Bilim Tarihinin En Büyük Yalanı: Sebeplerin, sonuçları yaptığına İnandırılmışız!

“Modern – Seküler – Lâik Bilim/selliğe hâkim olan Materyalist – Natüralist – Determinist Epistemolojinin, telkin ve tekrara dayalı, zihnimize dayattığı subliminâl altmesaj ve endoktrinasyonları neticesinde; zihnimiz formatlanıp, yeniden programlanarak; bu virüslü mesaj ve kodlar neticesinde; sebeplerin, sonuçları yaptığına / yapabileceğine inandırılmışız!..”

 

1600 – 1700’lü yıllarda, Rönesans – Reform – Aydınlanma Üçgeninde doğup ve sonra, kültür ve coğrafyadan bağımsız olarak, tüm dünyayı hegemonyası altına alan ve başka bir epistemoloji, başka bir bilim anlayışı kabul etmeyen, üstelik reddeden; Modern – Seküler – Lâik Bilim/sellik Epistemolojisi; Ateist-Deist ve Materyalist, Natüralist ve Determinist Felsefî Paradigmalar zemininde temellendiği için; ham gözlem – deney – ölçüm veri ve bilgilerini dile dökerken, aksiyomatik olarak, “özne ve failsiz” cümle ve ifadeler inşa eder. Yani: “Tanrı yok(muş); varsa ve olsa bile, evrenin işleyişine karışmıyor(muş)” altzemin ve kontekstinde, ifadeler kulanır. Yani “evrendeki faâliyet ve sonuçlar, Tanrı’nın fiil ve eseri değil(miş)” bağlamında, cümleler inşa eder. Bilinçaltı zihne; bu alt/subliminâl mesajı, telkin ve ilka, kod ve programlayan; kirli – virüslü ifadeler kullanır; bilincimizin işitemeyeceği desibelde, bilinçaltımıza usulca fısıldar.

Halbuki, “Tersine Mühendislik” Yöntemini kullanıp; “sonuçlar”dan, “sebepler”e gidersek; gözü olmayanın, “görmeyi” ve “görme fiili”ni bilmesi ve buna göre bir  “göz” yapması veya “kulağı” olmayanın, “sesi” ve “işitme fiili”ni, bilmesi ve buna göre bir “kulak” yapması; mantıken muhâl ve mümtenî olması gibi; atom ve molekül veya sistem ve organizasyon olarak; “göz, kulak, bilinç, akıl” gibi duyu ve hislerden yoksun; yani “kör, sağır, şuursuz ve akılsız” ve en önemlisi, “cansız” olan kâinattaki “madde, kuvvet ve enerji”nin; göz ve görme, kulak ve işitme, akıl ve akletme gibi, fiil ve eser ve sonuçlara; “sebep” olmaları, olabilmeleri; mantıken muhâl ve mümtenî’, imkânsızdır…

Sırf eser/sonuçlardan önce geldikleri için ve devamlı, sonuçlarla bitişik ve ardarda/ardışık geldikleri için ve sonuçlara (nesne ve eserlere), “ısı, ışık, çekme – itme, basınç” gibi kuvvet uyguladıkları için, bunlara “sebep” ismi vermek ve sonra, sonuçlara, “sebep” olduğuna, olabileceğine inanmak, ma’kûl değil. Sebeplerin, sonuçları yaptığına ve meydana getirdiğine inanmak, mantıklı değil.

Çünkü meselâ: “Süpürge”, yerleri süpürmek için, tek başına, yeterli sebep değildir. Yani o süpürge, tek başına harekete geçecek ve yerleri süpürüp – temizleyecek irade ve kudretten yoksundur; çünkü câmid ve cansızdır. İllâ hayat ve ilim – irade – kudret sahibi birinin, o süpürgeyi kudretiyle harekete geçirmesi ve yerleri süpürmeyi amaç, irade etmesi gerekir. Sonuç: Yerleri süpüren Allahû Teâlâ’dır, süpürge değil! Müsebbibü’l Esbab, Allah’tır. Yani sebeplerin; birşeye sebep ve vasıta olması bile, Allahû Teâlâ sayesinde mümkün ve vâki.

Kâinatta, sebeplerin rolü, en fazla bu kadar. Hattâ bundan da az. Çünkü: Etki-tepki kanunlarının uygulanması ve sürtünme, atomların hareketleri vs. olmasa; o süpürge, süpürmeye alet bile olamaz. Tâa Big Bang’e kadar giden, başka kanun-maddelerin de ayarlanması gerekiyor çünkü. Yani süpürgenin, süpürmekte hissesi, binde bir! Sonuç: Allahû Teâlâ’nın kudreti olmasa; süpürge, tek bir toz tanesini bile süpüremez, hatta ayakta bile duramaz!…

Sonuçlara, sebep olduğuna inandığımız bu “somut madde ve enerji” ve “soyut kanun ve mekanizmalar”, gözümüzün önünde olduğu için, arkasındaki dağ gibi “Büyük Kuklacı”yı gözümüzden gizleyen bir kibrit çöpü gibidir ki; gözümüzün önünde durduğundan, arkasındaki koca dağdan daha büyük görünüp, o dağı görmemize mâni, yani perde olmaktadır. Oysa, hayvan değiliz ki; sadece gördüğümüzle yetinelim, sadece gördüğümüze inanalım! Şapkadan tavşan çıkıyor diye, şapkanın tavşan doğurduğuna inanalım!…

Bir bilardo topunun hareketini, diğer bir bilardo topunun çarpmasıyla, nedenselleyebilir ve aklı, buna ikna edebiliriz ama milyarlarca bilardo topunun (yani atomların), “kütleçekim – elektromagnetizma vs…” rüzgarlarının, bilardo toplarını birbirine çarptırması sonucunda; ortaya, meselâ bir “insan” veya “ağaç” çıkmasını; Bilim/sellik Epistemolojisinin, bu analitik – tikel – indirgemeci, varlık tasavvur ve kurgusuyla açıklayamayız. Bu determinist – natüralist epistemoloji ve ontolojisiyle, nedenselleyemeyiz.

Zarların devamlı altı altı gelmesi gibi, devamlı gerçekleşen bu olayları; yani zarların devamlı düşeş gelmesini “tesadüf”le de açıklayamayız! Zarlarda bir hile ararız yani. Olanlar, arasıra olsa, tesadüfe verilebilir belki ama kâinatta zarlar devamlı düşeş geliyorsa; halâ tabiî sebep ve tesadüflerle olduğunda ısrar etmek, inattan başka birşey değil! Yani: Evrendeki bu fiil/faâliyetleri; atomlara, muhalif yönlerden gelen etkiler sonucu; bu atomların çarpışma – birleşmeleriyle açıklayamayız. Çeşitli yönlerden birbirlerini itme-çekme ve çarpışma-yapışma-ayrılmalarıyla nedenselleyemeyiz; aklı buna inandıramayız.

Evrende devamlı olagelen bu fiil ve olayları, “doğa, fizik – kimya kanunları”yla da açıklayamayız. Çünkü ve zaten: “Kanun” varsa; madde – enerji ve atomları, o kanuna uymaya sevkeden bir kuvvet, bir fail ve programlayıcı var demektir. Çünkü: Soyut ve zihnî olup, hiçbir somutluk ve maddîlikleri olmayan; yani fiziksel bir vücud/mevcudiyetleri olmayan “Doğa Kanunları”nın; somut maddeye etki edip, o madde ve enerji ve atomları, bir yerlere sevketmesi ve üç boyutlu belli koordinatlarda durdurup, “canlı insan” inşa etmesi, hattâ “cansız masa” bile inşa etmesi; “kanun” (Doğa Kanununun) tanımı icabı imkânsızdır. Çünkü dediğimiz” gibi; “soyut ve zihnî” yasa ve kanunların, “somut ve haricî” maddeye, kuvvet uygulamaları ve madde ve atomları, belli noktalara yönlendirmeleri ve bir noktada sabitlemeleri mümkün değildir.

Çünkü: Zihnimizdeki kanunu, kâğıda yazıp; meselâ “Kırmızı ışıkta duracaksın” kanunu var diye; zihnimizdeki, kâğıt üstündeki o kanuna, akılsız-cansız atomlar uymaz; bu kanunda bir yaptırım kuvvet, yani emir ve zorundalık görmezler.

O hâlde: O kanunu yazan, o kanunun uygulama ve müeyyidesini de yazıyor ve madde’ye uyguluyor, yaptırıyor ki; “madde” o kanuna, “haberi olmadan” uyuyor! O hâlde: Kâinatta sabit ve genelgeçer olan kanunları yazan ve atomlara emredip, atomları kudretiyle sevkeden ve emir-kural-kanunlarını uygulatan bir “kanunkoyan”, bir “Hâkim–i Hakîm” var…

Başka bir örnek: Anne karnındaki bebeğin, gelecekte doğunca süt emmesini amaçlayan, plânlayan ve bilen bir sebep, yani Rabbimiz; o bebeğe, daha doğmadan anne karnında parmağını emme stajı yaptırarak, bu dünyaya hazırlıyor… Demek: Ancak geleceği plânlayan ve bilen biri, “şimdi ve geçmişi” yazabilir; senaryonun bütününü bilen biri ancak, bu kurguyu tutarlı olarak tasarlayıp, yazabilir ve maddeye o rolü verebilir. İnsan ve hücrelerini, o yöne sevkedebilir; hücreleri, önceden belirlenmiş koordinatlara çekebilir ve/veya itebilir…

Başka bir yazının konusu olmak üzere, buraya şu notu da düşmek gerekiyor ki; sebeplerin, kâinattaki fonksiyon ve hikmet ve rolü biraz netleşsin:

Birşeyin yokluğunun sebebi, varlığının da sebebi demek değildir… Yani: Katil, katl/maktulün “sebebi” diye; aynı katil, o “maktul yaşarken de, yaşamasına sebepti” diyemeyiz Aynen bunun gibi: Meselâ suyun yokluğu, bitkiyi susuz bırakmak; bitkinin kurumasına, ölmesine “sebep” oluyor diye (yani ademî sebep); aynı “su” için, “bitkinin yaşamasına ve büyümesine de sebeptir” diyemeyiz! Bu, mantık kurallarına aykırı olur…

Elhasıl: Kâinatta hiçbirşey, “mümkün” olduğu için olmuyor. Ama biz, devamlı olageldiği için, “mümkün(müş)” zannediyoruz! Bu, bize zihnimizin bir oyunu!

Bugünkü aklımızla, 15 yaşında dünyaya doğsaydık: “Beni buraya kim getirdi, nereden geldim, niye geldim!?… Aaa! Çok tuhaf!; Yumurtanın içerisinden ‘kuş’ çıkıyor!… Ayağımla basıp, elimle ufaladığım, renksiz, tatsız, kaba topraktan; çeşitli renk ve tatta, sanat eserleri çıkıyor!…” diye herşeye, her yere hayretle bakardık. Ama doğarken başlayan ülfet ve alışkanlık, bakışımızı büküyor! Herşeyle kurmamız gereken ünsiyeti kuramamamızın bedeli, ülfetimizle ödeniyor maalesef!…

Evet; herşeyin bir bedeli var: “Kâinattaki herşey; tabiî sebeplerle, yani maddenin tabiât ve özellikleri icabı, kendi kendine (yani failsiz ve ustasız) ve tesadüfen olması mümkün ki oluyor; oluyor ki demek ki olması mümkün” şeklindeki; kısırdöngüsel (kuyruğunu ısıran yılan gibi, fasid daire); yani delil ve müddeâ, sebep ve sonucun devamlı yerdeğiştirdiği totolojik, fasid kıyasına inanırsak; kendini gerçekleştiren inanç (veya iddiâ, kehanet) gibi; bize herşey öyle görünür. (Birileri beni takip ediyor veya insanlar, beni sevmiyor diye inanan birinin; insanlardan gördüğü her davranışı, öyle yorumlama ve anlamlandırma, yani öyle görmesi gibi.)

Elhasıl: “Allah yok(muş), görmüyor(muş), bu işleri o yapmıyor(muş)!” gibi inanır veya davranırsak; Rabbimiz de bize, öyle davranır! “Yok(muş)” gibi davranır! “Ben kulumun zannı üzereyim…” Hadis-i Kudsî’sine bu açıdan da bakılabilir.

Önceki yazılardan: “Sormadığımız sorunun, cevabını göremeyiz… Yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz… O hâlde; doğru cevaplardan önce, doğru soruları sormayı öğrenmeliyiz… Neyi ararsan, onu bulursun… Aradığın şeyi, kaybettiğin yerde ara… Doğru soru, ilmin yarısıdır…” gibi ifadeleri hatırlayanlarımız vardır muhakkak. İşte biz de; olaylara, olanlara, olgulara doğru sorularla yaklaşırsak, ancak o zaman görebiliriz, oradaki, olanlardaki cevabı! Yoksa; “Bu son paragrafta kaç tane ‘s’ harfi var?” sorusunu sormadan; o cevabı aramayız, görmeyiz, farketmeyiz!…

O hâlde kâinata bakarken, doğru soru nedir?, Evrene hangi soruların ışığında bakarsak, cevaplar görünür olur ve anlam arayışı son bulur? (Yola çıkmadan; en başta sorulması gereken, doğru soru bu bence!)

Bu sorunun cevabı, ayrı bir yazı, hattâ kitap konusu bence. Ama anahtar işlevi görecek, kısa bir cevabı var bence. O da şu: İnsan zihin ve nazarını kesrete ve afaka dağıtan sorular yerine; toplayıcı/birleştirici/bütüncül/holistik, yani “vahdet ve ehadiyet” odaklı sorular sormalıyız ki; akıl ve kalbimiz kendine gelsin ve birleşsin.

Meselâ: Kur’ân’dan mülhem; “Herşeyi emriyle yöneten ve kudret eliyle sevkeden Allah’tan başka, hangi sebep; yeryüzündeki tonlarca suyu arıtıp, göğe taşıyıp, tonlarca ağırlıktaki bulutlarla uzaklara nakledip, sonra muhtaçlara usulca indirir ve bunu milyonlarca yıl, defalarca yapar!?…” sorusu; muhatabın nazarını, vahdet – ehadiyete ayarlayan ve kalbini toparlayan güzel bir soru…

 

Modern – Seküler – Lâik Bilim/selliğin; Materyalist – Determinist – Natüralist Paradigması, neden Yanlış?

“Seküler Bilimsel Paradigma”, evrende olan hiçbirşeyi “açıklamaz.” Sadece; gözlem – ölçüm deneylerini veri ve sonuçlarını, “materyalist – determinist – natüralist” şablonda, “neden-sonuç” kurgusuna yerleştirir! Yani Bilim’in yaptığı, “Neyin – nasıl” gerçekleştiğidir; “neden – niçin” gerçekleştiği değil. Lâik Bilim/selliğin bu yaptığına ise; “açıklama” değil, “tespit ve tasvir” diyoruz. Modern Bilim’in bu: “Evrende neler ve nasıl gerçekleşiyor?” sorusuna verdiği cevaba, “tasvir” diyoruz. Tasvir ise, “neden – niçin”in cevabı değildir.

Meselâ: Yanıcı – yakıcı – patlayıcı gaz olan hidrojen ve oksijeni göstererek, bunların birleşiminden ortaya çıkan “serin sıvı su’nun sebebi bunlardır” demek ve buna “bileşik” ismini verip, karışımdan farkını anlatmak; suyun neden – niçinini çözmek ve açıklamak değildir. Yoksa ben bu olaya “bileşik” değil de, “sihir” ismi verseydim; sihir olmadığını nasıl ispat edecektiniz!? Evet; hidrojen ve oksijen, “Suyun yapıtaşları nedir?, Su, nelerden müteşekkildir?” sorusunun cevabıdır ancak! Daha fazlası değil.

Elhasıl: Varlığın; “vücuda gelmesi ve hareket ve sonuçlar”ı, kendisini aşar; ve daima, ‘eser / sonuç’, ‘sebep’ten daha mükemmel olup; doğal neden ve kendikendinelikle, nedensellenemez ve açıklanamaz.

Su örneğinden devam edersek; suyun özellikleri, onun inşasında kullanılan yapıtaşı ve cüzlerinde yokki; “suyun varlık ve özellikleri, bu cüzlerinden kaynaklanıyor” diyebilelim. Yani: “Suyun varlık ve özellik/sıfatlarının nedeni, hidrojen ve oksijendir” diyebilelim! Üstelik bu cüzlerde, suyun tam tersi özellikler varken; yani mantıken, buna imkân ve ihtimâl vermek bile, mümkün değilken!

“Suyun parça – bütün ilişki ve illiyetinde, mantık ve rasyonalite yok” derken; meselâ: Yoldan geçen bir adamı tutup, buraya getirsek. Yakıcı ve patlayıcı olan hidrojen ve oksijeni gösterip; “bunların birleşiminden ortaya ne gibi özelliklerde bir madde çıkar?” diye sorsak. O kişi, bunu akıl yürütmeyle, mantıkla çözemez. İllâ deney yapması; yani bu iki gazı belli oranlarda karıştırması veya bunu, bir kitaptan okuyup, öğrenmiş olması gerekir. Mantığını yürütse; bu iki yakıcı – patlayıcı gazın birleşmesiyle, en fazla, “yakıcı bir gaz”ın ortaya çıkmasının muhtemel olduğunu söyler. Yani: Bu iki gazın birleşiminden “sıvı” bir madde bile çıkacağını öngöremez. Akıl yürütmeyle, bunu bilemez. İllâ deney yapıp, görmesi veya bir yerlerden okuyarak öğrenmesi gerekir.

Bu hayalî temsildeki adam haklı! Çünkü: Meselâ ahşap ve taştan yapılan ev, ahşap ve taştan yapılmış ev olur; çünkü yapıtaşları “ahşap ve taş.” Yapıtaşları bunlardan müteşekkil olan bu evin inşası bittiğinde, o ev birden, yapıtaşlarından ayrı ve farklı “vücud ve özellikler”de, bambaşka birşeye ; meselâ “altın”a dönüşşe; üstelik ahşap ve taş’ın zıttına, bir de “metal ve iletkenlik” vücud ve özelliği kazansa; bu sihre şaşarız!… Ama “su”da, nedense hiçbir şaşkınlık yaşamıyoruz! “He bilim çözmüş; bileşik olunca böyle oluyormuş demekki…” diyoruz. Bu mu’cizevî olaya “bileşik” ismi verince; sanki muâmma çözülmüş ve açıklanmış illüzyonu yaşıyoruz!

Demek çağımıza hâkim olan, “Maddeperest – Esbapperest – Tabiâtperest – Tesadüfperest Bilim/sellik Felsefesinin ürün ve sonucu olan Bilim ve Ders kitaplarını okuyanların, kulaklarına üflenen “sihir” çok daha etkili ki;  normâlde evrende “gaz” hâlinde bulunan patlayıcı – yakıcı – yanıcı oksijen ve hidrojenden, serin ve sıvı ve söndürücü, ıslak “su” çıkması, bize gayet ma’kûl ve tabiî geliyor! Şapkadan tavşan çıkması kadar bile, bizi şaşırtmıyor bu olay!

“H2O”dan, su çıkması / olması; Yatay Sebep – Sonuç İlişki / etkileşiminin mi bir sonucu; yani “su”, bir “inşa ve te’sisin” mi sonucu!? Yoksa; (yukarıda izah ettiğimiz gibi) Dikey Sebep – Sonuç İlişkisinin mi; yani hiçten “ibda ve ihtira, icad ve yaratılışın” mı bir sonucu!?

Bu varlık ve özelliklerinin yok’tan yaratılışına “bileşik” ismi vermek ve kimyasal “karışım”dan farkını anlatmak; suyun, “neden – nasıl olduğu”nu çözmek ve açıklamak mıdır; yoksa sadece, olanı “tespit ve tasvir” midir!?

Konuyu biraz daha açarsak: “Su’yun sebebi nedir, nasıl meydana gelir?” sorusuna; indirgemeci bir metodla, suyu analiz ederek, bulduğun elementlere, ‘oksijen, hidrojen’ ismi vererek, sonra “2 hidrojen, 1 oksijenin birleşmesi sonucu, su olur” demek ve bu olaya “bileşik” ismi vererek, karışımdan farkını anlatmak; suyun ortaya çıkış (yaratılış) sebebini açıklamak değildir; su’yun, nasıl meydana geldiğinin sırrını çözmek değildir; sudaki özelliklerin nedenini bulmak hiç değildir! Sadece, ne ve nasıl olduğunun tasviridir ancak. Yani: “Neden ve niçin” sorusunun cevabı halâ muallâkta! Biz zaten şapkadan nasıl tavşan çıktığını soruyoruz! Parçasında olmayan , hattâ zıt özellikler taşıyan şeylerden, hangi hokup pokusla, su çıktığını soruyoruz!

Yukarıda dediğim gibi: Ben bu olaya; “bileşik “değil de, “sihir” ismini verseydim; sihir olmadığını nasıl ispat edecektiniz?

Elhasıl: Suyun yapıtaşlarını tespit edip, sürecin nasıl gerçekleştiğini tasvir ederek, buna “bileşik” ismi vererek; su’yun ve özelliklerinin, neden – niçinini çözmüş ve açıklamış olmayız.

Çünkü: Bilim’in bu izahı; “Suyun yapıtaşları nedir? Su’yun, fizikî vücudunun sebebi nedir?” gibi soruların cevabı olabilir ancak veya “suyun yaratılış sürecinin tasviri” olabilir ancak; “Su’yun özelliklerinin kaynağı nedir, suyun sıfatları nereden kaynaklanır?”ın değil.

Elhasıl: Su’yun varlık ve özelliklerinin kaynağı, suyun parça ve cüzlerinde bulunmaz; parçalarında bulunmadığı için de, parçalarına indirgenerek açıklanamaz. Böyle bir açıklama, mantık kurallarına uymaz. Bunun, hiçbir rasyonalitesi yoktur. Rasyonalitesi olsaydı; meselâ, tuğladan örülmüş bir duvarın, bittiği zaman, altın’dan duvar olmasına şaşırmamamız gerekirdi!..

Evet, bunun hiçbir mantıkî tabanı yoktur; çünkü cebinde parası olan, başkasına para verebilir ancak; ışık sahibi olan, ışık verebilir; ilmi olan, ilim verebilir; parça ve cüzler, kendilerinde olmayanı, birleşerek, bütün’de veremez!

Bilakis durum tam tersidir; çünkü: Hiç parası olmayanların biraraya gelmesi, toplamda, zenginliği arttırmaz, bilâkis fakirliği arttırır! İlmi olmayanların toplanması; toplamda ilmi arttırmaz; bilakis cehaleti arttırır. Körlerin toplanması, körlüğü arttırır…

Madem “bütün”ün özellikleri, cüzlerinde yok ve cüzlerinde olma ihtimâli de yok; o hâlde, “bütün’ün dışına bakmak gerekir, resmin bütününe; hattâ zamanı da katarak, filmin bütününe!

Elhasıl: Su’yun varlık ve özellikleri; Yatay Determinizm ve sebep – sonuç ilişki ve illiyetiyle, açıklanamaz. Çünkü: Su’yun, rasyonalitesi yoktur. Bu mu’cizevî olayı; “materyalist – determinist – natüralist” şablon – kavramlara dökerek, “sebep – sonuç” kalıp ve kurguları üzerinden yapılan her ‘bilimsel açıklama’; aslında ‘açıklama’ olmayıp, sadece süreç – durum tasvirinden ibarettir.

Yani: Su’yun; tabiî ve maddî sebeplerin, fizikî ve kimyevî süreçlerin, mantıkî ve doğal bir sonucu olduğu, ispat edilemez. Seküler Bilimselliğin; analitik ve parçalayıp – indirgemeci bakışıyla, bu açıklanamaz!

Üstelik “su”, bu konuda tek örnekte değildir. Çünkü: Kâinatın hammaddesi olan, yaklaşık 114 küsur elementin veya cüzleri olan atomlar ve alt parçalarının, “hammaddeleri” aynı olduğu halde, bunların değişik kombinasyon ve şekil, sayı ve uzay – geometrilerde bağlanmalarıyla; çok farklı özellik ve sıfatlarda, “maddeler ve özellikleri”, hiçten icad ve yaratılıyor!

Yani “su” gibi, bunların da varlık ve taşıdıkları özellikler, yapıtaşı ve cüzlerinden kaynaklanmıyor! Kendi tabiât ve tabiî özelliklerinden, sebeplerinden kaynaklanmıyor.

Evet 114 küsur element ve/veya atomlarının hammaddeleri aynı. Uzayda diziliş ve geometri, sayı ve bağlantı biçimleriyle; Büyük Kâinat Ekranında, ozon veya oksijen, hidrojen veya helyum beliriyor…

Olayı metaforize edersek: Atom veya hammaddelerini, “mısır taneleri” gibi düşünürsek; bunlar değişik kombinasyonlarda birleşince; “altın, flor, gümüş, demir…” oluyor; sonra ayrılınca, gene “mısır tanesi” oluyorlar!..

Elhasıl: Gördüğümüz iki boyutlu, cansız bir resimde, ressamın görünmesi gibi; yazılı bir “A” harfinde, yazarın görünmesi gibi; çok boyutlu ve üstelik canlı ve hareketli Kâinat Kitabında, Kâinat Ekranında, Allahû Teâlâ çok açık ve net ve berrak görünüyor ama Modern – Seküler – Lâik Bilimselliğin Epistemolojisi ve zihnimize kodlayıp – inandırdığı “kendi kendine çalışan otomatik evren” tasavvurunun telkin ve efsunuyla hipnotize olduğumuz için, bir nevi uykuda yaşayıp, kendimizi ayık zannediyoruz! Ayık zannettiğimiz için de, uyanmaya çalışmıyoruz.

Çağdaş Bilim/sellik Epistemolojisinin zihnimize çizdiği ve hapsettiği sahte ve sanal bir evren tasavvuru bu! Matrix’te denildiği gibi: “Zihnimizin içi, bir hapishane!” Bu Bilim; bize bir masal, bir hikâye anlatıyor! Ve bizim, buna inanmamızı istiyor! Halbuki: Eser, fiilsiz ve ustasız ve fiil de, failsiz olamayacağı, en basit ve zorunlu Mantık Kuralı!

 

Cansız Mona Lisa’nın bile ressamı varken, Canlı ve hakiki Mona Lisalar’ın ressamı neden yok!?

İşin ilginç yanı:

Cansız, 2 boyutlu Mona Lisa resminin neden – niçin – nasılını açıklamak ve bu sanat eserinin, nasıl meydana geldiğini nedensellemek için; resmin, “hem her yerinde olan ve hem de hiçbir yerinde olmayan”, yani üçüncü bir boyuttaki; bir “fail ve özne ve ressamı” (yani görmediğimiz, deneyselleyemediğimiz, bize öyle söylenen, geçmişteki Da Vinci’yi) kabul etmek, mantıken zorunluyken ve buna itirazımız yokken… Sahte olmayan, yani “resim” olmayan, hakiki ve canlı milyarlarca Mona Lisa için; “hem yerde olan ve hem de hiçbir yerde olmayan”, Allahû Teâlâ’ya inanmamak, kabul etmemek, fizik – kimya – biyoloji makalelerinde yer vermemek; üstelik bu absürd davranışı, bilimsel görmek; rasyonel ve mantıki ve tutarlı bir düşünce sanılıyor!

Sahte ve cansız Mona Lisa resmini geçtik, “Mona Lisa” kelimesini bile, birbirine muhalif yönlerden esen “elektromagnetizma rüzgârları”yla harekete geçen, “atom kalem/noktaları”yla nedenselleyemezken, hakiki ve canlı ve üstelik çok boyutlu Mona Lisaların, neden – nasılını çözdüğünü iddiâ ediyor, Ateist – Materyalist Bilim! Bize, bu algı ve imajı telkin ediyor!

Bu ateist – materyalist ve natüralist – determinist paradigmalara esir düşmüş Seküler – Lâik Bilim/selliğin, bu felsefelerden dezenfekte edilip, ayıklanması gerekiyor ki; bilim ve ders kitaplarındaki, bu nevi telkin ve tekrar ve subliminâl meajlarla, endoktrine ve hipnotize olmaktan kurtulalım, ayılalım!

 

Evrendeki herşey Kendi kendine mi oluyor/oluşuyor; yoksa, biri mi yapıyor?!

Elhasıl: Modern Bilim/selliğin evren hakkında yaptığı şey: Ham gözlem – deney – ölçüm veri ve bilgilerini; Ateist ve Materyalist, Natüralist ve Determinist Şablon ve Kurguya yerleştirdiği; bir “tasvir”dir. Tasvir ise, “açıklama ve nedenselleme” değildir.

Modern – Seküler – Lâik Bilim/sellik Epistemolojisi; evrendeki olay ve olguları açıklarken şu dilsel formatı kullanır:

“Bu iş/olay; şu sebep – sonuç ilişkisi; falan tabiat kuvveti, filan enerji ve basınç, bu fizik – kimya kanunu, şu dönüşüm – çevrim veya gelişim – adaptasyonla oluyor / olur…”

Bu dilsel formatta sunulan ve bize “Din ve inançtan bağımsız ve ayrı Bilim, tarafsız ve nesnel Bilgi, olgusal ve nötr Bilimsel Bilgi” diye iddiâ edilen; halbuki ateist-deist ve materyalist, natüralist ve determinist arkafon ve bağlamda inşa edilip, kurgulanmış bu gözlem – ölçüm – deney veri ve bilgileri, bize eksik ve yanlış bir  “varlık ve bilgi tasavvuru” kodlayıp, bilinçaltımıza enjekte eder.

Çünkü: Bu Bilimsel Bilgi Formatının; “Bu bu olay; şu şu madde ve sebep, ilişki ve mekanizmalarla oluyor/olmakta” şablonlu (güya evren, kendi kendine otomatik olarak işleyen süper bir bilgisayar ve makinaymış gibi!) ifadeleri; “Bu işi Allahû Teâlâ yapmıyor/karışmıyor!… Bu işler, O’ndan bağımsız ve ayrı, kendi kendine otomatikman oluyor ve olması zaten mümkün!… Sanki Allah yok(muş); varsa ve olsa bile bu işleyişe karışmıyor(muş)!..” demenin, asimetrik ve tersinden ifadesidir!

Bu tür gizli ve asimetrik ifadeler, bilinçli kulağımıza direkt “Allah yok(muş); varsa ve olsa bile, işleyişe karışmıyor(muş)!… Evrendeki faâliyetleri O yapmıyor(muş)!” demekten, çok daha etkili ve te’sirlidir. Çünkü: Mesaj; derinden ve bilincimizin işitemeyeceği desibelde, fısıltıyla bilinçaltımıza gönderildiğinden, bizde herhangi bir tepki ve itiraz doğurmaz.

Bu tür “esbapperest” (determinist) ve “tabiatperest” (natüralist) kurgu ve şablon üzerinden yapılan; yani “otomatik çalışan evren” tasavvur ve aksiyom ve önkabulüne yaslanan; bu tasavvura göre, kalıba dökülen gözlem – deney – ölçüm bilgileri; bu “ateist-deistik” algı ve anlamlandırmalar; bilincimiz farketmeden, (yani subliminâl mesaj ve telkin-tekrarlarla) bilinçaltımızı formatlar ve ateist-deist ve materyalist, natüralist felsefenin şablonları üzerinden, yeniden kodlar ve programlar.

Seküler Bilimselliğin bu hipnotik ve efsunlu dil kalıpları, “Allah yok(muş); varsa ve olsa bile işleyişe karışmıyor(muş)!” algı ve inancını, kâlp ve bilinçaltımıza programlar ve yönlendirir. Artık baktığımız herşeyi bu algı ve imaj üzerinden görmeye başlarız. Bir resme bakarken; reflektif çağırışımla, derhal bilincimize gelen “görmediğimiz ressam”ın varlığı ve bu resmi yapmış olması; “Allah – İnsan – Kâinat” düzleminde kopmuş olur! Ve sonunda, hiçbirşey bize O’nu hatırlatmaz olur! Çünkü zihnimizdeki Müslümanca düşünce ve tasavvur kodları bozulmuş ve artık kâinatı, bir ateist-deist veya agnostiğin bakış açısıyla görmeye ve anlamlandırmaya başlarız!

Bilimsel gözlem – ölçüm bilgi ve ifadelerinde saklı ve dürülü olan; yani bilinçli aklımızın duyamayacağı şiddet ve frekansta; yani sessizce ve derinden, bilinçsiz akıl ve kalbimize üflenip, fısıldanan; Seküler – Lâik Bilimselliğin bu tür Hipnotik Dil Kalıplar; camide ve bayramda Müslüman, diğer yerlerde seküler-lâik; yani part-time bir Müslüman doğurur.

Nesnel ve olgusal, objektif ve nötr Bilimsel Bilgi” ambalajıyla sunulan ve bizim de öyle olduğuna inandığımız, bu tür kirli ve virüslü bilgiler, bir trojan ve Truva Atı gibi; bilinçaltımızın derinliklerine sızar ve anaokulundan beri ve medyada yapılan tekrar ve telkinlerle; kök salıp, büyümeye ve sonra da; zihin – kâlp ve ruhumuza dal budak verip; oradan da, algı ve anlamlandırma, tasavvur ve davranışlarımıza sirayet eder!

Gözümüzü açtığımızdan beri maruz kaldığımız bu hipnotik/bilinçaltı mesaj ve tekrar, telkin ve yönlendirmeler neticesinde; kalbi, “müslüman”; fakat zekâsı, bakışı, nazarı “kâfir (ateist)” ve/veya “müşrik (deist)”; bir nevi şizofrenik (çifte gerçekli) bir insan çıkar ortaya!

Sonra da: “Nedenlerle açıklayabildiğini, nedenlere; nedenlerle açıklayamadığını da, Allahû Teâlâ’ya verip.”… Bu yanlış mantıkla; güya Rabbimiz’i ispat ettiğini düşünen, başka bir insan çıkar ortaya!

Halbuki: “Nedenlerini bildiklerimizi, nedenlere; bilmediklerimizi veya henüz bilemediklerimizi de, Allah’a vermek” şeklinde yaptığımızı sandığımız bu ispat yöntemi; “cehalet ve bilmediklerimiz” üzerine inşa edilmiş, birşeye iman ediyormuşuz kozu verir, karşı tarafa! Bu sebepten; kâinatta “sebepler”in rolü ve ne hikmete binaen te’sis edildiklerini, kafamızda netleştirmemiz gerekiyor.

Ve Stratejik Eylem Plânı olarak:

İyi bir “bilim okuryazarı” olup; ham Bilimsel Verilerin, bize ifade edilirken, kurulan cümle ve seçilen kelimelerin, hangi arkafon / zemin ve bağlamda (kontekst) inşa edildiğini farkedebilmemiz ve bunu ham Bilimsel Veri ve bilgiden, ayırmamız ve İslâmî nazarla, yeniden revize edip, güncellememiz gerekiyor. Yani: Bilimsel Bilgi ve İfadelerdeki, Hipnotik Dil Kalıplarını tespit edip, temizlemek için; bu kirli ve virütik/virüslü bilgilere karşı, bir “Antivirüs Programı” geliştirmeliyiz.

İkinci aşama olarak da:

Çağımıza hâkim olan, bu Modern – Seküler – Lâik Bilim(sellik) Epistemolojisine alternatif, yeni bir “İslâmî Epistemoloji” ve Bilim anlayışı; yeni bir Varlık ve Bilgi Nazariyesi geliştirmeliyiz. Yani önce teşhis, sonra tedavi.

 

“İnanma – İnanmama”nın, ortası veya Dış ve Objektif noktası Yoktur

Çünkü: Önceki yazılarımızda dediğimiz gibi: “İnanıp – inanmamak”tan bağımsız ve ayrı ve bu iki şıkka tarafsız ve eşit mesafeden bakılabilen; yani nötr ve objektif bir “bilgi biçimi” ve “ifade biçimi” mümkün değildir. Çünkü: Kâinatta, gözleyip – incelediğimiz birşeye; ya “Yaratıcı ve yöneticisi var(mış)” gibi veya “yok(muş)” gibi bakabiliriz. Ve başlangıçta seçtiğimiz, bu şıkka göre; gözlem bilgilerimizi ifade ederiz. Çünkü: Dilin mantığı ve Mantığın dili icabı, bu iki şıkkın ortası veya dış gözlem ve koordinat noktası yok! Diğer deyişle: Epistemolojik ve ontolojik açıdan; seçebileceğimiz, gidebileceğimiz, bakabileceğimiz üçüncü bir alternatif, üçüncü bir şık yok!

Modern Bilim; hak – bâtıl tüm “inançlar”ı, ‘bilgi’nin nesnellik ve objektifliğini bozan bir “virüs” gibi gördüğü için; “inançsızlık” tarafına geçmiştir! Halbuki: “İnançsızlık” da, bir “subjektif” algı ve tutumun sonucudur. Yani: İnanç gibi; inançsızlık da, “subjektif” bir tutumdur!

Ülke ve kültürleri aşıp; çağımızda, genelgeçer ve anaakım olmuş; Modern – Seküler – Lâik Bilim/sellik Felsefe ve epistemesi, bu subjektif ve taraflı tutumu sebebiyle; evrenden elde ettiği bilimsel gözlem – ölçüm bilgi ve verilerini; bir ateistin bakış açısına göre dizayn eder. Kâinattan topladığı “Bilimsel Bilgi ve data / veri”yi; ateist – materyalist – natüralist kontekst ve bağlamda, inşa ve ifade eder…

Bu, “Din dersi – Fen dersi” ayrımlarının, mantıken mümkün olmaması bir yana. Reel uygulanabilirliği ve sürdürülebilir gerçekliği olmayan; bu sahte ve sanal ayrımları, dinimiz de kabul etmez.

Yani: “Rabbimiz, Peygamber, Kitap…” sadece “Din dersi”nin konusu olmadığı gibi; “madde – enerji, uzay – zaman…” gibi, Rabbimiz’in fiil ve eserleri de; sadece “Fizik – Kimya – Biyoloji” gibi derslerin konusu değildir. Dinimizin; bütüncül ve holistik, “Tevhid Paradigma”sı, bu sahte ayrımlara izin vermez; yukarıda anlattığımız, üçüncü şıkkın muhâl olması sebebiyle, bunu; sürdürülebilir, reel ve mantıkî de görmez.

 

Bilgi (knowledge) ve Bilim (science) kavramları, Eşanlamlı değildir

Seküler – Lâik Bilim’in bu yanlış epistemoloji ve felsefesine ve bu anlayışla yazılmış bilim ve ders kitaplarına çözüm önerisi olarak; yola çıkmadan önce yapılması gereken ilk şey; doğru bir, kavram şema ve anlam haritalarımızı üretmek ve üzerlerinde mutabakat sağlamak olmalıdır.

Meselâ: “Bilgi(ilim, veri / data – information – knowledge) ve “Bilim(science) ayrımını yapmakla, işe başlayabiliriz. Kâinat ve içindeki “bilgi”nin (veri / data – information – knowledge), “seküler ve lâik (daha doğrusu, ‘dinden bağımsız’; daha doğrusu ‘ateist’), Bilim/sellik Kriter ve yöntemlerine göre, gözlem – ölçüm ve yorumlanması sonucu elde edilmiş, dezenformatif ve manipülâtif “filtreli bilgi”ye; yani “bilgi”nin “seküler – lâik bilimsellik” prizma ve yorum / filtresinden geçmiş hâline, “bilim(science) diyoruz biz.

Allah’ın olmadığı (ateizm / inkâr); varsa ve olsa bile, işleyişe karışmadığı (deizm / şirk)” şeklinde özetlenebilecek, bir “evren tasavvuru”na dayanan; bu Bilim Anlayışını (ontoloji ve epistemolojisini) kabul etmek zorunda değiliz.

Bilimsel yayın ve ders kitaplarında: “İlâhî yerine, tabiî; yaratma yerine, oluşum; sevk-i ilâhî ve ilham yerine, sevk-i tabiî ve içgüdü; Allah’ın mu’cizesi yerine, tabiatın mu’cizesi; Allah’ın izni ve iradesi yerine, tesadüfen ve rastgele olduğu…” gibi; bu algı ve altmesajı içeren; “failsiz ve öznesiz veya sahte failli” kavram ve ifadelerin kullanılmasının; Bilimsel Yayın ve müfredat şartı olarak, dikte edilmesine karşıyız.

Madde ve Enerji + Uzun Zaman ve Tesadüf + Tabiât ve Zorunluluk + Kanun ve Evrim = Herşey Mümkün” aksiyom / önvarsayım / inancınıza göre kurguladığınız, bu Evren Modelinizi kabul etmiyoruz…

Çünkü: Mevcut Bilim ve Ders kitaplarına hâkim olan, bu “ateist – deist ve materyalist – natüralist” anlayış sebebiyle; bu kitaplarda, kâinatın işleyişi hakkında önümüze getirilen her “neden ve mekanizma”, her “tasvir ve açıklama”; zihnimizde, “varlık ile Rabbimiz” arasındaki münasebet iplerini, her gün, biraz daha kesmekte ve kopartmakta. ‘Bilimsel Bilgi’ ambalajlı, bu ateist ve natüralist, kirli, virütik Bilim/sellik’iniz; algı ve anlam dünyamızı ve çağrışımlarımızı bozmakta.

Çünkü: Kâinatın; böyle, (güya) “Rabbimiz’den bağımsız ve ayrı ve O’na ihtiyaç duymadan”; güya “otomatik bir makina ve bilgisayar” gibi; “kendi kendine” işlediği; algı ve altmesajını (subliminâl mesaj) enjekte ve endoktrine eden; bu bilim ve ders kitaplarının; anaokulundan beri, defalarca telkin ve tekrarı; müslümanca düşünme meleke ve refleksimizi kaybetmemize neden olmakta.

Sonuç olarak: Okullardaki ‘fizik, kimya, biyoloji, coğrafya vs…’ tüm ders kitapları ve müfredat; bu kirli ve virüslü bilgilerden dezenfekte edilip, temizlenmedikçe; ve bu kitaplar, yeniden, kendi kavram ve anlam ve medeniyyet haritalarımıza göre yazılmadıkça; okulda öğrenciye, haftada 1000 saat Din dersi, Siyer dersi de versek; hattâ tüm Kur’ân-ı Kerim ve Hadisleri de ezberletsek; (bozuk arabaya, en kaliteli benzini de koysak, fayda etmemesi veya hasta insana, gıda fayda etmemesi; hattâ zarar verebilmesi gibi;) o öğrenci ve insanda, beklenen, zihin ve davranış değişikliğini meydana getirmez.

Çünkü, Fen dersinde: “Yağmur; şu şu sebep – mekanizmalarla yağar…” deyip, sonraki Din dersinde: “Yağmur; Allah sebebiyle ve O’nun rahmet ve ihsan ve ni’meti olarak yağar…” arasındaki; kopukluk ve boşluğu kapatabilecek, bilgi ve verilerden, çoğumuz mahrum!

Mahrum olduğumuz için de:

“Madem, yağmur; şu şu sebep – mekanizmalarla yağıyor. O hâlde; Allahü Teâlâ neresinde bu işin!? Mâdem, Bilim’in gösterdiği bu maddî neden ve sistemler bu işi yapabiliyor ve yapıyor; o hâlde, benim Allah’a inanmak için; aklî veya gözlemsel gerekçe ve delilim nedir!? Seküler – Lâik Bilim/sellik’in çizdiği bu deterministik evrende, Tanrı ne iş yapar veya Tanrı’ya gerek var mı!?” gibi soru ve şüphelere cevap verebilecek bilgiden yoksun olanlarımız; ateist olabiliyor veya deist olup; farazî bir “İlk Neden Tanrısı”na inanmaya başlıyor!

Elhasıl: Güya “inanıp – inanmamak”tan bağımsız ve ayrı; güya “seküler – lâik” eğitim diyerek; aslında, bir “ateist – natüralist”in gözüyle ve onların kullanabileceği kavram ve ifadelerle yazılmış, bu fen ve ders kitapları ve müfredatla; kendi anlam küremize yabancı olan bu okullar; bizce, ‘misyoner’ okullarından çok daha tehlikeli ve zararlı olmaktadır!

Gizli İkna Metodu ve bilinçaltı (subliminâl) mesajlarla zihnimize kodlanan bu “ateist – deist ve naütalist” inanç/sızlık ve felsefeler; bu Yanlış Bilgi Virüsleri’ni zihnimize zerkeden; bu bilim ve ders kitapları; alenî ve aşikâr, küfür ve şirkin, reklâm ve propagandasını yapan, kitap ve yayınlardan çok daha tehlikeli ve zararlıdır!

Çünkü: “İnanmak – İnanmamak’tan bağımsız ve ayrı, objektif ve nötr Bilim” diyerek; “seküler ve lâik eğitim” diyerek; bu algı ve ambalajlarla zihnimize telkin ve ilka edilen, bu “kirli ve virüslü bilgiler”e karşı; herhangi bir savunma ve antivirüs kalkanlarımız olmadığı için; bu virüsleri farkedemez ve bunları, zihin ve anlam dünyamıza buyur ederiz.

Bu şekilde, bilinçaltı (veya bilinçdışı) mesajlarla; yani gizli ve sinsi olarak, “ateizm – materyalizm ve natüralizm”i zihnimize kodlayan ve bizi formatlayıp, yeniden programlayan, bu tür bilim ve ders kitapları; küfür ve şirkin, alenî reklâm ve propagandasını yapan, kitap ve yayınlardan, çok daha etkili ve tehlikeli ve zararlıdır!

Share

Yorum ekleyebilirsiniz...