İslâmiyet’in doğru olduğunu “biliyor” muyuz; yoksa “inanıyor” muyuz?

agac2

Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.A.) “Medresetüz Zehra” Projesi kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları Ve İslâmî Bilim’e Niçin Geçmeliyiz?” konulu Kitap Çalışmamızın çerçeve yazısı niteliğindeki Yazı dizimize devam etmeden önce; bazı konulardaki bilgi eksikliğinin doğurduğu; kavram kargaşası ve anlam bulanıklığını gidermemiz gerekiyor.

Çünkü çoğu kez; yanlış bilmek, hiç bilmemekten çok daha tehlikelidir. Hiç bilmemek “cehaletse”, yanlış bilmek “kat kat cehalettir”; çünkü bilmediğini de bilmez ki doğrusunu öğrensin, çünkü cehaletine ilmi yok! İşte ateist – materyalist Bilim’in, en dehşetli zararlarından birisi de budur, yani: Öğrenilmiş Cehalet! Cahillliğin en kötüsü belki de “öğrenilmiş cehalet”tir. Böyleleri “doğrusunu biliyorum” diyerek; bu konuda bir merak ve arayışa girmezler. Yani cehaletlerine ilimleri yoktur ki, soruları olsun. Sorulan sorulardan ziyade, sorulmayanlardan korkmalı. Sorduklarımızdan değil, sormadıklarımızdan korkmalı bence.

Birinci Yanlış: Bu Yazı Dizisi ne dinî, ne felsefî, ne de bilimsel bir yazıdır. Çünkü “gerçek” gerçektir, dinisi – dinsizi, felsefî veya bilimseli ol(a)maz. Çünkü “hak” hak oluş keyfiyetiyle ve tanım olarak izafî ve değişken değildir. Fakat “hak”ka ait bilgi demek olan “hakikât”, izafî ve değişkendir. Çünkü araya “bilgiyi öğrenen, edinen” mahlûk (burada insan) giriyor ki, bu mahlûkların çeşitliliği ve bulundukları boyut ve bakış açı ve nazar ve sınırlılıkları ve lisanda bunun ifade edilerek, kelimelere dökülmesi; “hak”kın bilgisi olan “hakikât”te çeşitliliğe ve izafîliğe yolaçıyor.

Yani nazar, niyet ve sınırlılıklar, bir de görülenin tam kelimelerle tespit ve ifade edil(e)memesi üstüne eklenince, bu ayrı bir izafîliğe daha neden oluyor ki bunun nedeni: Tüm kelime ve kavramların, mecaz / metafor / temsil olmasından kaynaklanıyor; yani “kelime / kavramlar” işarettir sadece, işaret ettikleri şeyin kendisi değil. Nasıl ki hakikât, hak’ın kendisi değil; öyle de kelime ve lisanda bunun ifadesi de hakikâtin kendisi değil; sadece bir işaret ve temsilidir. Sonuç: “Hakikât”, yaşa(n)madan bilin(e)mez; bildiğimiz şey hakikat’in sözlü ifadesi olabilir ancak.

İkincisi: Bir ifadenin “bilimsel olmaması” ayrı şey, “doğru olmaması” ayrı şeydir; çünkü “bilim”, “bilgi”ye eşit değildir, olsa olsa ve sadece mevcut bilgi’nin 5 duyuya daraltılmış ve saptırılmış bir hâlidir! Tıpkı “bilgi” (data – information – knowledge) ile “bilim”in (science) aynı şeyler olmaması gibi.

“Bilim”; “bilgi”yi, evrendeki işleyişin bilgisini bulmaya çalışan bir yöntem ve sonucu olabilir ancak, fazlası değil. Bilimsel Bilim’in konusu olan aynı kâinata bakarak ve 5 duyuyla kendini sınırlamayarak [mes’elâ “akıl” 6. duyu olup, gördüğünden gör(e)mediğini bulmaya yarar, insanda bunun gibi daha başka maddî – manevî çeşitte duyular da var]; Bilim’in bulamadıklarını gösteren ve gördüğü hâlde yanlış anladıklarını veya çarpıttıklarını düzelten başka bir Bilgi Yöntem’i daha var ki, biz buna “İslâmî Bilim” ismini verdik.

Zaten “bilgi” ve “bilgi edinme” denilen şey; mahsusatı (görünüp, algılananları, yani hissedilenleri); ma’kulâta (aklî kavram, kanun, sınıflandırma, model, paradigma) çevirme veya görünen eşyadan görünmeyenleri (kanun, sınıf, ilişki, model vs.) veya değişen eşyada değişmeyen sabiteler arama ve bulma işi ve sonucu olduğu için; Rabbimiz yarattıkları (mahlûkat) ve yaratma şekillerini (Sünnetullah) inceleyen Bilim’in, Rabbimiz’e yokmuş gibi davranması, cehalet ve gafletten öte nankörlük ve hakarettir! Tıpkı bir yazarın eserini “o yazmadı, ben yazdım” veya “başkası yazdı” demek gibi veya birisinin eşyasını gasbetmek gibi veya Mona Lisa tablosunu saatlerce anlatıp, hakkında kitap yazıp, Da Vinci’den hiç bahsetmemek, ondan kopuk ve ilgisizmiş gibi veya aciz ve fakir ve seni tanımaz hizmetçi eliyle sana ikram edilen sıfır arabayı tepe tepe kullanmak ama göndereni hiç merak etmemek veya hizmetçiden bilerek, sadece ona minnettar olup, sevmek gibi…

Elhasıl İslâmî Bilim, “doğru – iyi – güzel”den taraf olacak ve doğruyu bulduktan sonra da nesnellik ve objektifliği bırakıp; olaylara bakılması gereken doğru perspektif ve taraftan bakacak. Yani Allahu Tealâ yokmuş gibi yapmayacak! Yani “ateist – materyalist – determinist ve natüralist” inançta olup, bir de bunun ispatına çalışan, üstüne üstlük “objektif ve tarafsız ve inanç / değerden bağımsızız” yalanı söyleyen Bilimsel Bilim gibi insanlara ikiyüzlü davranmayacak ve Allahu Teâlâ’ya nankör ve asi olmayacak! O’nun fiil ve eserlerinin te’lif hakkını yemeyecek; O’nun icraat, İlâhî Kanun, Sünnetullah’ını, “Tabiat, Doğa – Fizik Kanunu” diye isimlendirip; sebeplere, maddeye dağıtmayacak!

Hiçbirşey kendi kendine ve tabiat, sebeplerle ol(a)madığı ve ol(a)mayacağı için; gördüklerine “oluşma, oluşum, varlık” değil, “yaratma, yaratılmış” diyecek. Yani ,herşeyi olması gereken yere koyup; ni’mete “ni’met”, rızıka “rızık”, rahmete “rahmet” diyecek! Güya objektif ve tarafsızmış rolü yapıp; kâinattaki mevcudat ve faaliyetleri isimlendirip, tasvir ederken, ateist – materyalist veya agnostik subjektiviteye düşmeyecek!

Üçüncüsü: “Delil” ile “ispat”ın aynı şeyler olduğuna inanılması ve bununla bağlantılı olarak, “bilgi’ ve “inanç” arasında fark olduğu; yani “bilmek’ ve ‘inanmak’ın farklı ve ayrı kategoriler olduğu” yanlışı.

Hakikâtte “delil” = “ispat” değildir. Gerçek şu ki; ispat, adet / miktarların ilmi “matematik”in soyut evreninde geçerlidir sadece! O da 1 = 1 ise; 1 + 1’in, 2 yaptığı ispat edilebilir. Somut evrende ise, aynı cinsten bile olsa birbirine eşit 2 varlık olmadığından; bunların sadece “adet / miktar” gibi soyut özellikleri eşittir. “Ağırlık, hacim, ebat, uzay – zamandaki konumları, yaş, tecrübe vs.” diğer tüm özellik ve sıfatları farklıdır; yani hiçbir şey birbirinin aynı ve eşiti değildir. Herhangi birşeyi, diğer şeylerden ayıran ve fark ettiren, kendisine özel ve biricik en az bir özelliği vardır, kâinatta o boşluğu sadece o doldurabiliyordur ki Rabbimiz’in onu yaratma hikmetlerinden biri de budur zaten.

Konuya hukuktan başka bir örnek: Mahkemede kişi “cinayeti ben işledim” dese bile, bu cinayeti onun işlediğinin “ispat”ı olmaz ama “delil”i olabilir. İspat değildir bu, çünkü başkasının suçunu üstlenme ihtimali var. Bu sebepten, cinayet aletinde parmak izi bile tespit edilse; katil olduğu  ispat edilmiş olmaz; hem onun parmak izini başkası da oraya koymuş olabilir veya önceden ekmek kestiği için parmak izi kalmış bıçakla cinayeti işlemiş olabilir asıl katil. Hatta sesli görüntü kayıtları bile olsa, ispat sayılmaz bu. Çünkü o şahsı “film çekiyoruz; şu kadar paraya şu kadar saniye figüran olarak katil rolü oynar mısın?” gibilerinden cinayet senaryosunda oynatıp, sonra olayın canlandırıldığı aynı yere filmdeki maktulün, bu sefer gerçek naaşını koymuş olabilirler! Teknolojinin geliştiği günümüzde bunun başka yolları da mümkün ve vâki.

Örnekler çoğaltılabilir, sonuç olarak: Araştırılan bir konuda delillerin çokluğu, araştırılan konunun doğruluk ihtimalini arttırır; yani delillerin, ispat edilmeye çalışılan konuda “kesin bilgi”ye yaklaştıran bir işlevi vardır. Ama kesinlikle delil’in kendisi, ispat değildir ve o olaya bizzat şahit olmak anlamında “kesin bilgi”nin kendisi gibi ol(a)maz, kesin bilgi’ye eşitlenemez! Yani “delil” ile “ispat” arasında (deliller nitelik ve nicelik olarak ne kadar fazla sayıda olursa olsun, bu delillerden “ispat” ve / veya “gerçek”e ne kadar yaklaşılırsa yaklaşılsın); hep bir mesafe ve ayrılık olacaktır! İşte bu aradaki mesafeyi “inanç”la dolduruyoruz! Daha doğrusu; o boşluğun büyüklüğüne göre “zan, şek, şüphe, vehim, vesvese, kanaat, bilgi, inanç” gibi farklı isim ve frekanslarda tavırlar alıyoruz.

Sonuç olarak % 100 “ispat”; hatta kendimiz bizzat yaşayarak gördüğümüz bu dünyadaki eşyanın kendisi hakkında bile “kesin bilgi” yok. Çünkü şu yaşadığımız hayat ve dünyanın “rü’ya” ve “vizyon” cinsi birşey olup olmadığı konusu, mantıkî veya bilimsel veya başka yöntemlerle ispatı edilemez, hatta buna delil bile bulunamaz; çünkü bütün bunlar bir rü’yaysa, getireceğimiz delil – deney – gözlemler gene rü’ya içerisinden olacağından, geçersiz olacaktır! Rü’ya olup olmamasını geçtik, mes’elâ bizzat görerek şahit olduğumuz “yağmurun yağması” hâdisesinde bile; yani yağmurun yağdığına emin olup, bu konuda birinci elden kesin bilgi sahibi olmamız bile; gözlerimizin sağlıklı olduğu veya akıl sağlığımızın yerinde olup, halüsinasyon görmediğimiz veya bir ilüzyon ve serap gibi bir aldanmayla karşı karşıya olmadığımız inancına dayanmakta!

Başlangıçta ayağımızı sabit bir yere tespit edebilmek, basabilmek için, hiçbir delil – ispat prosedürüne gerek ve ihtiyaç kalmayacak açıklıkta doğruluk ve kesinliği bizce alenî ve apaçık olan “aksiyom, postulatlar”ımız veya delilsiz – ispatsız “doğru” kabul etmemiz zorunlu olan “varsayım / önkabüllerimiz” olacak ki; bilgimizi bu temel ve zemin üzerine inşa edebilelim; buraya basarak bilgimizi inşa edip, yönümüzü çizebilelim.

Nerede kalmıştık?: Delil – ispat prosedürü” kullanılan herşeyde, aslında “görmeden doğruluğuna inanılan” veya “görmeden doğruluğu bilinen” birşeyden bahsediyoruz demektir; çünkü görülen / algılanan şeyin zaten “delil – ispat”a ihtiyacı yoktur. Bu geçen son cümlede “inanmak” ile “bilmek” arasındaki tanım ve ayrım flulâştı!

Sonuç olarak: Bilimsel Bilim’in delil – ispat süreciyle elde ettiği bilgiler, “görmeden inanmaya” (siz isterseniz bu inancınıza “bilmek” deyin farketmez) karşılık gelir. Bu Bilimsel Bilgilerin, bilimsel ve doğru olduğuna görmeden inanıyoruz, yani elde edilmiş delil – ispatlarla veya elde edildiğini söyleyenlerin sözüne inanmamızla biliyor veya inanıyoruz bu veriye, haberin doğruluğuna. Yani görmediğimiz herşey salt “inanç”ın konusuna girmez, aynı zaman da “bilgi”nin de konusudur bu. Yani “bilgi” ve “inanç” arasındaki ayrım yapay olup, gerçekle birebir örtüşmez. Bu, insan zihin ve algısını bozan ve manipüle eden sahte bir ayrım, bir yanılsamadır.

Bizzat okuyarak, işiterek öğrendiğimiz “naklî bilgiler”in doğruluk ve kesinliğine, hatta bunun “bilgi, doğru bilgi” olduğuna; nakleden kaynakların yalan söylemediği veya yanıl(a)mayacağına duyduğumuz güven ve inançla karar veriyoruz. Yalan – yanlış bilgi olduğuna da aynı süreçle karar veriyoruz.

Hatta bizzat yaşayarak, şahsen algılayarak elde ettiğimiz bilgi ve algılarımızın doğru ve kesin olduğundan emin olmamız bile bir “inanç”a dayanır ve ancak ondan sonra bu veri / algıya; “bilgi” etiket ve sıfatı takarız! Bunu, gördüğümüz bir sandalye ile örneklendirirsek: “Eğer benim gözüm sağlıklıysa ve zihnim (hallüsinasyon, serap gibi) beni aldatmıyorsa ve rü’yada değilsem veya biri bana gözbağcılık (ilüzyon) yapmıyorsa; şu anda yeşil renkte bir kapı görüyorum; yani göz – zihin sağlığı, rü’ya ve diğer yanıltıcı durum ve aldatıcı kişilerin olmadığından emin olduğum derecesinde, gördüğümün yeşil bir kapı olduğu bilgisinden eminim.”

İşiterek veya okuyarak öğrendiğimiz her “bilgi” (ki buna TV.’de gördüklerimizi de ekleyebiliriz) inanca dayanır; hatta o “naklî veriye”, “bilgi” etiket/değeri atamamız bile inanca dayanır. Yani bizzat yaşayarak, görerek veya tecrübe ederek öğrenmediğimiz o naklî bilgi’nin doğruluğundan eminsek, “bilgi / doğru bilgi”; yanlışlığından eminsek, “yalan, yanlış bilgi” etiket / değer / sıfatı atarız. Eminlik derecemiz, delil-ispat isteyip istemeyeceğimizi de belirler. Mes’elâ anne – babamızın gerçekten bizim anne – babamız olup olmadığı konusunda DNA vs. testi yaptırmadık! Veya suyun gerçekten 100 oC derecede kaynamaya başladığından şüphelenip, kendimiz delil – ispat aramaya, bunu bizzat kendi gözlerimizle görmeye karar vermedik!

Tekrar özetlersek: “Bilgi” ile “inanç” arasındaki ayrım, yapay ve sun’îdir. Her “bilgi” inanca dayanan, bir epistomoloji – ontoloji ve metafiziği vardır. Yani her “doğru / yanlış bilgi”, doğru / yanlış inanca ve “her doğru / yanlış” inanç, doğru / yanlış bilgi’ye dayanır. Doğru veya yanlışlığından emin olduğumuz her “bilgi”ye inanç ve her “inanç”a da bilgi eşIik eder; yani her bilgi inanca ve her inançta bilgiye dayanır. İkisi arasında birbiriyle ayrılmaz ve kopmaz bir ilişki – etkileşim varolup, aralarındaki ayrım yapaydır.

Geldiğimiz yer: “İnanç” ile “bilgi / beşerî bilgi”; aynı epistomolojik temellere dayanır. Yani “inanç” ile “bilgi”; “haber” ortak paydasına alınabilir; buradan “inanç ve bilgi”nin, ontolojik olarak farklı, fakat epistomolojik olarak aynı olduğu sonucu çıkar. Not olarak: İslâmiyet’te “iman”; keyfiyet ve mahiyet olarak “inanç” ve “bilgi”den çok daha geniş ve derin birşey veya süreçtir. Bu, başka bir yazının konusu.

Dördüncüsü: Bazı kaynaklarda; Bilim’in sebebini epistomolojik olarak bul(a)madığı veya ontolojik olarak “bilemeyeceği, bulamayacağı” argümanların, “iman”ın delil – ispatı olarak kullanılması! Eğer biz imanımızı Bilim’in sebebini henüz bulamadıği veya hiçbir zaman bulamayacağı veya Bilimsel Kriterlerle deney-gözlem yapamadığımız / yapamayacağımız (Big Bang ve öncesi gibi) şeylere; yani imanımızı cehaletimize bina edeceksek; bu iman etme / iman güçlendirme / iman ispat etme yöntemi yanlış. Böyle bir iman, delil ve bilgiye degil; delilsizlik ve bilgisizliğe dayanmış olur çünkü!

Beşinci yanlışta: Bazılarının “Bilim, bilimdir ve evrenseldir; sana–bana göresi, İslâmîsi – Gayri İslâmîsi ol(a)maz” ve “Bilim ‘nasıl’a, İslâm ‘niçin’e cevap verir” yanlışı.

Elhasıl dördüncüsünün yanlışlığı hakkında; Risale-i Nur ve “İslâmî Bilim” konusunda yapılan çalışmalar yeterli bir cevaptır zaten. Burada beşinci yanlışın izahını yapalım.

Bilimsel Bilim Objektif, Tarafsız ve Evrensel değildir

Bazılarının “Bilim, bilimdir ve evrenseldir; sana–bana göresi, İslâmîsi–Gayri İslâmîsi ol(a)maz” demelerinin nedenleri:

Bu argümanı söyleyenler, zihinlerini seküler ve lâik paradigmalara göre dizayn ettiklerinden, yani batıdan ithal kavramlarla yapılandırdıklarından; zihnî algılarında İslâmiyet’i “din” kategorisine alıp, sonra “Bilimsel Bilim” isminde İslâmiyet dışı (İslâmiyet’ten bağımsız ve kopuk) seküler bir alan oluşturmalarındaki absürdlüğü farkedememeleri normâldir.(*)

[(*) Avrupa’da Bilim’in, kilise–engisizyon boyunduruğundan kurtulması için, bu din dışı kategori gerekli ve anlamlıydı. Bu dinden bağımsızlığını ilân etme ve din dışı alan tanımı, Batıda Bilim’in gelişmesi için işlevsel ve faydalıydı. Bu ayrım, muharref Hıristiyanlığın Tanrı ve Varlık tanımına da (yani teoloji ve ontolojisine) aykırı değildi (onların teolojisinde Tanrı kâinatın yaratılıp–kurulmasında ilk sebep olup, işleyişe karışmaz, olaylara bazen mu’cizelerle müdahil olur; Varlık ise kendisine Tanrı tarafından verilmiş bir kuvvet ve potansiyelle Tanrı’ya ihtiyaç duymadan ayakta durup, işleyebilir); üstelik Hz. İsa (A.S.) Efendimiz’in tebliğ ettiği hakikî Hıristiyanlık daha ziyade manevî ağırlıklı olup, dünyevî hayatın tanzimiyle ilgili (bilebildiğimiz kadarıyla) detay yoktu. Fakat İslâmiyet, yatağa yatış şeklinden, tuvalete giriş adabına kadar en ince detayları bile tanzim etmiş; kendisinden kopuk ve ayrı bir alan tanımına müsaade etmemiştir.

1700–1800’lerden itibaren başladığımız ve 1900’lü yıllarda tamamlayıp, resmîleştirdiğimiz Batıya benzeme/Batılı olma; (şapka, harf, dans, opera gibi) Batı’nın herşeyini birebir kopyalama suretinde gerçekleştiği için, Bilimsel Bilim ve bunun bağlı olduğu ateist–materyalist–natüralist–determinist zihniyeti de birebir kopyaladık.

Bir de; dinimizde “dünyayı bırak, ahirete çalış, hiçbir şeyi araştırma, öğrenme” gibi veya bu anlamı imâ veya ihsas edecek tek bir Ayet–i Kerime, Hadis–i Şerif, icma, kıyas vs. yokken, hatta durum tam tersiyken; “Bizi, İslâmiyet mi geri bıraktı” sorusunu utanmadan sorabildik! Maddiyatta geri kalışımızın sebebini kendimizde değil, dinimizde aradık; tarihsel, sosyolojik, politik ve ekonomik asıl sebeplerini bile sorgulamadık…]

“Bilim, bilimdir ve evrenseldir; sana–bana göresi, İslâmîsi–gayri İslâmîsi ol(a)maz” demelerinin diğer nedenleri:

Bilim’in objektif, tarafsız ve inançtan bağımsız ve evrensel olduğunu düşünmeleri,

Bilim’i sadece “gözlem–ölçme/deney” olarak dar bir pespektiften tanımlamaları,

“Bilim” (science) ile “Bilgi” (ilim, data – information – knowledge) ayrımını yap(a)mamaları. Halbuki Bilimsel Bilim; evrendeki bilgiyi keşif ve üretme yöntemlerinden sadece birisidir.

Bilim’e hâkim olan felsefe ve bu felsefenin rehberliğinde şekillenen algı/amaç/bakış açısı/gözlem ve bilimsel ifadelerinin ateist, materyalist ve natüralist, determinist olduğunu farketmemeleri,

Bilim’in “nasıl”a, İslâm’ın “niçin”e cevap verdiği safsatasına inanmaları. Çünkü çoğu yerde “nasıl” ve “niçin / niye” kavramları birbirinden bağımsız ve ayrı olarak cevabı verilebilecek sorular değildir.

Son olarak, mevcut Bilim’e alternatif olacak, ondan çok daha geniş bir araştırma–öğrenme, gözlem–yorum metodu olduğunu veya olabileceğini düşünememeleridir.

“Belli şartlar altında saf su, hep 100 oC’de kaynamaya başlar. Şu bilime, bu bilime göre değişmez!” argümanı da; Bilim’i sadece gözlem–ölçme/deney olarak görmelerinden kaynaklanmakta. Bir de mevcut Bilim’e alternatif olacak Bilim’in, gözlem–ölçme/deney yapmayacağı, buna karşı olup; Bilim’in bu veri/datalarını dışlayacağı önyargısından kaynaklanmaktadır. Hasılı konuyu derinlemesine düşünmediklerini göstermektedir.

Eğer gözlem–ölçme/deney Bilimsel Bilim’in malı olsaydı, patenti onun olsaydı, bu önyargılarında haklı olabilirlerdi ama ne yazık ki bu yöntemler ilk insandan beri var ve kullanılıyordu. Belki bu gözlem/deneyi ellerini ateşe sokmak gibi veya Kur’ân-ı Kerîm’de Kabil’in kargayı gözlemesi gibi basit yöntemlerle yapıyorlardı ama vardı. Fakat Bilimsel Bilim bunu öyle lânse ediyor ki; sanki kendisinden önce gözlem–ölçme/deney yapan insan, toplum ve medeniyet yokmuş zannedersiniz! Kendisinden önce yaşamış Mısır, Hint, Çin, Mezopotamya Medeniyetleri ve özellikle İslâm Medeniyeti; gözlem–ölçme/deneyin değişik yoğunluklarda kullanıldığı medeniyetlerdendir. Yoksa Batı Medeniyeti ve buradan doğan Bilimsel Bilim, köksüz bir biçimde gökten zenbille inmiş değil.

Sonuç olarak; suyun kaynaması argümanını seslendirenlere deriz ki: “Evet biz de sizinle aynı düşünüyoruz, her türlü bilime göre su 100 oC’de kaynar. İsterse ismi Bilimsel Bilim yerine, İneklere Tapan Bilim’i olsun farketmez, gözlem–ölçüm/deney yaptığında suyun 100 derecede kaynadığını görür; gerçek gerçektir, sana–bana göre zaten değişmez.”

Bilimsel Bilim’e alternatif olduğunu göstermeye çalıştığımız İslâmî Bilim; mevcut Bilim’in gözlem–ölçüm/deneylerinin, yani veri–datalarının, yani ham, işlenmemiş bilgilerinin yanlış olduğunu iddia etmiyor ve bu verileri de kullanır, doğru kimden gelirse gelsin zaten kabul etmek gerek.

Evrendeki bilgi’yi keşfetme veya üretme yöntemlerinden olan gözlem–ölçme/deneye karşı da değil İslâmî Bilim, bilâkis emreder. Bu yöntemleri Bilim Bilim’i taklit ederekte almış değil, yani kopye yok, (aslında süreç tam tersi). Çünkü Kur’ân-ı Kerim’in ilk ayet / emri olan “oku”dan itibaren; “okuma–yazma bilmeyen Peygamber”in (S.A.V.) “neyi okuyacağı, nasıl okuyacağı, niçin okuyacağı” ders verilmeye başlanmıştır (Bkz: Alâk Suresi ilk Âyetleri)… Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler’de, kâinatta işlerin “nasıl yürüdüğüne” defaatle bakmamızı istemesi (yani İslâmiyet niçin’den başka nasıl’ı da emreder) ve defalarca akıl–düşünmeye yapılan teşvik ve emirlerle kâinatın okunması başlamıştır. Hem de Bilimsel Bilim’den çok daha geniş ve derin, zengin ve yüksek bir biçimde!

Burada yazılanların konusu da; hem İslâmî Bilim’in bu zenginliğini bazı örnekler üzerinde göstermek, konu hakkında genel bir çerçeve çizmek; buna karşın Bilimsel Bilim’in “eksik” ve “yanlış” ve “zararları”nı göstermek üzerine. İlerleyen yazılarda; (Risale-i Nur sayesinde) İslâmî Bilim’in ayağını bastığı yerlere, Bilimsel Bilim’in değil gözü, hayâlinin bile yetişemediği anlaşılacaktır inşâallah.

Share

Yorum ekleyebilirsiniz...