçüklüğümüzden beri bize empoze edilen; zihnimize, tekrar tekrar işlenen bu telkin ve tekrarlar; bu ateist – deist endoktrinasyonlar neticesinde; bu evren hikâyesinin, gerçeğin kendisi olduğuna inandırılmışız! Bilim’in bu “evren modeli”ni, gerçeğin kendisi zannediyoruz! Zaten bir yalan bile, yüz kere tekrarlanınca; zihnimizde, bir “acaba” uyandırmaması mümkün değil!
Elhasıl: Zihnimizin, gerçekle temasını yitirdiği, bir trans ve hipnoz hâlindeyiz sanki! Artık herşeyi; “Bilim/sellik” kamerasının objektifinden ve onun yazdığı, evren senaryosundan izliyoruz! Onun, eşyaya verdiği; “neden ve sonuç, tesadüf ve zorunluluk, tabiat ve kanun” gibi rollerden ve onun kurgusundan izliyoruz!…
Bilim; ‘seküler ve lâik’ olamaz, ancak ‘ateist veya teist’ olur
Evet, Bilim’in, güya “bilimsel gözlem bilgisi” diyerek; zihnimize inşa ettiği “Evren tasavvuru” ile “İtikadî bilgi”miz arasındaki, boşluk ve çelişkilerin, farkında değiliz! Farkında değiliz, çünkü, “bilimsellik sihri”nin, algı ve zihnimizi teshir etmesi sonucu; bilim’in, “inanıp – inanmamaktan bağımsız ve ayrı ve bu ikisine tarafsız ve objektif” olduğuna inandırılmışız! Bize verdiği “bilimsel bilgiler”in; yüksüz, “nötr bilgi” olduğuna inanmışız!
‘Tanrı Var – Yok’ şıklarına, tarafsız ve nötr bakılabilecek; üçüncü bir ihtimâl yok
Çünkü: “İnanıp – inanmamak”tan bağımsız ve ayrı ve bu iki şıkka tarafsız ve eşit mesafeden bakabilen; yani nötr ve objektif bir “bilgi biçimi” ve “ifade biçimi”nin, mümkün olduğunu zannediyoruz! Halbuki, incelediğimiz birşeye; ya “Yaratıcı ve yöneticisi var(mış)” gibi veya “yok(muş)” gibi bakabiliriz. Ve başlangıçta seçtiğimiz, bu şıkka göre; gözlem bilgilerimizi ifade ederiz. Çünkü: Dilin mantığı ve Mantığın dili icabı, bu iki şıkkın ortası veya dış gözlem ve koordinat noktası yok! Diğer deyişle: Epistemolojik ve ontolojik açıdan; seçebileceğimiz, gidebileceğimiz, bakabileceğimiz üçüncü bir alternatif, üçüncü bir şık yok!
“İnanmak – inanmamak”tan bağımsız ve ayrı, “nötr bilgi” ancak; “kaç” (derece / metre / kg., …) sorusunun cevabı olan (‘su, 100 santigrat derecede kaynar’ gibi) “ölçüm bilgileri”nde ve “ne(dir)” sorusunun cevabı olan, (‘bu şey meyvedir, ismi elmadır, rengi kırmızıdır’ gibi) bazı “olgu ve özellik, isimlendirme ve sınıflandırma bilgileri”nde olabilir. Bunun dışında kalan tüm; “ne, neden, nasıl, niçin, …” sorularının cevabı olan, “gözlem – deney – araştırma bilgileri” ve bunların “ifade biçimi”; bu iki şıktan bağımsız ve ayrı, yani “nötr ve objektif” olamaz. Yani: Bu iki şıktan birini tercih ederek; gözlem – deney bilgilerini ve bunların ifadelerini dizayn ederiz.
Meselâ: Başlangıçta yola çıkarken, yani gözlem – incelemelerimize başlamadan önce; “Evrenin yaratıcı ve faili yok(muş); varsa ve olsa bile, evrenin işleyişinde yok(muş), yani karışmıyor(muş)” inancını; baştan, aksiyomatik olarak “doğru” kabul etmişsek: “Yaratma, yaratılış” yerine, ‘oluşum’; “sevk-i ilâhî ve ilham” yerine, ‘sevk-i tabiî ve içgüdü’; “İlâhî, Rahmanî” yerine, ‘doğal, tabiî’; “Rabbimiz’in eseri / mu’cizesi” yerine, ‘tabiâtın eseri / doğanın mu’cizesi’; “ilâhî kanunlar, sünnetullah” yerine, ‘doğa – fizik kanunları’; “ilâhî emir ve irade” yerine, ‘tesadüfün doğurduğu, zorunluluklar ve zorunlulukların doğurduğu, tesadüfler’; “rızık, ni’met” yerine, ‘doğanın ürünü’ gibi kelimeleri tercih ederiz…
Dikkat edilirse; “bilimsel” olduğu söylenen bu kavram ve isimlendirmeler; bir ateist ve deist veya agnostiklerin kullandığı kavramlardır; onların, değer – dünya görüşlerine ait isimlendirme ve sınıflandırmalardır…
Elhasıl: “Var(mış)” ve “yok(muş)”un dışında, üçüncü bir şık ve ihtimâl ve bu iki şıkkın ortasından veya dışından bakılabilecek, “tarafsız ve objektif” bir gözlem ve koordinat noktası olmadığı için; başlangıçta seçtiğimiz şıkka göre, bilgi ve ifadelerimizi kodlarız. Bunun sonucu olarak da: Evren ve içindekilerin, varlık ve hareketini; ya “teist” (inanç) veya “ateist” (inkâr) ve “deist” (şirk) paradigmalarına göre, bu kontekstte tasvir ederiz.
‘İnanmak–İnanmamak’tan bağımsız ve ayrı, ‘Tarafsız ve Nötr Bilim’ mümkün değil
Yani Bilim/sellik’in: “Tanrı varmış – yokmuş gibi konulara dokunmadan… Evren ve içindekileri yaratan ve yöneten birisi varmış – yokmuşa girmeden… Sadece madde ve evreni araştırıp, gözleyeceğim… Manâ ve metafizik, inanç ve felsefeye uğramadan; sadece maddesel olayları inceleyeceğim… Böylece: Evrendeki olaylara, inanç ve inançsızlık dışından; yani bu iki şıkka eşit uzaklıkta ve bunlardan bağımsız olarak bakacağım ve ifade edeceğim… Böylece: Nötr ve seküler ve lâik olacağım…” gibi sözleri; yerine getirilmesi, “dil ve mantık, epistemik ve ontik” açıdan mümkün olmayan, içi boş iddialardır! Çünkü, dediğimiz gibi: “Tanrı Var – Yok” dışında, üçüncü bir olasılık veya bu iki olasılığın ortası veya dışı yok ki; bu iki şık ‘ortası’ veya ‘dış eşit uzak noktası’ndan bakabilelim!
Geleceğimiz nokta: Çağımız, “Bilim/sellik Epistemolojisi”; araştırma ve gözlemlerinde, “Allah var(mış)”ı kabul etmediği için; gideceği tek mecburî istikamet olan “Allah yok(muş)”u esas tutmuştur; yani aksiyomatik olarak, bu şıkkı doğru önvarsaymıştır. Seçtiği bu şıkkın, Bilim’i götürdüğü, diğer mecburî istikamet de; keşif ve gözlem – ölçüm verilerinin, tasvir ve ifadelerini; doğru varsaydığı, bu “inkâr ve / veya şirk” şıkkına göre; yani bir “ateist veya deist”in bakış açısına göre yapması olmuştur!
Yani: “Bilim/sellik”i tanımlarken kullandığımız “lâik ve seküler” gibi kavramlar aslında “soft ateist / deistik” kavramlar olup; “inanç dışı” değil, “inanç karşıtı” kavramlardır! Yani: Bu kavramlar; varlığa bakıp – anlamaya çalışırken; onlara nesnel ve olgusal yaklaşmamızı sağlayan; onlara, tarafsız ve objektif bakmamızı mümkün kılan; saydam ve numarasız gözlükler değildir! Bizler konuşmalarımızda: ‘Yaratılış’ yerine, ‘oluşum’; ‘sevk-i ilâhî’ yerine, ‘sevk-i tabiî’ deyince; inanıp – inanmamaktan bağımsız ve ayrı, bunlara eşit ve objektif mesafeden bakan, tarafsız ifadeler kullanmış olmayız!
Bilim/sellik’te, ‘epistemik kırılma’ ne zaman başladı?
1600 – 1700’lü yıllarda “Rönesans – Reform – Aydınlanma” üçgeninde sistemleşen ve bunun üçüncü saçayağını oluşturup, günümüzde de anaakım devam eden, mevcut “Bilimsellik Epistemolojisi” ise; tüm “inançlar”a, bilgi’nin, tarafsızlık ve objektivitesini bozan bir “virüs” muâmelesi yaptığı için; kendisini inançlardan ‘arındırarak’; “inançsızlık” tarafına geçmiştir! Güya “objektif bilgi”ye, “subjektif inancı” karıştırmamak için; aslında “subjektif inançsızlık” tarafına geçmiştir! Çünkü: ‘İnanç’ gibi; “inançsızlık’ da, sübjektif bir tercihtir!
Bu episteme; “bilgi”ye, inancı karıştırmamak adına, “var(mış)” şıkkını seçmemiş; (var – yok’un, ortası ve dışı ve üçüncü olasılığı olmadığı için de;) diğer gidebileceği mecburî istikamet olan, “yok(muş)” şıkkını işaretlemiştir! Bunun sonucu olarak; evrenden elde ettiği “bilimsel gözlem bilgileri”ni, “Allah yok(muş); varsa ve olsa bile, evrene karışmıyor(muş)” aksiyom ve önkabülüne göre dizayn etmiş; keşif – gözlem bilgilerini, bu “ateist – deist” kontekstte ifade etmeyi tercih etmiştir!
Yani: Çağımız, “Bilim/sellik Epistemolojisi”nin seçtiği bu şıkkın, “bilim”i götürdüğü zorunlu istikamet: Bilim’in; evren ve evrendeki olayları, bir “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist”in gözüyle (ve bu “inanç/sızlık’lar” sanki doğru ve sanki bilimsel olarak gözlenip – ispatlanmış gibi!); anlatması olmuştur!
Yani: Evrenden elde ettiği “bilimsel bilgi” ve “bunların ifadesi”ni; bu inanç/sızlık’larla uyumlu ve sanki bunlar, doğru ve ispatlanmış gibi; (bu algı ve altmesajı verecek şekilde; bu ateist kontekst ve bağlam, bu altzemin ve arkafonda) dizayn etmesi olmuştur!
Bunun bize yansıması: Modern Bilim/sellik’in; zihnimize; böyle bir “evren tasavvuru”, böyle bir “evren hikâyesi” inşa etmesi olmuştur! Üstelik: “Bu anlattıklarım; nesnel ve objektif bilimsel bilgilerdir” diyerek; bizi de, bu “kurgusal hikâye”ye inandırmıştır!
Diğer deyişle: Günümüz, Bilimsellik Epistemolojisi; sanki bir öcüymüş gibi, ‘inançlardan kaçayım’ derken; ‘inançsızlığın’ kucağına düşmüş! Güya; ‘tüm inançlardan bağımsız ve ayrı, nötr bilgi vereceğim’ derken; “ateist – deist ve materyalist, natüralist ve determinist” felsefe ve “inanç/sızlık’ların”; lojistik destekçisi durumuna düşmüştür!
‘Kim’i sormazsan; evreni, ‘kimsesiz’ gibi anlatmak zorunda kalırsın!
Bilim/sellik: “Ben evrende, sadece: ‘Ne, nedir, neden, nasıl, kaç…’ gibi soruların cevabını ararım. ‘Kim’ sorusu; bilgi ve araştırmanın değil, inanç ve teslimiyetin konusu, felsefe ve metafiziğin işi!” dediği için; mantıken gidebileceği diğer zorunlu şık olarak, “kimsesiz” bir evren ta’rifi yapmıştır bizlere! Evrenden elde ettiği “Bilimsel Bilgi”yi; bir ateist – natüralistin bakış açısı ve inançsızlığına göre (‘kimse yok, kimse yapmıyor, failsiz ve ustasız oluyor, fizikî sebep ve doğal mekanizmalarla oluyor, bir takım tesadüf ve zorunluluklarla oluyor, tabiat yapıyor…’) dizayn etmiştir! Hem de; bu “ateist kontekst”, bu “ateistik ifadeler’; sanki bilimsel olarak gözlenip – doğrulanmış, nesnel ve objektif bilgilermiş gibi; Bilimsel Bilgi’nin hamuruna karıştırılarak sunulmuştur!
Bunun sonucu olarak, meselâ: “Yağmur”un, “neden – nasıl”ını anlatan bir bilim ve ders kitabında; “Bu yağmuru kim yağdırıyor?” sorusu, aklımıza bile gelmiyor, gelmez! Çünkü: Çağımız “Bilim/sellik Felsefesi”ne göre dizayn edilip; “neden – sonuç kurgu ve şablonu”yla anlatılan, evrenin bilimsel tasvirlerinde; faili gerektirecek, “kim’ sorusuna, zaruret ve ihtiyaç yok(muş)” gibi anlatılır, evrenin hikâyesi!
Zaten; nedenlerin, sonuçları yaptığına inanılan bir evrende; “kim” sorusuna, neden ihtiyaç olsunki! Bir bilgisayar veya makina gibi; “otomatik olarak işleyen neden – sonuç mekanizma ve programlarının (doğa kanunları) olduğu” bir evrende; gözlenen fizikî bir olaya, “fail” aramaya ne gerek var!
‘Resim’ Mona Lisa’nın ustası var; ‘hakikî’ Mona Lisa’nın neden yok!?
Halbuki, kâinattâki varlıkların, iki boyutlu ve cansız bir taklidi olan, duvardaki alelâde bir resmin bile, “ressam”ını kabul etmeden; (resimde görülen, sadece tuval – boya – fırçanın şekil ve hareketlerini anlatarak) bu resmin “neden – nasıl” olduğunu izah edemiyorken; o resimdekilerin, dışarıda hakiki ve canlı ve üstelik o resimden, çok daha üstün ve sanatlı olanları için; “faili kim, ressam ve ustası kim?” diye sormadan; yani sadece “sebep – sonuç” kurgu ve şablonuyla anlatarak; evrendeki o hakiki sanatlı eserleri, “failsiz ve ustasız”, hiç izah edemeyiz!
Duvardaki resimden çok daha sanatlı ve boyutlu ve her atomunda bile ayrı bir kitap yazılmış, kâinattaki bu eserlerin; ‘fail ve ustası kim’ diye sormaz ve ‘faili yok(muş)’ gibi; sadece “kuvvet + madde ve atom hareketleri”yle anlatmaya kalkarsak; evrendeki bu fiil ve eserlerin, “neden – nasıl”ını bile izah edemeyiz! Hiçbir akıllı ve insaflı insanı, bunu inandıramayız!
Çünkü: “Aslının taklidi olan ‘resmin’, ressam ve ustası var; fakat ‘hakikî ve canlı’ olanının yok!” demek; mümkün değil! Çünkü: “A posteriori” olarak; yani hiçbir gözlem – deney – araştırma yapmaya gerek olmadan; sadece “a priori”, yani mantıkî akıl yürütmeyle bile gitsek; “eser”, müessirsiz ve fiilsiz ve “fiil” de failsiz olamaz!…
Tevhidî paradigma; Sübjektif bir inançsa, Ateist paradigma da öyle!
Evet, ‘inanmak’; nasıl subjektif bir tercihse, ‘inanmamak’ da öyle! Biz ise; bu “bilimsellik sihri”nin, algı ve zihnimizi manipüle etmesi sonucu; “bilim”in, evren hakkında, “inanıp – inanmamaktan bağımsız ve ayrı ve bu ikisine tarafsız ve objektif” olduğuna; yani onun bize; yüksüz, “nötr bilgi” verdiğine inandırılmışız! Bu yanlış inançtan dolayı; “bilim”in, evreni; “Allah yok(muş); varsa ve olsa bile, bu işleyişe karışmıyor(muş)” kurgusuyla anlatmasında; “bilimsel bilgi”yi, bu “ateist – deist” zemin ve arkafonda, dizayn ve inşa etmesinde; bir tuhaflık hissetmiyoruz! Hattâ bu ifade ve izahlarını; “seküler ve lâik bilim” diyerek; güya “tarafsızlık ve objektiflik ve bilimsellik” gereği; ‘normâl’ ve ‘meşru’ ve ‘olması gereken’ zannediyoruz!… Günümüz bilimsellik anlayışının; bu ateistik zeminde kodlayarak, verdiği gözlem – ölçüm bilgisi ve bunların ifade ediliş biçimini; saf ve katışıksız “bilimsel bilgi” olduğunu zannediyoruz! Bir bilim ve ders kitabında geçen tüm bilgi ve ifadelerin; “nesnel ve olgusal, nötr ve yalın gözlem bilgisi” olduğunu düşünüyoruz!…
Bu bilimsellik anlayışının neticesi olarak; ne hikmetse, meselâ: “Allah, yağmuru şöyle yağdırıyor; yağmuru şöyle yaratıyor, şöyle bize gönderiyor ve ihsan ediyor” gibi ifadeler; “bilim’e, inancını karıştırmak” oluyor ve yağmuru böyle tasvir etmek, “subjektiflik” oluyor da! “Yağmur; şu neden – sonuç döngü, dönüşüm ve çevrim sistemiyle ve şu, otomatik fizik – kimya kuvvet ve mekanizmalarıyla oluyor, yağıyor…” şeklindeki; ‘kendi kendinelik’ bildiren ‘failsiz’ ifadeler; (‘yani failsiz, yani faile ihtiyaç duymadan, yani otomatik, yani kendi kendine yağıyor; yani burada, olaya ‘fail’ arayan, ‘kim’ sorusunu sorma; yani burada, ‘yağmuru kim yağdırıyor’ sorusunu sormak için, mantıkî bir gerekçe ve ampirik bir nedenimiz yok; yani gereksiz ve anlamsız ve saçma bir soru bu!…’ gibi sonuçlar ve bilinçaltı yönlendirici altkomut ve mesajlar taşıyan); bu “ateist – deistik” ifadeler; güya “bilimsel bilgi” oluyor; güya “nötr ve olgusal gözlem bilgisi” oluyor; güya, ‘inanıp – inanmamak’tan bağımsız ve tarafsız, “objektif bilgi” oluyor!
Olanın, olduğu gibi; yani ‘olgusal’ anlatıldığı, objektif ve yalın, bilimsel gözlem bilgisi olduğu iddia edilen bu “yağmur” tasviri; “Yağmurun olması ve yağması için; Allah gibi bir faile, zaruret ve ihtiyaç yok(muş)! Çünkü ve zaten, yağmur; şu otomatik mekanizma ve sebeplerle, şu kuvvet ve etkilerle, kendi kendine yağıyor(muş)” kontekst ve bağlamında kurgulanıp; bizim de inanmamız istenen bir “yağmur hikâyesi!”
Bu çeşit, bilinçaltı manipülâsyon ve mesaj ve hipnotik altkomutlar yüklü; bir “yağmur bilgisi” veriliyor bizlere! Bilimsel ve objektif olduğu söylenen, bu bilgilerin bağlamından, bu sonuç çıkıyor! Bu ifadeler; bilinçaltımızı, bu sonucu çıkaracak yöne manipüle ederek, zihnimizi kodluyor ve programlıyor!
Üstelik: Bu “ateist – deist” kontekst ve şablon ve bu tür bilinçaltı mesajlarla dizayn edilmiş, bu kirli ve virüslü bilgilerin; (güya) “olgusal ve nesnel bilgi”, (güya) “bilimsel gözlem bilgisi” olduğu; her defasında vurgulanır!
Halbuki yapılan: Bilinçaltımızın, ateist – deistik yönde doldurabileceği şekilde ayarlanmış; kasıtlı olarak, bu yönde eksik bırakılmış; “boşluklu bilgiler”in, telkin ve tekrarına dayanan; tam bir dezenformasyon ve endoktrinasyondur!
Bir ateist veya deistin bakış açısına göre yapılmış, bu evren tasviri ve gözlem bilgilerinin; küçüklüğümüzden beri binlerce kez telkin ve tekrarıyla, formatlanıp – programlanan zihnimiz; bu “ateistik şartlandırma” ve “endoktrinasyon” neticesinde; hipnotize edilip, büyülenmiş bir insan gibi; artık, serbest düşünme ve gerçeği algılama kapasitesini, büyük oranda yitirmiştir! Bugün geldiğimiz nokta: İtikadî aşınmadır! Yani: Varlık ve Allah tasavvurumuzun bozulmasıdır!…
Çünkü: “Bilimsel gözlem bilgileri”nin, böyle “ateist – deist” kontekst ve zeminde çerçevelenip, yapılandırılmasıyla; kişinin, Rabbine yakınlık ve yakîni, iman ve ünsiyeti aşınıp, zamanla yıpranır! Bir ateist ve deistin bakış açısına göre dizayn edilerek, yeniden üretilmiş, bu, (güya) “bilimsel bilgiler”e, küçüklüğümüzden beri defalarca ma’ruz kalmamız neticesinde de; Kur’an-ı Kerîm’in, sayfalara yazılmış iki boyutlu “ayetler”i gibi olan; fakat ondan farklı olarak; üç – dört boyutlu yazılmış / yazılan “Kainat Kitabındaki Âyetler” görünmemeye başlar! Çünkü: Rabbimiz’in yarattığı ve “şeffaf bir cam” veya “parlak bir ayna” gibi; O’nun fiil ve eser, tecelli ve kudretini gösteren, birer “misâl ve alâmet ve işaret” olan, “kainat âyetleri”; “bilimsellik prizmaları”nın filtrelerine takılarak, kırılmaya uğramıştır!
Bilimin evrenine, İslâm’ın evrenini monte etme çabaları
Peki; “Bilim/sellik”in, bu meydan okumasına ve biz müslümanlarda yolaçtığı, bu epistemolojik ve itikadî krize; “İslâm Tefekkürü”, nasıl cevap üretecek; bu bunalım nasıl aşılacak? “Bilimsel” zannederek, Bilim’in bu “evren tasavvuru”nu kabul eden bir müslüman; nedenlerin, sonuçları yaptığına inanılan bu “deterministik evren”de; Rabbi’ne nasıl yol bulup, imanını muhafaza edecek?! İnancını, başkalarına nasıl savunabilecek?! Kurallarını, baştan “Bilim/sellik”in belirlediği bir oyunda, nasıl galip gelecek!?
Bilim/sellik’in “evren tasavvuru”na; kendisi de inanmaya başlayan ve inanan bir müslümanın; Rabbi’ni ispat ve imanını korumak için; artık önünde üç seçenek kalmıştır. Ve baştan söyleyelim: Bu üç seçenek de yanlıştır!
Ben buna; Bilim/sellik’in yanlış “evren tasavvuru”na; “İslâm’ın evreni”ni, monte etme çabaları diyorum! Yani: Yanlış problemi, çözmeye çalışmak gibi; yanlış soruya, doğru cevap arama çabaları!…
Peki, yaşadığımız bu epistemolojik ve itikadî krize karşı, imanımızı muhafaza ve gerekçelendirmek için, çözüm sanarak uyguladığımız bu üç yanlış şık nedir?
Birinci yanlış şık: İnancına; evrenden getirilen örrnekler veya aklî çıkarımlar yoluyla veya herhangi bir başka şekilde delil getirmeyi reddederek, içine kapanmaktır! Gaibi, şahide kıyas eder gibi; Allahü Teâlâ’yı ispat etmeye çalışmanın; hem yanlış ve hem de abesle iştigal olduğunu düşünmektir. Çünkü bu şıkkı işaretleyenlere göre; “Vacip”i (Allahü Teâlâ’yı), “mümkün”e (yarattığı mahlûkata) kıyas etmek; kategori hatası olup, bu, bâtıl ve geçersiz bir kıyastır.
[Aslında bu, neyi kıyas ettiğimize göre değişir. Çünkü: Kur’ân-ı Kerîm’de, Rabbimiz de (C.C.); “anlaşamayan iki köle örneği” gibi misâller vermiş; bize kıyas örnekleri göstermiştir. Bu gibi aklî temsil ve kıyaslarla; varlık ve fiil ve icraatında, ortakları olmadığını ve aracılar kullanmadığını; bizim aklımızın anlayabileceği hâle (ma’kûl hâle) getirmiştir.]
Gene, bu şıkkı seçenlere göre; kişi, Peygamber’e (S.Â.V.) inanıyor ve güveniyor ve İslâm’a teslim olmuş ve inancının doğruluğundan eminse; artık bundan sonra; “sanki inanmıyor gibi, sanki inancından şüphesi var gibi, sanki Peygamberine güvenmiyor gibi, sanki tam teslim olmamış gibi;” delil – ispat aramaya kalkışması; o kişinin imanının, zayıf olduğuna ve imanının doğruluğundan, şüpheleri olduğuna alâmettir! Yani: Bu arayış; kesin emin ve teslim oluşla, çelişir ve çatışır!…
[Aslında, bu; “delil – ispat arayışı; kesin emin ve teslim oluşla, çelişir ve çatışır” sözü de doğru değildir. Daha doğrusu; bu, kişinin, niye delil – ispat aradığına göre değişir. Çünkü: Belki o kişi; münkirleri ikna veya ilzam etmek için, delil arıyordur. Belki, iman ve teslimiyetini arttırıp; tahkiki ve kavî yapmak için arıyordur. Sonuçta; herkesin iman ve teslimiyet derecesi aynı değil. Belki o kişi, anne – babadan verasetle gelen ve çevreyi taklide dayanan, böyle “taklidî bir iman”ı; makbûl ve muteber görmüyordur! Belki, inanılıp – uyulması istenen emir – yasakların; aklî hikmetini merak ediyordur… Nedenler çoğaltılabilir. Ama sonuçta, melekler bile; Hz. Âdem’in (Â.S.) halife olmasına taaccüp edip; Allahü Teâlâ’dan, bunun hikmet ve nedenini sormuşlar! Böylelikle; merak ve taaccüplerini gidermek istemişler! Yeryüzünde fitne ve fesat çıkaracak bir türün; nasıl oluyor da, halife olmaya ehliyet ve liyakati olduğunu anlamak istemişler.
Ayrıca: Düşünmeye ve akletmeye defaatle vurgu yapan ve “tefekkür”ü, “ibadet”e önceleyen; daha doğrusu, “ma’rifet – muhabbet ve ibadet”in derinlik ve genişliğini arttırmak için önceleyen, bir dinin müntesipleri olarak; eğer biz de, anne – baba ve içine doğdumuz coğrafya – kültürün dinine, körükörüne inanır – teslim olursak; epistemolojik açıdan; meselâ “hindu” bir anne – baba, memlekette doğduğu için; “hindu” olan, hindu kalan ve ineğe tapan bir kişiden ne farkımız kalır!?]
Bu şıkkı işaretleyenlerin, buna gerekçe olarak gösterdikleri diğer argüman da şöyle: “Dünyada; Allahü Teâlâ’nın, % 100 katiyette ispatı da mümkün değildir. Çünkü: Böyle bir durum; insanın, dünyaya gönderiliş gayesi ve imtihanın hikmetine aykırıdır. Ayrıca bu; insan iradesinin, seçim yapma özgürlüğünü de ortadan kaldırır. Çünkü: Eğer, aksi muhâl olacak şekilde, % 100 kesinlikte ispat olursa; o insan, istese de – istemese de, “iman” etmek zorunda kalacak! Yani bu “iman”; kişinin, hür iradesiyle tercih ettiği bir kararın neticesi olmayacak!”
[Bu sözleri de doğru gözükmüyor. Çünkü: Şu ân karşımızda konuştuğumuz arkadaşımızın bile; “doğru ve gerçek” olduğunun % 100 ispatı, “aklî” olarak mümkün değil! Çünkü: Şu ânda; gerçeğe çok yakın, bir çeşit rüya görüyor olabiliriz! Veya: Belki üzerimizde deney yapan uzaylılar, sıvı dolu kavanozlara koydukları “beyinlerimiz”e veya bilgisayarlarına yükledikleri “dijital bilinçlerimiz”e; çeşitli frekanslarda sinyaller göndererek; bizde, “fizikî vücudumuz, elimiz – kolumuz” olduğu algısı ve dünyada, “yaşıyor – koşuyoruz” algısı oluşturmaları, aklen mümkün! En azından, muhâl değil!
Diyeceğim o ki: Bu dünyada ve o da “akıl”ın, yaratılış fıtrat / doğası icabı; Rabbimiz’in % 100 kesinlikte delil – ispatı, “aklen” mümkün olmasa bile; % 99,… kesinlikte ispatı “mümkün!”… Bedenimiz dahil; gördüğümüz – hissettiğimiz herşey; çocuğumuz, eşimiz… “rüya” bile olsa; en azından, o rüyayı, bize gösteren “biri” var!…
Konu dağılacak ama: “Akıl”; yaratılışı icabı, “nesne” ile atasındaki boşluğu kapatamadığı için; bu boşluğu kapatmak ve böylelikle, eşyayla münasebet kurmak için; “kavram ve analojiler”in aracılığına başvurur. Bu işlem sonucu “akıl”; “olan”a (gerçek’e) yakınlaşır. Ama aklın, gerçekle birebir teması gene gerçekleşmez ve zaten dediğim gibi; “akıl”ın, yaratılışı icabı, bunu yapabilecek bir kabiliyet ve özelliği yok. Fakat bu “kavram ve nesne, akıl ve varlık” arasındaki ontolojik boşluğu doldurabilen; hattâ böyle bir boşluğun hiç olmadığı; başka duyu organı ve manevî letaifllerimiz de var! (Ama onları açmak ve kullanmayı bilmek gerekir!) Dolayısıyle; deliller, sadece “aklî deliller”den ibaret değildir!
Ayrıca; bu duyu kuvvelerimizin penceresinden bize gelen “bilgi” ve “delil – ispatlar”; kurduğumuz aklî argüman ve kavram ve delillerden, çok daha kesin ve kati ve sağlamdır! Hem de; en küçük bir şek ve şüphenin; hattâ vehmin bile taarruz edemeyeceği ve zayıflatamayacağı kesinlikte!
İşte bu algı cihaz / duyularımızın bir kısmı; akıl ve şuur, bilgi ve irademize; bağlı ve bağımlı değil. Yani bunların bazılarını, şuurumuzla da farkedemiyor ve irademizle de kullanamıyoruz! Var olduklarını bile bilmiyoruz! Hâliyle isim de vermemişiz bunlara; yani isimleri de yok bunların! (Bunlardan, ismi bilinenlerden bazıları, kaynaklarda: “Kâlp, ruh, sır, hafî, ahfâ” diye geçer.)
İşte böyle duyularımız olduğunu farkedip de; sonra da onları açıp, kullanma yöntemlerini öğrenirsek; kendimize (yani subjektif olarak), aksi muhâl olacak şekilde, % 100 ispat “mümkün!” Ve o “mümkün”; bazı kâmil insanlarda vukû bulup, vâki de olmuş! Yani; bu imkânın, gerçekleştiği insanlar vardı; bugün de var, en azından geçmişte vardı!
Hattâ bu insanların az birazında, bu durum; “ispat”ın da ilerisine geçmiş! Çünkü “ispat”; görül(e)meyen şeyler için gerekir, yapılır! Bu kâmil insanlar; öteleri, hattâ “Rabbi”ni, bu dünyada iken, “müşahede” etmeye başlamışlar! (Burada, baş veya akıl gözüyle olan bir rü’yet ve müşahededen bahsetmiyorum tabii!)
İşte “akıl” gözüyle “% 99 kesinlikte ispat”a ve akıl – şuura bağlı / bağımlı olmayan başka duyu ve algı organlarıyla da “% 100 kesinlikte ispat”a ulaşmış olan bu insanlar ve “ispat”ın da ötesine geçip; neticeyi, direkt bu dünyada “müşahede” eden insanlar; imtihanı kazanmış oluyorlar! Tabii, sınav bitmiş olmuyor; çünkü imtihanın bittiği son finâl sınavına kadar, bu durumlarını korumaları ve yakînleriyle orantılı olarak; amellerini de, arttırmaları gerekiyor! Çünkü: İlkokul – ortaokul öğrencisinin sınavı ile, bu sınavları verip, üniversiteye gelmiş bir öğrencinin, sınav soruları aynı ve eşit değil!]
İkinci yanlış şık: Rabbini ispat etmek için; tâ evrenin başlangıcına veya ihtimâl hesaplarına giderek; “Deizmin İlk Neden Tanrısı”nı ispat etmektir, ispat etmeye çalışmaktır! Halbuki, bunu “ispat” kabul etsek bile; bu ispat; İslâm’ın, bize bildirdiği ve inanmamızı istediği “Allah”ın (C.C.) ispatı değildir!
Üçüncü yanlış şık: Nedenlerini bildiğimiz şeyleri, ‘nedenler’e; bilmediklerimizi de, ‘Allah’a vermektir! Yani: Bilim/sellik’in, sebeplerini bulamadığı veya henüz bulmadığı, bilemediği olayları – yerleri gösterip: “Ha, işte bunu Allah yapıyor!” diyerek; “Boşlukların Tanrısı”nı (God of the Gaps) ispat etmektir! İslâm’ın değil! Güya böylece; dinimizin bildirdiği “Allah”ı, ispat ettiğini zannetmektir!
[Halbuki bu akıl yürütme biçimi, “ispat” da değildir! Çünkü: Bu bir nevi; bilimin bilmediği karanlık nokta ve boşluk / loşluklara; kendi inandığı “Tanrı tasavvuru”nu, ekleme ve monte etmektir! Bu ise; bilimin bilmediklerine, yani insanın cehaletine; “inanç”ını temellendirip – inşa etmesi gibi birşey! Yani: Bilmediklerimiz üzerine, karanlıklar üzerine inşa edilmiş bir inanç!
Bu hatalı akıl yürütme biçimlerinde, bana defaatle gelen bir itiraza da cevap var. O da şu, diyorlar ki: “Bilim/sellik; inanıp – inanmamaktan bağımsız ve tarafsız, olgusal ve nötrdür. Bu sebepten, Bilim; inanan – inanmayan herkesin, kendi inanç veya inançsızlığına delil – ispat olarak kullanabileceği, nötr bilgi ve argümanlar içeren ve şu âna kadar, insanoğlunun bulduğu; en kesin ve doğrulanabilir, bir bilgi edinme yöntemidir.”
Yanlış! Bir kere; biz zaten “İslâmî B/ilim Epistemolojisi” yazılarımızda; mevcut bilim/selliğin, gözlem – deney – ölçüm aletlerine ve bu aletlerle, evrenden elde ettiği verilere itiraz etmedik, etmiyoruzki!
İkincisi ve daha önemlisi de: Yukarıdaki ikinci ve üçüncü şıktaki; “Tanrı”ya delil – ispat olarak kullanılan, ispat biçimlerine dikkat ederseniz, bunlarda; “bilim’den dolayı” değil, “bilim’e rağmen”, bir Tanrı ispatı yapılmaya çalışılıyor! Yani: Bilim’in, nedenlerini bildiklerini, nedenlere; bil(e)mediklerini, Tanrı’ya vermek şeklinde! Yani: “Delil – ispat” gibi görünen, bu iki şıktaki ispat biçimleri; bilimin, “neden – nasılını bildikleri”ne dayanmıyor; bilimin “bilmediği veya nedenini, belki henüz bilmedikleri”ne dayanıyor! Bu ise; bilimin, neden ve mekanizmasını bulamadığı yerlere; “Tanrı” kavram ve inancını, yerleştirmekten ibaret olup; tam ispat sayılamaz!
Bu dediğimiz, aynı zamanda, bize defaatle yöneltilen: “Bilim/sellik; inanıp – inanmamaktan bağımsız ve tarafsız, olgusal ve nötrdür. Bunun en büyük ispatı da: İnanan – inanmayan herkes; kendi inanç – inançsızlığına, bilim’den delil getiriyor!” itirazına da bir cevap oluyor.
Çünkü, yukarıda dediğimiz gibi: “İnananlar”; (çok yanlış bir ispat metodu olarak) bilim’in “bildikleri”nden değil; bilim’in “bilmedikleri”nden delil getiriyorlar genelde. “Bilim’den dolayı” ve “bilimsel bilgiyi kullanarak” değil, “bilim’e rağmen”; yani “bilimin bilmedikleri”ne dayanarak; davalarını delillendiriyorlar genelde. (Pek yanlış bir metod olarak); Bilim’in, nedenlerini bildiklerini, nedenlere; bilemediklerini, Tanrı’ya vermek şeklinde!… Dikkat edilirse; inananların kullandığı bu ispat biçimi; bilim’in, “neden – nasılını bildikleri”ne dayanmıyor; bilim’in “bilmediği veya nedenini, belki henüz keşfetmediği boşluk / loşluk”lara dayanıyor! Bu ise; bilimin, neden ve mekanizmasını bulamadığı yerlere; “Tanrı” kavram ve inancını, yerleştirmekten ibaret olup; bu, tam ispat sayılamaz!]
Konumuza dönersek, elhasıl: Küçüklüğümüzden beri devamlı ma’ruz kaldığımız bu bilimsel formatla; programlanıp, hipnotize edildiğimiz için; (önceden var mıydı, bilemiyorum ama!) artık “tevhidî” hassasiyet ve duyarlılığımızı kaybettik, kaybetmişiz! Bunun sonucu olarak; artık biz de evreni, inanmayan bir “ateist” gibi algılıyor ve öyle de görüyoruz! Veya, Allah’ın yardımcıları olduğuna inanan bir “müşrik” gibi; “evreni yaratıp, yasaları kurup ve sistemi otomatiğe bağlayıp, işleyişe karışmayan; sadece arasıra mu’cizelerle müdahale eden” ‘Deizmin, İlk Neden Tanrısı’na inanıyoruz!
Aydınlanma mı, Karartma mı!?
“1600 – 1700 Rönesans – Reform – Aydınlanma Üçgeni”nden itibaren, yaşadığımız bu “epistemolojik kırılma ve bunalım”; varlık zeminini kaybettiğimiz, bu “ontolojik çöküş ve kopuş”; ve bunun sonucu olarak, “İslâm Tefekkürü” (özellikle İlm-i Kelâm’ın) ve müslümanların, içine düştüğü bu “epistemolojik ve itikadî kriz” ve duraklamanın; bence en büyük nedeni: “Bilim/sellik’in; evrende olan bazı şeyleri, epistemolojik ve ontolojk olarak çözdüğü ve neden – nasılını açıkladığı ve neden – sonucunu bulduğu” yanılsama ve illüzyonuna inanmamızdır!
Bundan daha vahim olanı ise: Ortaçağ ve engisizyon ve Kiliseye tepki ve ondan bağımsızlığın ilân etme gibi, sosyolojik ve tarihsel sebeplerle; 1600’lü yıllarda, yeniden tanım ve ta’rif edilen, Avrupa merkezli bu “Bilim/sellik Epistemolojisi” ve ürünü olan “Bilim”i; ‘inanıp – inanmamaktan bağımsız ve tarafsız, objektif ve nötr, evrensel ve olgusal bir bilgi’ çeşidi zannediyoruz!
Teknolojik başarı ve keşiflerinden aldığı güçle, kendini kabul ettirmiş ve din – coğrafyadan bağımsız, her yere yayılarak, anaakım olmuş; bu “Bilim/sellik Felsefesi – Epistemolojisi” ve ürünü olan “Bilim”in; “Ateist – Deist ve Materyalist, Natüralist ve Determinist” olduğunu farketmiyoruz bile!
Hasılı: İzlediği filmin, bir kurgu olduğunu gönüllü olarak unutan ve aklını askıya alıp, ekranda gösterilen imajların gerçek olduğuna inanan, seyirciler gibiyiz!… Uykuda gördüğümüz şeylere “rüya” ismini vermişiz; ya uyanıkken bize gösterilenlere, gördüklerimize ne isim vermeli acaba!?
Uyanıkken de düş görülür mü demeyin; çünkü görülür! Eğer uyanık olduğunuzu zannederken, bir telkin ve hipnozun altındaysanız, görülür! Ateist bir endoktrinasyon ve manipülâsyon ve dezenformasyonun altındaysanız, görülür! Eğer uyanıkken; bir yalana, bir kurgu ve illüzyona inanıyorsanız, görülür! Eğer uyanmak istediğiniz hâlde; vücudunuzun kaskatı kesildiği, gözünüzü bile açamadığınız bir kâbusun içindeyseniz, görülür!
En kötüsü de: Rüyada uyandığını görüp, halka rüyasını anlatan kişinin durumudur! Çünkü: Bu kişi, uyandığını gördüğü için, uykuda olduğunu da bilmez ki, uyanmaya çalışsın!…
Evet, hepimiz; “bilim/sellik”in, zihnimize simüle ettiği bir düş dünyasındayız! Sınır ve duvarlarını, bilimin belirlediği bir dünya; bize, “gerçek” olduğuna inandırılan bir illüzyonun içindeyiz!
Bu, “Bilimsellik Sihri”yle öyle bir büyülenmiş, öyle bir aldatının içindeyiz ki; “bilim”e getirilen en küçük bir eleştiriye dahi tahammülümüz yok! Çünkü: “Bilim”e; sanki insan ürünü değil de, gökten inmiş, “kutsal bir vahiy” muâmelesi yapıyoruz! Tarih içerisinde, insan ve olaylardan bağımsız ve ayrı olarak akan; evrensel ve objektif bir “b/ilim idesi” olduğuna inanıyoruz! Bu sebepten; “bilimin, bilimsel yöntem”in, eksik ve yanlışları olabileceğini, tasavvur dahi edemiyoruz! Bunu dillendirmek; (özellikle ülkemizde); “Sen şimdi, suyun yüz derecede kaynadığını inkâr mı ediyorsun!?” gibi, tuhaf tepkiler almanıza sebep oluyor! “Dünyanın yuvarlak olduğunu, boşlukta döndüğünü kabul etmiyor musun!?” diyorlar!… “Öküzü göster” diyen bile var!
Bu Bilim/sellik Epistemoloji’sine eleştirel bakmayı, çoktan terketmiş ve teslim olmuşuz! Bu epistemeye, dinimize yönelttiğimiz eleştiri ve soruların binde birini bile sormuyoruz! “Tarafsızlık mı doğru; doğrudan taraf olmak mı doğru?, Deterministik bir evrende, Tanrı ne iş yapar!?, Bildiklerimizin; doğru olduğunu ‘biliyor’ muyuz; yoksa, doğru olduğuna ‘inanıyor’ muyuz?…” gibi sorular aklımıza bile gelmiyor!..
Mükemmel bi analizz mirim.