Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî B/ilim’e Geçme Talebi: Bilimsel Bilim’in Çizdiği Sahte Evren Modeli ve İslâmî B/ilim’in Gösterdiği Gerçek Evren

gezegen

İSLÂMÎ BİLİM’E GİRİŞ (Metabilgi – Metabilim / Sihrin Yapısı)

Kurgu’nun Gerçek’le İmtihanı. / Sebepler, Sebep değildir. / Anlamanın Anlamı. / “Bilgi” (data – information – knowledge) ile “Bilim” (science) arasındaki Fark.

 

Önemli Not: Bu Yazı; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları  Ve İslâmî Bilim’e Niçin Geçmeliyiz?” konulu Kitap Çalışmasının çerçeve yazısı olarak hazırlanmış olup; referans olarak Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.A.) Medresetüz Zehra Projesi’nin kavram ve anlam haritalarını kullandığı için, hemen hemen tamamı Risale–i Nur Külliyatı’ndan yararlanarak ve esinlenerek hazırlanmış, başka bir kaynağa atıf yapılmamıştır. Bedî’üzzaman Hazretlerinin bu projesi, orjinal ve yeni bir proje olduğundan; bizden kaynaklanabilecek yanlış – eksiklerin tarafımıza bildirilmesi, konunun olgunlaşması açısından önemlidir.

 

Bilimsel Bilim’in olayları tasvir ve izah etmekte kullandığı sebep–sonuç paradigması / illiyet prensibi ve determinizm; Allahu Tealâ’ya iman ve itikadı tehlikeye atan ve perde olan ve varlığın Allahu Tealâ’yla olan bağlantılarını karartan, zihinde kopartan ve kesen bilinçaltı bir kod işlevine sahip.

 

Çünkü bu şablon ve bakış açısıyla kurgulanan Bilimsel İfadelerde, sürecin bizzat yapan fail ve öznesi olan Rabbimiz devreden çıkartılmış; sanki olay kendi kendine otomatik işleyen sebep ve mekanizmalarla failsiz işliyormuş imajı verilmiş, algısı oluşturulmuştur. Bu ifadelerde; olaydan etkilenen / edilgen (yani ressamın elindeki fırça gibi bir araç / alet) olan nesne / sebep veya süreç / kanuna; “fail / özne” fonksiyon ve özelliği yüklenmiştir. Böylece Rabbimiz’in “ilim – irade – kudret” gibi özellik ve sıfatları; “Semi’, Basîr, Rezzak, Şafî, Âlim, Cemil” gibi isim – vasıfları, madde–enerji / sebebe yüklenmiştir.

 

Biz bu yazımızda, kâinatta işlerin Bilim’in tasvir ettiği gibi yürümediğini; yani eserin ustasız ve fiilsiz, fiilin de failsiz ve öznesiz olmasının mümkün olmayıp, muhâl olduğunu — gerek mantıkî olarak ve gerekse yaptığımız gözlemlerle — göstermeye çalışacağız.

 

Fail olmadan, “sebep – sonuç” diye etiketlenen nesne / süreçlerin, kendi kendine ve bir takım enerji / kuvvetlerle hareket edipte “alet / araç / sebep” bile olamayacağını anlatmaya çalışacağız. Bilim’in bu paradigmasıyla, bize bir masal anlattığını, kâinatı böyle tasvir etmesinin; ateist – materyalist – determinist ve natüralist inanç ve felsefesinden kaynaklandığını; en olgusal ve objektif ifadelerinde bile bunun delil–ispatını yapmaya çalıştığını; yani cümlelerinin yapısökümünde, bilinçaltımıza bu inancı aşıladığını, bu mesajı telkin ettiğini, böyle bir algıyı inşa etmeye çalıştığını göstereceğiz.

 

Herhangi bir olayı, sebep–sonuç şablon / paradigmasına oturtarak tasvir etmek; bu Bilimsel İfadeyi okuyan kişi için, altmesaj olarak: “Bu işin Allahu Tealâ’yla bir bağlantısı yok; bu faaliyet ve sonuca Allahu Tealâ sebep değil. Kâinattaki bu faaliyet ve sonuçları; çeşitli sebep, madde–enerji, kanunlarla ister istemez tabiî bir zorunluluk olarak oluyor. Yani Allahu Tealâ olmasa da bu işler olur ve oluyor; çünkü mekanizma  bu, süreç böyle işliyor. Örneğin Allahu Tealâ olmasa da taş veya yağmur yerçekimi sebebiyle yere düşecek, bu sebep–sonuç / süreçte Allahu Tealâ gibi doğaüstü ve metafizik bir sebep ve fail aramak mantıken gereksiz, yani böyle bir zorunluluk ve ihtiyaç yok!” talimat / kod / emir, yani Yanlış Bilgi Virüsü / Truva Atını, bilinçaltı kanallarla bilinç ve kâlbe gönderir. Sebep – sonuç kurgu ve şablonuyla paketlenmiş bu subliminal mesaj, bilinçdışı kanallarla iletildiğinden, bilincin filtrelerine takılmaz. Sesli olmadığı için kulak ve bilincin duymadığı bu gizli fısıltı, telkin sonucu; kişide farkında olmadan bir bilinç ve sonra da algı ve davranış değişikliği gözlenmeye başlar.

 

Bu virüsü tanıyan bir antivirüs programı, yani bağışıklığı olmayan insan, hastalık kaptığını bile farketmez; kendisini sağlıklı ve kâinattaki varlık ve hâdiseleri doğru görüyor ve algılıyor ve olgusal ifade ediyorum zanneder! Bu virüs defaatla alınıp, bu bilinçaltı kodun taşıdığı mesaj tekrar tekrar çalıştırıldıkça; bu tekrar / telkin / hipnoz ve sihrin sonucu; kişi bilinçaltında buna inanmaya başlar. Farkında olunmadan içeride kök salan bu fikir, bir sonraki aşamada bilinç alanında dal budak vermeye ve davranışlara aksetmeye başlar.

 

Bilimsel İfadelerin yüzeysel anlamının altına saklanmış ve ambalajlanmış bu Derin Anlam; dil ve zihin yoluyla kâlbe girip, işlemeye başlar. Burada kendisiyle çelişik itikadî bilgileri sönükleştirip, bulanıklaştırır ve etkisizleştirir; sonra da siler, atar! Çünkü aynı zeminde birbiriyle çelişik ve zıt 2 bilgiden biri doğru, diğeri yanlıştır! Çünkü insan mantık ve hissiyatı, birbirini yanlışlayan 2 bilgiyi bünyesinde uzun süre tutamaz; bunları ya uzlaştıracak veya birisini atacaktır.

 

Yanlış Bilgi Virüsü kâlp ve zihinde, kendisiyle çelişik bilgi ve itikadları silip, deforme ettikten sonra, buradan tüm duyulara ve bedene yayılır. Hasta insana nasıl bedenen hareket zor gelir, devamlı yatmak ister; öyle de bu hastalığa yakalanmış kişiye de bedenen ibadet yapmak çok zor ve yorucu gelir! Baktığı ağaç, gördüğü çiçek, işittiği gökgürültüsünde; Bilimsel Bilim’in hep sebep – sonuç çağrışım / devreleri aktive olur, algı ve anlamlandırmalarını bu şema üzerinde yapılandırır, eşyayı bu kalıp üzerine yerleştirir. Elhasıl bu yeni programa göre formatlanmış ve büyülenmiş olarak, sadece Bilim’in göstermek istediklerini görür, algılatmak istediklerini algılar ve bunları anlamlandırma biçimi de bu yeni programa göre olur! Bu program kırılıp, bu uykudan uyanmadığı sürece gördüğü rü’yanın farkında bile olmaz.

 

Bu virüsle enfekte olmuş şahıs için; “ağaç – elmadan” Allahu Tealâ’ya çağrışım / bağlantı; yani “elmadan ni’met, ni’metten in’âm’a geçiş” refleks ve akıl yürütmeleri kopmuştur. Bu kişi için Mona Lisa tablosuna bakarken otomatik olarak gelen Da Vinci çağrışımı, kâinat düzleminde Allahu Tealâ olarak kopmuştur. Bu kişi çevresinde milyar Mona Lisa tablosuna bakar ama aklına sadece Bilimsel Bilim’e hâkim olan (güya “inanç ve değerden tarafsız, objektif, nesnel ve olgusalız” diye inandırdıkları) ateist – materyalist – determinist ve natüralist inanç / felsefenin zoom yaptığı ve odaklandığı “fırça – boya – tuval ve renkler” gelir, çevresine baktığında sadece bunları farkeder ve algılar; Allahu Tealâ ressamı değil!

 

Bu virüsle zihin, inanç ve algıları formatlanan kişi için “Allahu Tealâ ve iman, metafizik (madde ve fizik ötesi) birşeydir; yani görünen varlık ve hâdiselerden Allahu Tealâ ve imanına delil-ispat aranması beyhude bir çaba olup; bu itikad mantıkî ve ilmî temellere oturtulup, rasyonalize edilemez, bu dünyada gösterilemez ve delil-ispatlandırılamaz; sadece ‘gayba imandır’ olan!” Bu düşüncelerle Allahu Tealâ (tabir-i caizse) “metafizik / madde ve doğadışı / doğada yok” diyerek zihin ve algıda kâinat dışına çıkartılır!

 

Bu kişi için artık Hıristiyanlık, Yahudilik, Hinduizme “inanmakla”; İslâmiyet’e “iman etmek” arasında kategorik bir fark olmayıp; sonuçta hepsi “inanç” ortak paydasında eşitlenmektedir! Aynı şekilde; bu virüsün bulaştığı herkes; hangi dil, din, inanç ve milliyette oldukları farketmeksizin; varlığı zihinlerinde hep aynı şekilde algılar ve anlamlandırırlar. Hatta günlük hayatlarında kullandıkları kelime ve kavramlar bile aynıdır. Çünkü herkes eşyaya aynı taraftan baktığı için, farklı birşey gören yoktur!

 

Bilimsel Bilim’in Yanlış Bilgi Virüsüyle kâinata bakış v,e algısı bozulan, itikadı deforme olan bu kişi için (en iyimser ihtimalle!) Allahu Tealâ; evrendeki madde – enerji ve bunların faaliyet ve süreçlerine, “Kızıldeniz’in yarılması, ateşin yakmaması” gibi mu’cizelerle arasıra müdahale eden, eğer varsa olsa olsa bir “İlk Sebep Tanrısı”na dönüşür, yani böyle inanmaya başlar! Allahu Tealâ’yı çok uzak zaman / mekânda etki ve fiilde bulunmuş bir “İlk Sebep Tanrısı” olarak düşünmeye başladıktan sonra, bizden istenen diğer aşamaya geçiş kolaylaşmıştır; yani “orada da olmayabileceğini ve olmadığını düşünüp”, “inkâr” fikir ve inancına geçiş! Çünkü “şirk”; küfür ve inkâra geçişten önceki son durak ve nifak sızmış iman’dır!… 

 

Yani “deniz’in yarılması, ateşin yakmaması mu’cizesi’ Allah’ın müdahalesiyle olup; ‘yarılmaması, yakması’ ise ‘mu’cize’ olmadığından Allah’ın müdahalesini gerektirmeyen, yani doğal süreçlerle açıklanabilip, nedensellenen gayet tabiî hâdiselerdir!” Güya evrende arasıra olan şeyler, tesadüf veya Allahu Tealâ’ya verilebilse de; devamlı ve düzenli ve istikrarlı olan şeyler, tamamen normâl ve olması gereken, tabiî ve rasyonel hâdiseler olup, bunlarda başka bir sebep ve açıklama aramak için mantıkî bir neden ve zorunluluk yoktur.

 

Devamlı olagelen şeyler, Allahu Tealâ’nın yapmasıyla olan fiiller, eserler, değilmiş; bunların olabilmesi ve olması için Allahu Tealâ’nın müdahalesine, bilfiil işletmesine, irade ve kudretine gerek ve ihtiyaç yokmuş zannediliyor! Bütün bunlar maddede içkin bir kuvvet / enerjiyle, maddenin kendi zatında olan potansiyel bir özellik, yani tabiiyyatıyla, çeşitli sebep – kanunların itme – çekmesi, (Güneş’in ısı – ışığı, suyun çevrimi, fotosentez vs.) gibi otomatik mekanizma ve süreçlerle zaten olabilir ve olmaktadır diye düşünülüyor! Elhasıl herşeyin, İlâhî bir ilim – irade ve kudrete ihtiyaç ve zorunluluk olmadan, kendi tabiî özellik ve doğallığı içinde hareket ettiğine; yani Bilim’in gösterdiği sebep – sonuçlar, madde – enerji, mekanizma – yasalarla tıkır tıkır otomatik işleyen bir kâinatın zihnimizin dışında varlığını sürdürdüğüne inanılmaktadır! Bu inancı canlı tutmak için de, başka bir inanç olarak; kâinat ve altsistemlerinin “otomatik ve elektronik işleyen bir makina ve matbaa veya bilgisayar”a  benzediği inancına yaslanmaktadır! Bilimsel Bilim’in bu mecaz / metaforuna göre; örneğin tohum “CD”ye ve toprakta “bilgisayar”a benzetilmektedir! Bu benzetmeye göre, tohumu toprağa atan ve süren insandan başka; şuurlu ve hayattar bir “fail”, bilgi ve irade sahibi bir “usta”; yani ilim – irade – kudret sahibi bir “özne” aramak gereksiz ve saçmadır!…

 

Günümüzde hâkim olan ve “evrensel ve objektif ve olgusallık iddiasıyla”, başka bir Bilim anlayışının olabileceğine imkân ve ihtimal vermeyen, hatta imkânsız gören “Bilimsel Bilim”e göre; kâinatın varlıkta durması ve çalışmaya devam etmesi, bütün bunlar “Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılması, âsanın yılana dönmesi, kayadan deve çıkması’ gibi Allahu Tealâ’nın fiil ve eseri olmayıp; bütün bu işleyişler, (güya) maddenin ve evrenin kendi iç dinamikleriyle olan süreçlerdir!” Yani devamlı olan ve olmaya devam eden nesne – süreçler, “mu’cize / doğa üstü / mantık ve doğayı aşan” olarak nitelenemeyecek hâdiselerdir! Herşey yine kendi içinde ve yine kendi cinsinden bir sebeple açıklanabildiği için, doğaüstü bir sebep ve fail aramaya gerektirecek mantıkî bir neden ve zorunluluk yok! Bütün bunlar, maddenin kendi kendine doğal işleyişiyle olabilen ve olan tabiî ve rasyonel süreçler olduğu fikri empoze edilmektedir.

 

Çünkü Bilimsel Bilim’in kurguladığı evren inancına göre: Evren, her ân / mekân / süreci tutan ve çalıştıran bir İlâh veya başka bir doğa dışı sebebi göstermemekte olup; madde ve faaliyetleri gene kendi içindeki sebep – sonuçlar, madde – enerjilerle nedensellenip; sebebi, açıklaması yapılabilir. Madde – enerjinin, varlık ve devamında ve süreçlerinin çalışması ve sonuçlarında, Bilim’in gösterdiği sebepler dışında başka herhangi bir sebebe veya fail olan tanrıya ihtiyaç ve zorunluluk yok! Yani kâinattaki bütün bu fiiller failsiz / öznesiz ve eserler failsiz / ustasız olabilir ve olmaktadır!

 

Bu kişi için artık “hidrojen ve oksijen gibi bileşiklerden su çıkması; cansız atomlardan hayat ve şuur, bilgi ve irade çıkması gibi hiçten yaratılmalar” çok mantıklı ve parçalarına indirgenebilir! Bütün bunlar Allahu Tealâ’nın “ol” emriyle yoktan yaratması değil; tuğlalardan duvar inşâsı gibi bir terkip, bir bileşiğin sonucudur! Ne de olsa güya “olayın mekanizması, nasılı çözülmüş” ilüzyonu veren, “niçini anlaşılmış” algısı oluşturan; “bileşik” ismi verilmiş sürece ve karışımdan farkı da anlatılmış! Bu sürece “bileşik” yerine “sihir” ismi verseydik; bunun nedeni sihir değil de bileşik olduğunu nasıl ispat edecektik!? Bileşik ile karışım arasındaki fark bellidir ama sihirle arasındaki fark nedir?! Elhasıl suyun “yapıtaşları” ve “sürecin tasvir ve isimlendirilmesi”; suyun fail gerektirmeyen “sebebi” olarak lânse edilmiş! Suyun “inşa” ve “ibda” olan yönleri için, herhangi bir faile gerek ve ihtiyaç yok ilüzyonu oluşturulmuş!

 

Masanın marangozunu dikkatlerden kaçırmak için; “masa yapma fiilinin faili kim, masa eserinin ustası / müessiri kim, masayı niye / niçin yapmış?” sorularının yanlış ve anlamsız ve mantıksız olduğunu imâ eder tarzda (hatta bu soruları akla bile getirmeden); masanın tahtasını göstererek ve yapım süreçlerini tasvir ederek, masanın varlık sebebini (yani nedenini, niçinini, nasılını) açıkladık zannı uyandırıyorlar! Masanın varlığını; “çekiç – çivilerin hareketi, tahtaların testereyle kesilmesi ve birleşmesini vs.” göstererek, yani “nesne – süreç – kanunların isimlendirme ve tasviriyle” anlatarak, o masanın failsiz olduğuna inandırmaya çalışıyor, böylece “marangoza gerek yok” virüsünü enjekte ediyorlar! Tıpkı bir kitapta bilgi taşıyan Yazı’nın kendi kendine “rüzgâr, çekim, enerji, madde” gibi doğal sebeplerle “oluştuğu”na, yani yaratılmadığına (yani yazarı olmadığı ve yazılmadığına) inandırmak için; “yazma” fiili, “yazan / yazar” faili ve “yazı” eserini dikkatlerden kaçırmak gibi!

 

Aslında süreci yapan faili işe katmadan, sürecin nasıl oluyorda olabildiğini ve olduğunu bile mantıkî temele oturtamazsın! Çünkü süreçlerdeki sebeplerin bile “sebep” ve “araç” olabilmesi, yani bu fonksiyonu yüklenebilmesi; ancak failin karar verme ve ilgili araçları harekete geçirmesi ve kullanmasıyla mümkün! Yani Bilimsel Bilim, varlık ve hâdiselerin “failsiz ‘nasıl’ olabileceği ve olduğu”nu bile izah ve ispat edemez! En başta mantık kurallarına aykırı bu; çünkü “eser fiilsiz, fiil failsiz; eser ustasız, harf kâtipsiz ol(a)maz!”

 

Yani mevcut Bilim, olayların (failsiz ve ustasız) “nasıl”ını bile tasvir edemez ve açıklayamaz! Ancak göstermelik, yani fail yerine ikame ettiği “nesne, enerji, kanun, tesadüf, tabiat” gibi “failimsî sebepler”le, sahte bir gerçeklik inşa ederek; “2 boyutlu bir harf bile kâtipsiz olamazken, her harfinde bir kitap yazılmış bu çok boyutlu kâinat kitabının faili – ustası – yazarı kim, kitaptaki bu bilgi ve şuur ve ve irade ve hayat, parçaları olan bu harflerde olmadığı ve harflerine indirgenemeyeceğine göre; bu her harfi ve hareketi mu’cize olup, bir gayeye hizmet eden bu kitabın muhteşem yazarı / faili, yani varlık ve devam sebebi kim olabilir!? Bu kitabı Allahu Tealâ’dan başka hangi ilim – irade – kudret sahibi ‘ben yazdım’ diye sahiplenebilir, sebep olduğunu iddia edebilir!?” sorusunu merak ettirmez ve sordurmaz. Çünkü “varlık ve olayların, failsiz ve ustasız olabileceği ve olduğunu nasıl izah ve ispat edebilirim; fail ve ustayı işe katmadan nasıl tasvir ederim?” amacıyla, yani kâinata ateist bakmanın teorisini yapacak şekilde yapılandırılmıştır. Fakat yaptıkları mantık oyunlarıyla her olayda fail ve ustayı saklamak kolay olmadığı için; akla gelebilecek bu tür sorular için; nesne – süreçleri isimlendirip, tasvir ederek, sahte bir yatay sebep – sonuç zinciri kurgulayarak, sahte sebep / failler icad eder! Böylece sebeplerin sebep olabilmesinin de sebebi olan; yani araçların kullanıcısı ve süreçlerin de sürdüren sebebi olan; yani dikey olarak herşeyin hakikî ve asıl ve tek sebep ve fail ve ustası olan Rabbimiz’den doğan boşluğu “tesadüf, tabiat, evrim, uzun zaman, içgüdü, fizik – kimya kanunu, madde – enerji” gibi sahte isim, soyut kavram ve edilgen nesnelerle doldurur!

 

Elhasıl failsiz / ustasız, Allahu Tealâ’sız, en küçük bir zerre ve hareketinin bile “nasıl”ı izah ve tasvir edilemez. Hatta bırak delil, deney, gözlemi; sadece mantık açısından bile; herhangi bir varlık veya hareketini Allahu Tealâ’ya atıf yapmadan anlatmak mümkün değil, bilâkis imkânsızdır! Allah olmadan bırak “nasılı”, “nasılın nasılı  ve nasıl olupta olduğu” ve “niçin / niye”sini bile tasvir ve izah edemezsin! Halbuki Bilimsel Bilim bu tezi iddia ve ispatlamak üzerine kurulmuştur. Yani varlık ve hareketlerinin, muharrik ve ustası ve Rabbi yokmuş gibi; yani Allahu Tealâ’dan bağımsızmış gibi tasvir ve açıklamak ve bunun ispatını yapmak amacıyla çalışmaktadır!

 

Rabbimizi gizlemek için ya “tesadüf, tabiat, evrim” gibi sahte failler icad eder veya süreç içinde rol alan herhangi bir nesneye “fail / usta” rolü verir. Böylece eşya ile Allahu Tealâ arasındaki etkileşim ve nedensellik ve bağlarını; zihin ve algıda keser, kopartır!

 

Bu amaçlarını gerçekleştirmek için; eşyayı (güya olgusal ve tarafsız gözleyip, ifade ediyoruz diye); Allahu Tealâ’dan bağımsız ve kopukmuş gibi anlatırlar. Yani olgusal ve objektif anlatmak dedikleri; “Allahu Tealâ yokmuş” önvarsayımıyla anlatmak demektir! Başlangıçtaki bu “önvarsayım”, sonraki sözde delillerle bir sonraki aşamada “varsayıma” ve son aşamada da “inanç esası”na döner! Çünkü daha başlangıçta tarafsız ve ortada değil; “Allahu Tealâ yokmuş” varsayımıyla hareket edip, bunun delil – ispatına çalışacaklarını deklare ettiler! Yani daha işin başında tarafsız değiller; “Allahu Tealâ gibi bir fail ve ustası yok ve süreç / sebeplere dahil değil” önyargı ve inancıyla yola çıkıyorlar! Kısaca “ateist – materyalist – determinist ve natüralist” inancın avukatlık ve sözcülüğünü yapmaya ve delillerini arayıp, ispatlamaya çalışmaktadırlar!

 

Dediğimiz gibi; Bilim’in “olgusal ve tarafsız bilgi, objektif ve seküler, lâik ifade” dediği; eşyayı “Allahu Tealâ yokmuş ve O’ndan bağımsız işleyebilirmiş gibi” anlatmak ve bunun ispatına çalışmak demektir! Mes’elâ Bilimsel Kriterlere uygun olan “yağmur yağıyor” ifadesi (çünkü “yağmuru Allah yağdırıyor” veya “yağmur, şimdilik Bilim’in keşfedemediği bir fail tarafindan yağdırılıyor” ifadesi Bilimsel kriterlere uymadığı için, araştırılması gereken bir muamma, bir hipotez bazında bile kabul edilemez!); objektif ve inanç / değerden bağımsız ve tarafsız, yani nötr ve yalın bir ifade gibi görünse de, aslında “ateist – materyalist – determinist ve natüralist ve agnostik” inançtan kaynaklanan, bunun delil – ispatını yapmaya çalışan, yani virüslü bir ifadedir! Çünkü “yağmurun yağma hâdisesinin faili ve ustası yokmuş ve olması da zorunlu değilmiş, olsa bile yağmurun herhangi bir aşamasında rolü – etkisi yok; yani o yağmur şu şu bilimsel sebep – sonuçlarla yağması mümkün ve vâkiymiş” şeklinde bir inancı bilinçaltımıza enjekte eder ve bu ifadeden sonra gelen cümleler hep bu inançla tutarlı olacak şekilde kurgulanıp, bunun izah ve delilini bulmaya ve ispatlamaya yöneliktir!

 

Özetle; Bilimsel Bilim ancak ve sadece Rabbimiz’in yaptığı ve yapabileceği iş ve eserleri; madde – enerji ve bilumum sebeplere vererek; madde ve süreçlere “ilâhlık” gibi taşıyamayacağı yükler yüklemekte, yani maddenin zerre ve hareketlerini ilâhlaştırmaktadır! Karıncaya 1000 ton yük taşıtmaya çalışmak ve taşıyabilecegine inanmak gibi; toprağın ağaç, ağacın elma vs. yapabileceği ve yaptığı hurafelerine inanılıyor! Bilimsel ifadelerinde; “Karaciğer 300’den fazla kimyevî reaksiyonu yapar” derken, reaksiyonları yapanın (fail ve ustanın) “karaciğer” denilen bir et parçası olduğuna bizi inandırmaya çalışıyor! Uçsuz bucaksız çöl boşluğunda döndürülerek seyahat ettirilen Dünya gezegenine gönderilen “elma, armut, üzüm, şeftali, çiçek, ağaç vs.” rızıkları; “bunların sebebi ağaç, bunların nasılı toprak, (eski zaman Dehriyyunları gibi) bunların nedeni evrim, elhasıl bunların nedeni – niçini – niyesi hep bu gördüklerimiz” olduğunu izah ve ispat etmeye çalışıyor! Asıl ilâhın varlığını kabul etmemek için, varlığın herbirini ilâhlaştırmakta; yani sadece Rabbimiz’in olabilecek ve olan isim – sıfat, kudret ve özelliklerini, varlık ve süreçlerine vermekte ve bunun hurafe ve batıl inanç oldugunu bile farkedememektedirler! Örneğin; Samed olan Rabbimiz’i inkâr ettikleri ve yoksaydıkları için, kâinatın Samed ve yaratılmamış olduğunu varsaymak ve inanmak zorunda olmaları ve bizim de böyle iman ve ifade etmemizi istemektedirler! Bilimsel Bilim’in ana paradigması budur, bu inançlarını ispat etmeye çalışırlar ve sanki ispat etmiş gibi “oluşum, tesadüf, tabiat” gibi güya bilimse ve tarafsız / objektif ifadeler kullanırlar!

 

Gözlem, ifade, açıklama ve sebeplerine Rabbimiz’i katmayışlarına mazeret olarak;  “görmemeleri”ni öne sürmektedirler. Halbuki görmedikleri hâlde mantık, matematik ve deneyle varlığını ve etkilerini kabul edip, gördükleri diğer varlıklar için aynı mazereti öne sürmezler! Bu çifte standarttan vazgeçmeleri gerekiyor!… Halbuki insan ona denir ki; gördüğünden görmediğine, somuttan soyuta ulaşır! Gözüyle gör(e)mediğini aklıyla görür ve gözüyle neden – niçin gör(e)mediğinin de aklî izahını yapar!

 

Varlığın varlık ve işleyiş ve çıktılarına Rabbimiz’i sebep olarak kabul etmemelerine diğer mazeret olarak; “evren ve içindeki varlık ve hareketi ve sonuçlarının, Allahu Tealâ olmadan da nedensellenebildiği ve aklen açıklanıp, tasvir edilebildiği” önyargı ve inancıdır!

 

Bilimsel Bilim objektifini yağmura odaklayıp, zoomladığı için; o resim karesinde Allahu Tealâ çerçeve dışında kalmaktadır! Ama “eser fiilsiz ve ustasız ve fiil de failsiz mantıken olamayacağı için” yağmurun nasıl ve neden ve niçin yağdığının izah ve ispatı gerekmekte, failsiz nasıl olacak bu iş!? Bunun için yağmurun nasıl ve niçin yağdığını, izah, tasvir ve nedenselleyebilmek için; o resim karesi içinde ne varsa “bulut, yerçekimi, Güneş, buharlaşma vs.” madde – sebep – süreçlerin, yağmurun yağmasında bir pay, yani Rabbimiz’in icraatında başka ortak ve şerikler olabileceği ve olduğu inancı zihnimize işlenmektedir!…

 

Aslında gördüklerimizi net ve berrak ifade edebilsek, yani gerçeği daha ince ve hassas terazi ve ölçülerle, tam yerinde kelimelerle ifade edebilsek; Yanlış Bilgi Virüsleri ve parazitleri azaltmış oluruz.

 

Örneğin: Bilimsel Bilim’in “Ağaç, meyvenin sebebidir / sebeplerinden biridir” yorumuna, “Ağaç, meyvenin ne sebebidir, neyine sebeptir?” sorusuyla bakarak, bu yorumu tahlil etmeli. Bunu yaptığımız zaman; “Ağaç, meyvenin çıkış / doğuş sebebidir; varlık (inşa ve ibda) sebebi değil” cümlesi daha doğru bir tespit ve ifade olacaktır. Çünkü “çıkış, doğuş” gibi fiillere ne ağaç sahip çıkabilir ve ne de meyvesi; çünkü bu kelimeler edilgen ifadeler olup, ağaç ve meyvesine varolan süreçte herhangi bir etki ve te’sir vermiyor; yani ağaç ve meyveye kendilerinde olmayan özellikleri ve taşıyamayacakları yükleri yüklemiyor. En fazla mektubu taşıyan zarf, hediyeyi getiren hizmetçi veya marangozun elinde hareket eden bir alet edevat veya bir kukla statüsü veriyor ki son tahlilde bu edilgen, fiilden etkilenme durumu bile (devamlı artarda gelmesi sebebiyle, tümevarımsal olarak aklın genelleme yaptığı, bunları birbirine bağladığı) akıl nazarında bir sebeptir. Yoksa herbirşeyin ve hareketinin sebebi ve birbirine bağlanmasına dikey olarak tek sebep Rabbimiz’dir, etki ve te’sir ve sonucu ve birbirine bağlanma buradan geliyor. Yoksa hiçbirşey kendinden, zâtından kaynaklanan bir kuvvet ve kudretle, kendi kendine hareket edipte; kendinden ve sonuçtan bile haberi ve bilgisi (know how) olmadığı hâlde; kendinden farklı ve üstün eserlere fail de olamaz, sebepte olamaz; ancak bu sıfat, özelliklere sahip bir fail / özne tarafından kudret eliyle tutulduktan sonra, araç ve sebep olabilir ancak!

 

Bilim’in Yanlış Bilgi Virüsü (Truva Atı): “Eskiden insanlar sebebini bil(e)medikleri, bulamadıkları varlık ve hâdiseleri Yer Tanrısı, Gök Tanrısı vs. doğaüstü ve metafizik şeylere bağlıyorlardı; Bilim gelişip, bunların sebep-sonuç ve mekanizmasını çözdükçe, yani doğaiçinde bunun çözüm kümesi olduğu görülünce, yavaş yavaş Tek Tanrı’lı inançlara evrildiler, ilerde çözülemeyenler de çözüldükçe bu Tek Tanrılı inançlara da gerek ve zorunluluk kalmayacak. Yani olayları Allahu Tealâ ile açıklamayı gerektirecek bilinmezlikler kalmayacak, yani İlk Sebep Tanrısına da inanmaya gerek ve ihtiyaç kalmayacak. Çünkü sebebi, mekanizması çözülmeyen, bilinmeyen loşluklar kalmayacak. Bilim herşeyi çözebilir ve çözecek…” diye yeni virüs / mesajlara kişiyi açık hâle getirir veya virüs bu mesajlara bölünerek çoğalır, kanser tüm vücuda yayılır!

 

Bu tür zehirli ifadelerle zehirlenen kişi için; “iman, Allahu Tealâ”; kâinattan kopuk ve (en iyimser bir bakışla) sadece camide, namazda hususî ve iradî bir ek niyetle, yani sun’î olarak akla gelebilen parttime bir müslümanlığa döner! İman, kâinata sabitlenemez; çünkü kâinatın ayet / delil – ispat / tanıklık (ve dolayısıyle insanın şahid olup, buna şehadet etme) fonksiyonu sıfırlanmıştır! Mevcudatın, şeffafiyet ve aynalık özellik ve sıfatları artık farkedilmemekte, algılanmamaktadır! Çünkü kâinata neyi sorarsak, ancak onun cevabını farkeder ve alırız; sormadığımız sorunun cevabını göremeyiz, görsekte farkedemeyiz! Aldığımız cevaplar, sorduğumuz sorulardan bağımsız değildir. O hâlde Bilim’in “Bunun sebebi nedir? Süreç nasıl işlemektedir?” yanlış soruları; “Bu sebep – araçları kullanan kim, gayesi ne, bunda verdiği mesaj ne?” ve “Şu ânda gördüğüm varlık ve kullanıldığı fiil ve neticesi, hangi ispatın delili olarak okunabilir?” ve “Gözümle gördüğüm şu mevcut, göremediğim hâlde hangi süreç ve fiilleri gösteriyor?” gibi sorularla yer değiştirmeli ki zihin yanlış yere bakarak asıl görmesi gerekeni kaçırmasın! Hedeften sapıp, böylece asıl ve tek sebep ve sebepleri de sebep ve alet yapıp, kullanan “fail” örtülmüş olmasın!

 

Aslında her bilgi, ifade ve cümle, hatta kelime ve nesne / olay; en az bir “sorunun cevabı” ve bir “ispatın delili” ve “küllî bir süreç, fiil ve eserin cüz’ü”dür. Mes’elâ “Bu masa” cümlesi; “Hangi masa” veya “Bunun ismi / fonksiyonu nedir?” gibi soruların cevabıdır. Dolayısıyle öğrendiğimiz her bilgi ve gördüğümüz herşeye; “Bu cümle / şey, hangi soru(lar)ın cevabı olabilir?” sorusuyla bakarsak; o bilgi / şeyden elde edebileceğimiz bilgi ve anlamı genişletmiş oluruz. Elhasıl sormadığımız soruların cevabını, kâinatta göremeyiz; görsekte farkedemeyiz. İşte bu sebepten, soruları bilmek, cevaplardan daha önceliklidir. Çünkü doğru soruyu bilmezsek, cevabı da bulamayız; görsekte tanıyamayız.

 

Mes’elâ zerreden şemse geçerli olan ama Bilimsel Bilim’in gör(e)mediği “koruma / korunma / muhafaza etme” fiil ve kanunu ve eserleri olan “ağaç, meyvenin kabuğu; insan – hayvanın derisi / postu; hücrenin zarı; dünyanın ozon ve magnetosferi; vücuttaki akyuvar – akyuvar – antikor; baştaki saç; gözdeki gözkapağı, kaş ve kirpik; tırnak; göğüs kafesi örneklerinde ‘varlık ve hayatı’ muhafaza ettiğinin görülmesi gibi.” Aynı şekilde “bilgi’yi de ‘çekirdek – tohum, DNA vs.’ gibi ayrı kılıf – kabuk – zırhlarda muhafaza eden” içiçe geçmiş eser / fiill / faaliyetleri görerek; “Mikrodan makroya geçerli bu koruma fiili ve koru(n)ma eserinin faili / ustası kim ve gayesi ve mesajı nedir?” sorusu sorulmalı ki hedef sapmasın, yanlış şey yanlış yerde aranmasın!

 

Rabbimiz’in “kûl” emriyle yazdırdığı Kur’ân-ı Kerîm Kitabı ile “kün” emriyle yazdığı Kâinat Kitabı’nın anlaşılması buna bağlı. Unutmamalıyız ki; okuma–yazma bilmeyen Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimiz’e ilk inen ayet / emir “Oku, Yaratan Rabbi’nin adıyla (Bismillah’la) oku…”dur ve ayetin devamında da neyi – nasıl okuyacağı bildirilir. Kâinat Kitabını Allah’ın adıyla okumazsak; “madde, tabiat, tesadüf” adına okumak zorunda kalırız; çünkü bunun ortası veya dışı (objektivite ve tarafsızlığı) yoktur. Ya gökteki tek büyük Güneş’i kabul edip, deniz ve damlalardaki her yansımasını o Güneş’ten olduğunu farkedeceğiz, yoksa görünen bu gerçeği inkâr edersek; yerdeki küçük – büyük her yansımanın “yansıma” olmayıp, tüm özellikleriyle milyarlarca aynı Güneş olduğunu kabul etmek ve Bilimsel Blim gibi bunun teori – metodolojisini kurmaya çalışacağız! Yani her bir varlık ve nesnenin davranışlarında gördüğümüz, o varlık ve zerrenin tüm kâinatla uyumlu çalışmasına sebep olan: “Muhît ilim, irade, kudret, şifa, görme, işitme, hayat verme, dengede tutma, koru(n)ma, rızık verme, temizle(n)me” gibi İlâhî isim – sıfatların; Rabbimiz’in değil, o zerrenin zâtında mevcut özellik ve sıfatlar olduğu, maddeden kaynaklandığını itikad etmek zorunda kalacağız! Sadece Allah’ın yapabileceği ve yaptığı eser ve fiilleri, maddî veya “tabiat, tesadüf” gibi vehmî ve zihnî birşeylerle nedensellemek zorunda kalarak; o şey(ler)i ilâhlaştırmış / ilâhlık özellikleri vermiş olacağız. Yerdeki ısıtmaya tek sebep ve fail ve etken olan Güneş’i inkâr etmek için; yerde inkâr edemediğimiz “ısınma ve sıcaklık” fiil – eser ve ismini, yerden bir takım sebeplerle nedensellemeye çalışmak zorunda kalıyor Bilimsel Bilim.

 

Güneş örneğinin kusuruna bakılmaya; Bilimsel Bakış Açısının dar perspektifine göre verilmiş bir örnek bu. Yoksa gerçekte Rabbimiz Güneş soba ve lâmbasını bize kurmuş, bizi ısıtıp – ışıklandırıyor; yoksa Güneş’in “Dünya’yı ısıtma ve ışıklandırma” fiil ve eserine sahip olduğu, hatta olabileceğini (çünkü Güneş “cansız, şuursuz, bilgisiz” olduğu için) aklı başında olan kimse iddia etmez, edemez! En başta dili olsa Güneş yalanlar bunu; “Benim daha başta kendi varlığımdan bile haberim yok ki, sizden haberim olsun; sizi ‘ısıtma – ışıklandırma’ fiil – eserinden (hidrojeni helyuma çevirerek ısı – ışığı nasıl elde edebilirim, foton nedir, nasıl yayılır, ısı – ışık – fotonu nasıl ulaştırırım’ vs.?) ve bunun sonuçlarından da hiç haberim yok, ben yapmıyorum. Bu hâlimle bu fiilleri ‘ben yapıyorum’ diyerek sahiplenemem!” der. Güneş, “ısı  – ışık yaratma ve iletme” fiilini sahiplenmekten aciz oluşu gibi, “aydınlık ve sıcaklık” eserlerini de sahiplenemez. Asıl, gerçek ve tek sebep ve fail ve etken olan Rabbimiz’i unutup veya unutmuş gibi yapıp; hergün 10 defa “Güneş beni ısıtıyor ve ışıklandırıyor, yeryüzünde hayat ve enerjinin kaynağı Güneş’tir, bütün bunlara Güneş sebep ve sebeplerden biridir” diye tekrarlarsak; en aşağı 10 defa da “Rabbimiz daha biz daha dünyaya gelmeden, Güneş lâmba ve sobasını kurmuş, hazırlamış; bizi ısıtıp – ışıklandırıyor, yemeklerimizi pişiriyor” diye kendimize hatırlatmamız gerekiyor ki, kendi kendimizi sabote ve hipnoz etmeyelim!

 

Elhasıl Güneş’e bakınca Güneş’i görmeyelim, aklımıza Güneş gelmesin; Güneş’te celâlle yansıyan ve cemalle bize bakan ve kemâliyle el sallayan gelsin! Tıpkı kelime veya cümleye bakınca, harfleri görmemek gibi. Parçaya bakarsak, herşeyi parçalar, sonra parçalardan başka birşey görmez, kesrete dağılırız; bütün’e bakarsak bütün’de gördüğümüzü, parçasında da küçük harflerle yazıldığını görürüz; ancak bundan sonra yeni parçalar görmek için kıyıdan uzaklaşmak, bizi bütün’ü görme ve unutmamıza mâni olmaz. Ancak böyle yaparsak; “devlet / patron bana maaş veriyor” cümlemiz, “bana rızık / ni’met veriyor” şirkine evrilmez! Rızık verenin kim olduğunu görürsek; “işimizi kaybetme” endişesi ile “rızkımızı kaybetme” endişesini birbirinden ayırabilir; böylece verdiğimiz tavizlerin asıl nedeninin iman – itimadımızın zayıflığı olduğunu görebiliriz…

 

Üstad Bedi’üzzaman Said-i Nursî Hazretleri, Kur’ân-ı Kerim ve Peygamberimiz’den (S.A.V.) aldığı dersle; Rabbimiz’in ayet / kanunlarını Risale-i Nur külliyatı’nda 2 sınıfa ayırır: Sıfatı İradeden gelen “Tekvinî Kâinat Kanunları” ve Sıfatı Kelâmdan gelen “Kelâmî (sözsel, söylemeyle verilen emir, Kur’ân-ı Kerîm) Şeriat Kanunları.” [Birinci cins kanunlar “kûn (ol)” emriyle, ikincisi “kûl (söyle, anlat)” emriyle uygulamaya geçiyor. Zaten “Kader, Kaza, Kur’ân, Kâinat (oldurulanlar), Kanun, Kalem, Kelâm, Kitap, Kıyamet ve Âlem, İlim…” birbirini tamamlayan ve aralarında tenasüp olan kavramlar… Ve (en aşağı) 3 – 4  boyutlu Kâinat Kitabında yarattığı varlıklara “ayet” denilmesi ve bunların benzerini getirmekten aciz oluşumuz (mu’cize) gibi, söylediği yazı olarak (en aşağı) 2 boyutlu Kur’ân-ı Kerim mu’cizesine de benzer getirmekten aciz oluşumuz… vs.] Birinci tip kanunlara uyan – uymayanlar (müslüman olsun – olmasın), karşılık – cezasını  dünyada görür; 2. sınıf kanun – emirlere uymayanlar ekseri ahirette görürler…

 

Ana konu dışında tâlî yola girdik (bence iyi de yaptık), konumuza dönersek; “Metod ve felsefe olarak, varlık ve olayları ille fâilsiz, (‘Allahsız!’) nedenselleyeceğim, açıklayacağım ve tasvir edeceğim” diye, daha başlangıçta kendi elini bağlamış Bilimsel Yöntem. Ama “eser, fiilsiz ve ustasız ve fiil de failsiz olması” mantıksız ve saçma olduğu için; madde – enerjiden “sahte fail, sebep, fiil ve eserler” bulmak veya “tesadüf, içgüdü, uzun zaman, evrim, kanun” gibi zihnî ve soyut kavramlar uydurmak zorunda kalmış! Maddenin varlık ve devamını, özellik ve sıfatlarını, işleyiş ve çalışmasını; domino taşları misali birbirine sahte sebep – sonuç bağıyla zihninde bağlayarak, sonra da artık inandığı gibi görmeye başlamış; buna da “olgusal ve tarafsız ve evrensel bakış ve yöntem” demiş! Daha önce de dediğimiz gibi; hiçbirşeyde “sebep – sonuç” şeklinde, “ressam – resim” ilişkisine benzer, yani “usta – eseri” anlamına gelebilecek tek yönlü bir ilişki ve ayrım yok. “Sebep” ve “sonuç” ismi verdiklerimiz, aynı zaman – mekânda / artarda birlikte; tek sebep, fail ve usta olan Rabbimiz tarafından yaratılıyor ve teşekkül ediliyor. Rabbimizi kabul etmezseniz herşeyi “sihir”le açıklamak zorunda kalırsınız! Belki sihir demekten utandığınız veya farkında olmadığınız için; “bileşik” gibi daha teknik ve bilimsel bir jargon kullanmış olabilirsiniz ama farklı isim vermiş olmanız yaptığınızın sihirden farklı olduğunu göstermez!

 

Bilimsel Bilim’e hâkim olan felsefe ve inancın dayattığı yöntem: “Allahu Tealâ varmış – yokmuş karışmam, konum değil, çünkü ölçülemez vs.” diyor, sonra “Allahu Tealâ yokmuş gibi” davranıyor. Yani gözlemlerini “otomatik mekanizmalarla, failsiz, kendi kendine olmuş gibi;” sebeplerin çalışması, fizik-kimya, tesadüf, madde-enerji vs.’yle nedensellemeye; “ölçemediği ve mantıken ispatlamanın mümkün olmadığı, görmediği tesadüflerle vs.” açıklamaya çalışıyor.

 

Halbuki “fail” olmazsa, sebepler, sebep bile olamaz; mes’elâ aşçı / usta olmadan, “bıçak kendi kendine bir takım enerjilerle havalanıp soğan kesemez, tencereye giremez, oradan yağ şisesi havalanıp, raftan harekete geçen tencereye yağ dolduramaz, buradan ocak kendi kendine ateşlenemez, tuzluk uçmaya başlayıp vs…” Yani Bilimsel Bilim bize masal anlatıyor, bir hurafeye inandırmaya çalışıyor!…

 

Biz “varlığın yaratanı, sahibi, işleteni kimdir ve amacı nedir?” sorusunu; Bilim’in “madde nedir?” sorusundan çok daha hayatî ve önemli görüyoruz.

 

Birşeyi nesne – süreçleri tasvir ve isimlendirerek; güya o olay failsiz, kendi kendine oluyormuş gibi anlatmak; tarafsız ve objektif ve olgusal anlatmak değildir ve bu seküler / lâik bir bakışta değildir! Çünkü bu tür ifade biçimini ateist – materyalist – determinist ve natüralist inanca sahip olanlar kullanır! Bilim, gerçeğin çok ufak bir kısmını göstererek (ki onu da eğri büğrü göstererek); resmin bütününü yani daha büyük bir gerçeği bizden saklamaktadır.

 

Bilim’in kurduğu failsiz / öznesiz Bilimsel İfadelerle; yani “sebep–sonuç, nesne, tabiat, tesadüf, içgüdü, evrim, mekanizma, kanun, madde – enerji, süreç” gibi isimlendirme ve sınıflandırmalarla, süreç ve nesnelere, bilinçaltı bir sıçrama hokkabazlığıyla; “fail / özne” fonksiyonu yüklemiştir! Böylece artık arıya sevki ilâhî gelmemekte olup, yani arı balı içgüdüsel / (dıştan güdü, müdahale zaten baştan reddedilmiş, bu sebepten en fazla “sevki tabiî” olabilir!) olarak yapmaktadır! Yani arı, “bal” mu’cize / eser / faaliyetinde; edilgen / nesne / aktör değil, etken ve fail / özne olarak gösterilmektedir! Yani “arıya bal yaptırılır, arı eliyle bal gönderilir, arı tezgâhında bal yapılır” gözlemi (çünkü bir eserde “fail / özne” olmanın birinci şartı ne yaptığını, nasıl yaptığını bilmek ve bunu tercih etmektir); “arı, bal yapabilir ve yapar” olarak Bilimsel kırılma ve deformasyona uğramaktadır. Yani yapılan gözlem–deney–ölçme, yalın ve olgusal ve nötr ifade edilmemektedir!

 

Bu tür bulanık mesajlarla, Bilim’in Metafiziği yani Bilim’in teoloji ve ontolojisi işe karışmakta; yani Bilimsel İnanç ve hurafeler, güya inanç ve değerden tarafsız ve olgusal Bilimsel İfadelerle, bilinçaltına kodlanmakta; bu ifadeleri defaatle okuyan insana böyle düşünmesi ve inanması emredilmektedir. Bu hipnoz ve efsun ve virüsün yaydığı hastalık sonucu artık “ağaç, elma yapabilmekte ve yapmakta; inek süt verebilmekte ve vermekte, toprak – ağaç meyve verebilecek kudrette ve verebilmektedir; Güneş ısı – ışık vermektedir!” “Ni’met, in’am, rızık, yaratma” gibi kelimeler Bilimsel kavramlar olmadığı için Bilimsel Literatürde kabul edilmemekte; hatta günlük dilde bile sadece “gıda maddesi, yiyecek, besin maddesi, ürün, mal, oluşum” gibi kelimeler kabul edilmektedir! Sanki bu ifade ve kelime / kavramlar, nötr ve objektifmiş gibi! Halbuki arkalarında bir dünya görüşü ve inanç taşımaktadırlar, o dünyadan doğmuşlardır! Güya tarafsız ve objektifiz diye; varlık ve faaliyetleri Allahu Tealâ’dan ilgisiz ve kopuk, sanki kendi kendine olması, işlemesi mümkün ve oluyormuş gibi algılatmaya zorlayan gizli bilinçaltı emir / kodları taşıyor bu kelime ve cümleler! Rabbimizle çağrışımı kopartılmış, şeffafiyetlerini yitirmiş kelimeler bunlar! İnsanın düşünce ve inancı kelime seçimlerini; kelime seçimi de düşünce ve inancını programlar; etkileşim çift yönlüdür.

 

Yani Bilimsel Bilim: “Allahu Tealâ varmış – yokmuş karışmam, konum değil, çünkü ölçülemez vs.” diyor, sonra “Allahu Tealâ yokmuş gibi” davranıyor. Yani gözlemlerini “otomatik mekanizmalarla, failsiz, kendi kendine olmuş gibi;” sebeplerin çalışması, fizik-kimya, tesadüf, madde-enerji vs.’yle nedensellemeye; “ölçemediği ve mantıken ispatlamanın mümkün olmadığı, görmediği tesadüflerle vs.” açıklamaya çalışıyor.

 

Halbuki “fail” olmazsa, sebepler, sebep bile olamaz; mes’elâ aşçı / usta olmadan, “bıçak kendi kendine bir takım enerjilerle havalanıp soğan kesemez, tencereye giremez, oradan yağ şisesi havalanıp, raftan harekete geçen tencereye yağ dolduramaz, buradan ocak kendi kendine ateşlenemez, tuzluk uçmaya başlayıp vs…” Yani Bilimsel Bilim bize masal anlatıyor, bir hurafeye inandırmaya çalışıyor!…

 

Elhasıl mevcut Bilim Felsefe ve anlayışına göre; evrende fiil failsiz, eser ustasız, yazı yazansız olmaktadır ve / veya Bilimsel İfadelerinde “kalem fail olup, yazmakta ve atomlar o kalem(ler)in temas noktası (izdüşümü) veya mürekkep noktası olmayıp, kendi zâtlarında içkin bir enerji–kuvvetten dolayı hareketli ve sabit ve dengede olup, bu 3 – 4 boyutlu resim – heykelleri tekrar be tekrar yapmaktadır! Kendilerinde olmayan ‘hayat, şuur, bilgi, sanât, görmek, tat’ gibi manevî şeyleri, birleşince sihirbaz gibi yoktan yaratmaktadırlar!” Yani “tuval dışında Da Vinci gibi bir fail / özne / usta / ressam aramaya gerek ve mantıkî zorunluluk yok;’ herşey ‘fırça, boya, fırçanın hareketleri ve tuvalle’ açıklanabilir ve nedensellenebilir! Kâinatın varlığa çıkması, varlıkta durması ve işlemesi için ‘Da Vinci’ gibi çerçeve – boya – fırça dışı,  bu cinsten olmayan farklı bir sebebe gerek yok, herşey kâinat cinsinden sebep – sonuçlarla, gene doğa ve madde içindeki ilişki – etkileşimlerle açıklanabilir ve nedensellenebilir” diye bir hurafeye inanmakta; üstelik bu inançlarının Bilimsel bir veri, tarafsız gözlemlerden çıkan bir sonuç olduğuna inanmamızı istemektedirler! Bir hikâye, bir senaryo, daha doğrusu bir “masal” anlatılmakta, bizim de buna inanmamız, yoksa “olağanüstü şeylere inanan dogmatikler” olacağımızı iddia edilmektedir!

 

Bilimsel Bilim’in analitik ve parçalayıcı, analiz – sentezci ve indirgemeci kamerasının objektifiyle zoomladığı yerde olaylar böyle kurgulanmakta, çünkü böyle olduğuna inanılmakta; resmin bütününe vahdet bakışı yerine, analiz – sentezlerle parçalayarak; her küçük parçayı, onun yanındaki diğer parçayla, güya birbirine çarpan domino taşları gibi nedensellemeye çalışarak; resmin parçalarını ve sonra bütünü nedenselleyip, “nasılını tasvir ettim,” hatta “açıkladım” ilüzyonu veriyorlar. Yani Bilim, şapkanın tavşan doğurabildiği ve doğurduğuna ve “cansız – ilimsiz – kör ve şuursuz” atom, madde – enerji, tesadüf, tabiat, evrim, zaman vs.’den “hayat, görme, ilim, bilinç, düşünce vs.” çıktığına inanmamızı istemektedir!

 

Sonuç olarak: Gücün sözüne değil, sözün gücüne yaslanan, yani hâkikat’ten güç alan Bedi’üzzaman Hazretleri’nin (R.A.) “Medresetüzzehra Projesi”nin bir ân önce hayata geçirilmesi şart. Ancak bu yolla aklımızı ecnebî kavram ve araçlarla düşünmekten muhafaza edip; kendi medeniyet ve dünya görüş ve kavramlarımızı kurmak mümkün olabilir ve “ateizm – materyalizm – nihilizm – relativizm – sekülarizm” vadilerinde dolaşan ve hasta olduğunun bile farkında olmayan biz parttime müslümanlara ve diğer başka insanlara söyleyecek birşeyimiz olur inancındayım. Bizleri hipnoz ve büyünün etkisinden uyandırıp, kurgulanmış sahte bir gerçekliği “varmış, gerçekmiş” gibi gösteren ilüzyon ve matriksten kurtulup, rü’yalarımızdan uyanmak ancak böyle mümkün olabilir diye düşünüyorum.

 

Bunun için buradan, ateist – materyalist – determinist – natüralist felsefe / inancın delil – ispat ve teorisini yapan Bilimsel Bilim’e suç duyurusu yapıp, İslâmî Bilim’e geçilmesi talebinde bulunuyorum! Bununla ilgili örnek olabilecek etüd – eskiz çalışmaları için www.metabilgi.org (www.metabilim.org) web sitemize bakılabilir.

 

Burada şu noktayı da açıklamakta yarar var: “Bilim, bilimdir ve evrenseldir; sana–bana göresi, İslâmîsi–gayri İslâmîsi ol(a)maz” demek yanlıştır.

 

Bu argümanı söyleyenler, zihinlerini seküler ve lâik paradigmalara göre dizayn ettiklerinden, yani batıdan ithal kavramlarla yapılandırdıklarından; zihnî algılarında İslâmiyet’i “din” kategorisine alıp, sonra “Bilimsel Bilim” isminde İslâmiyet dışı (İslâmiyet’ten bağımsız ve kopuk) seküler bir alan oluşturmalarındaki absürdlüğü farkedememeleri normâldir. (*)

 

[*Avrupa’da Bilim’in, kilise–engisizyon boyunduruğundan kurtulması için, bu din dışı kategori gerekli ve anlamlıydı. Bu dinden bağımsızlığını ilân etme ve din dışı alan tanımı, Batıda Bilim’in gelişmesi için işlevsel ve faydalıydı. Bu ayrım, muharref Hıristiyanlığın Tanrı ve Varlık tanımına da (yani teoloji ve ontolojisine) aykırı değildi (onların teolojisinde Tanrı kâinatın yaratılıp–kurulmasında ilk sebep olup, işleyişe karışmaz, olaylara bazen mu’cizelerle müdahil olur; Varlık ise kendisine Tanrı tarafından verilmiş bir kuvvet ve potansiyelle Tanrı’ya ihtiyaç duymadan ayakta durup, işleyebilir); üstelik Hz. İsa (A.S.) Efendimiz’in tebliğ ettiği hakikî Hıristiyanlık daha ziyade manevî ağırlıklı olup, dünyevî hayatın tanzimiyle ilgili (bilebildiğimiz kadarıyla) detay yoktu. Fakat İslâmiyet, yatağa yatış şeklinden, tuvalete giriş adabına kadar en ince detayları bile tanzim etmiş; kendisinden kopuk ve ayrı bir alan tanımına müsaade etmemiştir.

 

1700–1800’lerden itibaren başladığımız ve 1900’lü yıllarda tamamlayıp, resmîleştirdiğimiz Batıya benzeme/Batılı olma; (şapka, harf, dans, opera gibi) Batı’nın herşeyini birebir kopyeleme suretinde gerçekleştiği için, Bilimsel Bilim ve bunun bağlı olduğu ateist–materyalist–natüralist–determinist zihniyeti de birebir kopyaladık.

 

Bir de; dinimizde “dünyayı bırak, ahirete çalış, hiçbir şeyi araştırma, öğrenme” gibi veya bu anlamı imâ veya ihsas edecek tek bir Ayet–i Kerime, Hadis–i Şerif, icma, kıyas vs. yokken, hatta durum tam tersiyken; “Bizi, İslâmiyet mi geri bıraktı” sorusunu utanmadan sorabildik! Maddiyatta geri kalışımızın sebebini kendimizde değil, dinimizde aradık; tarihsel, sosyolojik, politik ve ekonomik asıl sebeplerini bile sorgulamadık…]

 

“Bilim, bilimdir ve evrenseldir; sana–bana göresi, İslâmîsi–gayri İslâmîsi ol(a)maz” demelerinin diğer nedenleri:

 

Bilim’in objektif, tarafsız ve inançtan bağımsız ve evrensel olduğunu düşünmeleri,

 

Bilim’i sadece “gözlem–ölçme / deney” olarak dar bir pespektiften tanımlamaları,

 

“Bilim” (science) ile “Bilgi” (bilgi, ilim, knowledge, info, data) ayrımını yap(a)mamaları. Halbuki Bilimsel Bilim; evrendeki bilgiyi keşif ve üretme yöntemlerinden sadece birisidir.

 

Bilim’e hâkim olan felsefe ve bu felsefenin rehberliğinde şekillenen algı/amaç/bakış açısı / gözlem ve bilimsel ifadelerinin ateist, materyalist ve natüralist, determinist olduğunu farketmemeleri,

 

Bilim’in “nasıl”a, İslâm’ın “niçin”e cevap verdiği safsatasına inanmaları. Çünkü çoğu yerde “nasıl” ve “niçin” kavramları birbirinden bağımsız ve ayrı olarak cevabı verilebilecek sorular değildir.

 

Son olarak, mevcut Bilim’e alternatif olacak, ondan çok daha geniş bir araştırma–öğrenme, gözlem–yorum metodu düşünememeleridir.

 

“Belli şartlar altında saf su, hep 100 oC’de kaynamaya başlar. Şu bilime, bu bilime göre değişmez!” argümanı da; Bilim’i sadece gözlem–ölçme/deney olarak görmelerinden kaynaklanmakta. Bir de mevcut Bilim’e alternatif olacak Bilim’in, gözlem–ölçme/deney yapmayacağı, buna karşı olup; Bilim’in bu veri/datalarını dışlayacağı önyargısından kaynaklanmaktadır. Hasılı konuyu derinlemesine düşünmediklerini göstermektedir.

 

Eğer gözlem–ölçme/deney Bilimsel Bilim’in malı olsaydı, patenti onun olsaydı, yani onun tekelinde olsaydı; bu önyargılarında haklı olabilirlerdi ama ne yazık ki bu yöntemler ilk insandan beri var ve kullanılıyordu. Belki bu gözlem/deneyi ellerini ateşe sokmak gibi basit yöntemlerle yapıyorlardı ama vardı (Hatta Habil bile cenazeyi nasıl defnedeceğini kargayı gözleyerek öğreniyor). Fakat Bilimsel Bilim bunu öyle lânse ediyor ki; sanki kendisinden önce gözlem–ölçme/deney yapan insan, toplum ve medeniyet yokmuş zannedersiniz! Kendisinden önce yaşamış Mısır, Hint, Çin, Mezopotamya Medeniyetleri ve özellikle İslâm Medeniyeti; gözlem–ölçme/deneyin değişik yoğunluklarda kullanıldığı medeniyetlerdendir. Yoksa Batı Medeniyeti ve buradan doğan Bilimsel Bilim, köksüz bir biçimde gökten zenbille inmiş değil.

 

Sonuç olarak; suyun kaynaması argümanını seslendirenlere deriz ki: “Evet biz de sizinle aynı düşünüyoruz, her türlü bilime göre su 100 oC’de kaynar. İsterse ismi Bilimsel Bilim yerine, İneklere Tapan Bilim’i olsun farketmez, gözlem–ölçüm/deney yaptığında suyun 100 derecede kaynadığını görür; gerçek gerçektir, sana–bana göre zaten değişmez.”

 

Bilimsel Bilim’e alternatif olduğunu göstermeye çalıştığımız İslâmî Bilim; mevcut Bilim’in gözlem–ölçüm/deneylerinin, yani veri–datalarının, yani ham, işlenmemiş bilgilerinin yanlış olduğunu iddia etmiyor ve bu verileri de kullanır, doğru kimin elinden gelirse gelsin zaten kabul etmek gerek. Bu konularda Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok.

 

Evrendeki bilgi’yi keşfetme veya üretme yöntemlerinden olan gözlem–ölçme/deneye karşı değil İslâmî Bilim, bilâkis emreder. Bu yöntemleri Bilim Bilim’i taklit ederekte almış değil, yani kopye yok, (aslında süreç tam tersi). Çünkü Kur’ân-ı Kerim’in ilk ayet/emri olan “oku”dan itibaren; “okuma–yazma bilmeyen Peygamber”in (S.A.V.) “neyi okuyacağı, nasıl okuyacağı, niçin okuyacağı” ders verilmeye başlanmıştır (Bkz: Alâk Suresi ilk Âyetleri)… Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler’de, kâinatta işlerin “nasıl yürüdüğüne” defaatle bakmamızı istemesi (yani İslâmiyet niçin’den başka, hatta daha fazla nasıl’ı da emreder) ve defalarca akıl–düşünmeye yapılan teşvik ve emirlerle kâinatın okunması başlamıştır. Hem de Bilimsel Bilim’den çok daha geniş ve derin, zengin ve yüksek bir biçimde. Bu Yazının konusu da; hem İslâmî Bilim’in bu zenginliğini bazı örnekler üzerinde göstermek, konu hakkında genel bir çerçeve çizmek; buna karşın Bilimsel Bilim’in “eksik” ve “yanlış” ve “zararları”nı göstermek üzerine. İslâmî Bilim’in ayağını bastığı yerlere, Bilimsel Bilim’in değil gözü, hayâlinin bile yetişemediğini göstermek üzerine.

 

Bilimsel Bilim – İslâmî Bilim farkına kaldığımız yerden devam edersek; şimdi uzun metrajlı kâinat filmini hızlıca geriye sarıp, Big Bang, yani patlamadan itibaren  baştan ve hızlıca oynatalım: Müthiş bir patlama oluyor; gaz, ısı, basınç, enerji vs. atomaltı ve atom sistemleri yokluktan varlığa çıkıyor (yani yapıtaşları da, kullanıldıkları üstsistemler ve özellikleri de patlamadan önce yoktu, patlamadan sonra var oldu, yaratıldı). Oradan sadece bir atoma zoom yaparak, başrol oynatalım; bu atom trilyonlarca yapıda (gaz, yıldız, gezegen, uzay, taş, toprak, ağaç, hayvan, insan, bina, uçak, mide, göz, su, böbrek vs.’de dolaşmış, çalışmış ve yapıtaşı olarak kullanılmış. Sonra tüm atomaltı ve atomlara çevirelim kamerayı öyle bakalım, her atomun böyle ayrı bir hikâyesi var.

 

Sonra atomlardan uzaklaşarak bakalım: Big Bang, atomaltı – atomlar, element – molekül – kristaller, yıldız – gezegen, taş, toprak, canlı, mikrop, bitki, hayvan, insan, tahta, demir, bulut, çiçek – masa – sandalye, ağaç vs… Yani en başta “patlama” gibi absürd bir sebeple, sihir gibi, güya ağaçlar kendi kendine kalkan testerelerle kesiliyor, biçiliyor, tahtalar birleşiyor – vidalanıyor, masa – sandalye oluyor, sonra o masanın atomları tekrar ayrılıp, başka bir canlı veya varlıkta yeniden başka zerrelerle yapışarak başka bir organizasyon – sistem kuruyor!…

 

Bu filmi, milyarlarca seneyi 5 – 10 dakikada hızlıca oynatın; ilginç değil mi, herşey kendi kendine, sebeplerle, failsiz / ustasız, evrim, devrim, zamanla oluyor! Bilim der: “Yok efendim, milyarlarca yıllık süreç, evrim – devrimle, uzun zaman içinde oluyor bunlar!” İşte sizi getirmek istediğim nokta bu: 5 – 10 dakikada olmasını mümkün görmediğiniz, bilâkis muhâl gördüğünüz, bütün bu fiil ve eserler, milyarlarca seneye yavaşlatılıp, yayılınca; neden ve niçin “evrim, tesadüf, zorunluluk, madde – enerji” (adına ne derseniz deyin) ile mümkün ve vâki olabiliyor ve oluyor!?

 

Neden “Madde-enerji + Uzun Zaman = Herşey mümkün”? Bunu hangi mantık kuralı veya ampirik gözlemden çıkardınız!? Birşeyin mümkün olduğu ve olabileceğinin ispatı, olanları göstermekse eğer, bu bir “totoloji”dir! Kâinatta en küçük bir zerre ve en küçük bir hareketi ve neticesi, “mümkün” olduğu için olmuyor, olduğu için biz bunu “mümkün” sanıyoruz; mümkün kavram / tanım / kümemizi böyle oluşturuyoruz! “Failsiz ve ustasız mümkün olmasa, bütün bunlar olmazdı” diye kerameti kendinden menkul bir kısır döngüyle (totoloji), güya delil – ispat, akıl yürütme yapıyorsunuz! Sonra sizin gibi düşünmeyenleri “bilimdışı” diyerek aforoz edip, sizden farklı düşünenleri fanatik ve dogmatik olduğunu iddia ediyorsunuz! Elhasıl kâinattaki hareket ve olayların, failsiz olabileceği ve olduğunun delil – ispatını yapmalı Bilim.

 

Mevcut Bilimsel Bilim bu tür batıl inançlarına aklı ikna etmek için, kâinatı ve maddeyi parçalarına ayırmaktadır; tâki ufaladıkları bu şeyleri, yanındaki diğer şey(ler)e; sonraki aşamada da kâinatın tümünü sebeplere dağıtmakta zorluk çekmesinler! Yani Rabbimiz’in fiil ve eserlerini parçalayıp, tek tek  sebeplere dağıttıktan sonra; bir de uzun zamana yaydıktan sonra, Rabbimiz’e de kâinatın başlangıcında ufak bir “İlk Sebep” rolü bağışlıyorlar! Güya Allahu Tealâ Otomatik Evren Makina / Mekanizmasını kurmuş, artık tüm inşa (varlıktan yaratma) ve ibda (hiçten yaratmayı); “madde–enerji, evren, evrim, zaman, tabiât, sebepler, kanun, paralel evrenler” yapmaktadır! Ben de; tâ Bilim’in bile görüp gözlemediği, uzay – zamanın bile olmadığı kâinatın veya kâinatların başlangıcından gelen zayıf, soluk bir ışıkla, imanımı soldurmamaya çalışacağım! Eğer o da Bilimsel Bilim’in dediği “paralel sonsuz uzay – zamanlı evren veya hammaddesi” iddia / hipotezi, delil – ispatlanıncaya kadar geçerli! Bu da kabul edilirse, bu hipotezin bir yorumuna göre; kâinat veya hammaddesinin herhangi bir yaratıcı ve ilk sebebine mantıkî ihtiyaç ve zorunluluk kalmayacak! Yani o zaman kâinata, gördüklerime gözümü kapayacağım; imanımı ancak öyle muhafaza edeceğim!

 

Rabbimiz’in fiil ve eserlerini parçalayıp, tek tek  sebeplere dağıttıktan sonra; bir de uzun zamana yaydıktan sonra, Rabbimiz’e de kâinatın başlangıcında ufak bir “İlk Sebep” rolü bağışlıyorlar demiştik. Örneğin Bilimsel Bilim’in anlattığı bu masala göre; “yağmur buluttan, elma topraktan, ısıtma ve aydınlatma Güneş’ten, zararlı ışın ve göktaşlarından korunma atmosferden kaynaklanmakta (yani bu “koru(n)ma – muhafaza” fiil ve sonuç / eserlerine), Bilim’in gösterdiği bu sebep / nesne ve süreçler, sebep ve fail olmaktadır!” Bütün bunların faili ve sebebi; “yani yağmuru yağdıran, rızık veren, koruyan, doyuran, türlü hediye ve ihsanlarda bulunan” Rabbimiz unutulmakta ve unutturulmaktadır!

 

Halbuki herhangi birşeye hakiki anlamda sebep / fail olabilmek, “ben yaptım” diyebilmek için asgarî 3 şart gerekli: O şeyin bunu yapabilecek “ilim, irade, kudret” sahibi olması. Bu 3 şart içinde “hayat, görme, işitme” gibi diğer sıfatlar içkin. Konuyu örneklendirirsek; “adamı tüfek öldürdü” denmez, “tüfeği ateşleyen adam öldürdü” denir. İşte Bilim kâinatı okuma ve anlamlandırmalarında “adamı tüfek öldürdü” diyor. Halbuki tüfekle adam öldürülünce, tüfeği “katil” diyerek hapse atmıyoruz; öldürmeye niyet edip, iradesini bu yönde kullanan, tüfeği hareket ettirip, nişan alan, tetiği çeken sebebi, faili hapse atıyoruz! Çünkü tüfekte “insan öldürmek” gibi “ilim, irade, kudret” gerektiren özellik ve sıfatlar yok. Aynen bunun gibi evrendeki hiçbirşey hiçbirşeyin “sebebi, faili, müessiri, etkeni, mucidi, munşisi” değil ve olamaz ve mümkün de değil. Tabî bizim burada bahsettiğimiz eylemler “rüzgârın yerdeki yaprakları hareket ettirmesi” gibi basit süreçler değil. Gerçi bu eylemin de tek sebebi ve faili Rabbimiz. Yani O’nun “Kuddus” gibi isim–sıfatlarının mikrodan makroya geçerli kural / kanun / âdetullah / tekvinî şeriat / sünnetullahının sonucu. Fakat bunun izah ve ispatını başka yerlerde “İlâhî Fizik Kanunları” başlığı altında yapıldığı için burada bu konuya girmiyoruz.

 

Bu parçacı, parçalayıcı, indirgemeci, analitik ve kesrete dağıtılmış bakış yerine; İslâmî Bilim’in vahdet bakışıyla, yani bütünsel ve holistik ve küllî baktığımızda, “bütün”de (vahidiyyet, tevhid) gördüğümüz manayı, “küçükte” de (ehadiyyet) görebiliriz; aksi hâlde bütün’de büyük harflerle yazılmış yazıları okuyamazsak, küçük’te küçük harfle yazılmış olanları da göremeyiz, görsekte okuyamayız, okusakta yanlış tercüme ederiz, tercüme etsekte işimize yaramaz!

 

Buna başka bir örnek olarak: Yarın gelip – gelemeyeceği ve / veya bizim yarın yaşayıp – yaşamayacağımız, Bilimsel Yöntemlerle ve mantıkî yollarla, bugünden deney, ispat, gözlenemez (çünkü gelecek henüz gelmediği için gözlenemez); ama ahiret’in geleceği, İslâmî Bilim’in elimize verdiği araç, kavram, bakış açısı ve kriterlerle, bugünden delil – ispatlanabilir, bazı cüzleri de bugünden gözlenebilir! Bu konunun açıklama ve delil – ispatı için, diğer yazılarımıza bakılabilir.

 

Yukarıda anlatılanların özeti olarak, sorulması gereken doğru soru şu: “Allah’tan başka hangi fail, hangi sebep, hangi neden, hangi Sanî aynı topraktan türlü renk – koku – şekilde ni’metler; tavuktan yumurta, arıdan bal, inekten süt gönderebilir? Allah’tan başka hangi sebep atmosferi başımızın üzerinde bir filtre ve kalkan yapıp; vücudumuzu deriyle, hücremizi ayrı bir zarla, ağacı kabukla korur? Hangi sebep yeryüzündeki tonlarca suyu göğe kaldırıp, arıtıp, rüzgâra taşıtıp, tekrar muhtaçlara indirir!? Rabbimiz’den başka hangi sebep, hangi merhametli ve rahim; dişsiz ve sindirim sistemi gelişmemiş bebekleri önce karnına bağlanan bir kordonla, sonra memelerden gönderilen en gerekli tek gıda olan sâfi bir sütle doyurur!? İnsan, hayvan tüm bebekleri düşünürsek; Allah’tan başka hangi tesadüf, hangi sebep, ıssız çöl ortası gibi koca boşlukta dönen Dünya’ya hergün tonlarca sütten ırmaklar gönderebilir!?…” Resmin bütününde tevhid / vahdet bakışıyla ve doğru soruyla görünen manzara bu. Resmin bütününde bunu görünce, resmin hiçbir parça ve hareketinin de, tabiat – tesadüf – maddeye verilebilecek kadar alelade olmadığı, failsiz olmadığı ve olamayacağı belirginleşir. Elhasıl: Bilim, yanlış sorduğu soruların cevabını doğru bile verse; gerçeğin bütününü göstermediği, bilâkis sakladığı için bu cevap yanlıştır; zaten yanlış sorunun doğru cevabı olmaz! O hâlde cevapları öğrenmekten önce, soruları öğrenmek çok daha önemli; çünkü doğru cevaba doğru soruyla ulaşılır. Yani “Cevap nedir?”den önce, “Soru, doğru soru nedir?”i öğrenmeli. Aksi hâlde bir ömür boyu yanlış yerde ağ atmış oluruz veya büyük balık yakalayacağım diye, küçük balıkları ağın gözeneklerinden kaçırırız…

 

Doğru soru şu: Ağaç, elmanın ne sebebidir? İnşâ mı, tat mı, koku veya renk mi?… Ağaç, arı, atom, kendi üzerlerinde yapılanlardan haberleri bile yok; bunlara nasıl “meyve, bal, masanın sebebi” diyebiliyorsun!? Kendi başlarına varlık, hayat ve devamları bile yok, nasıl failmiş gibi kendi başlarına “sebep” olabilsin!?…

 

Tavuğun, ağacın olma (varlık) sebebi nedir? O sebep diye gösterdiklerin yapıtaşı ve süreç, yani totoloji yapma ben de zaten bu sürecin sebebini soruyorum! Senin durumun şuna benzer ki: “Bu basılmış kitap ve içindeki sanat ve bilginin sebebi nedir ve nereden gelir?” sorusuna; kitaptaki harf, cümle veya sayfa ve ciltleri, hatta kâğıdın hammaddesi olan ağacı gösteriyorsun! Sen kalemlerin kendi kendine havalanıp, birşeyler çizdiğini, mes’elâ çok güzel resimler yaptığını görsen hayret etmez misin, sana da garip gelmez mi!? Cansız ve şuursuz, bilgisiz ve gözsüz, iradesiz kalemleri kimin hareket ettirdiği ve tuttuğunu merak etmez misin!? İyi de kardeşim şimdi aynı işi renksiz, tatsız ve cansız ve şuursuz, kör, sağır zerreler yapıyor; hem de her zaman – mekânda, defalarca! Bu kalemlerin kendi kendine resim çizmesinden çok daha hayret verici bir durum değil mi!? Çünkü zerreler hem trilyarlarca ve hem de hem yapıtaşı ve hem de usta ve hem de yaptıkları modeller 3 boyutlu ve tat, koku, hayat vs. özellikli!

 

Elhasıl Bilim yanlış yere baktırıyor, doğru soruları sordurmuyor; yanlış sorunun cevabı doğru bile olsa yanlıştır. Yani tavuk yumurtladığı için yumurta yemiyoruz, Rabbimiz tavuk zarfı / aracıyla bize yumurta ikram ettiği için yumurta yiyoruz. Yani yumurtanın sebebi tavuk değil; Rabbimiz yumurta rızık / ni’meti ihsan etmek istediği için tavuktan yumurta gönderiyor, tavuktan yumurta çıkıyor, tavukta yumurta imâl ediyor! Yumurta ile tavuk, zaman – mekân itibariyle yakın ve bitişik; illiyet ve nedensellik (sebep – sonuç) itibariyle çok çok uzak! Aralarındaki bağ, sadece artarda gelmek ve bitişik yaratılmak.

 

Rabbimiz kuşları gökte süzülsün istemesi sebebiyle kuşlar uçuyor, yoksa havanın kaldırma kuvveti sebebiyle değil.

 

Rabbimiz yıldızlar gökte boşlukta dursun istediği için, yıldızlar Rabbimiz’in kudretiyle, çekim emriyle direksiz (bir yere bağlanmadan) uzayda duruyor ve düşmeyip, seyahat ediyor; yoksa kütleçekim kuvveti sebebiyle değil. (Zaten kütleçekimi denilen şey, tanımı icabı, durduğun yere göre iter ya da çeker; yıldızları belli bir noktada ve dengede tutmaz ve seyahatte ettirmez! Tabi “tesadüf”ün varlık ve zorunlu olduğuna inanıyorsan, yani tesadüfün devamlı kendini tekrar ettiğine inanıyorsan o başka!) Fizik / Doğa Kanunu dedikleri şey; devamlı ve muhit “emir ve irade”dir; madde veya sürecin istikrarlı ve devamlı davranışlarına verilen bir isim olup, kendi başına bir varlığı ve maddeye bir etkisi yoktur.

 

Elhasıl birşeyi ya Yaratıcısı / faili varmış gibi inceler ve ifadelendirirsin veya yokmuş gibi; ortası, dışı, tarafsız tarafı yoktur! Elhasıl Bilim’in “olgusal ve olduğu gibi, kişiden kişiye değişmeyecek şekilde, nesnel ve tarafsız, seküler / lâik ve metodik natüralist” gözlem ve tasvir yapmak dediği yöntem; mevcudat ve faaliyet ve sonuçlarına ateist – materyalist, determinist ve natüralist inançla bakmaktan, Bilimsel gözlem ve cümlelerini bu felsefeye göre kurgulamak / kurmaktan başka birşey değildir.

 

Bilim’in kurgulayıp, tasvir ettiği evren modelinde; “ezelî–ebedî (başlangıç ve sonu olmayan, her açıdan zamansız ve sonsuz) ve Samed (hiçbir şeye muhtaç ve mecbur olmayıp, herşeyin O’na muhtaç ve mecbur olduğu) Allahu Tealâ” yerine, “ezelî–ebedî ve Samed olan madde–enerji, evren ve / veya hareket, evrim, zamandır” sonucu çıkmaktadır. Kâinat, madde, zaman, tesadüf, determinizm ve sebeplere İlâh rolü verilmekte, buna inanılmakta, bu empoze edilmektedir! Zaten Bilim’in; “var yok ol(a)maz, yokta varol(a)maz” tezinin diğer açılımı bu! Yani ona göre: (Madde ve enerji + Uzun zaman) x Tesadüf ve Zorunluluklar = Herşeyin olması mümkün, olan ve olacaklar da bundan ibaret!

 

Bilimsel İfadelerdeki bu tür Yanlış Bilgi Virüsleriyle, kişinin zihni, küfür / inkâr düşünce sistemiyle, bakış açı ve algısıyla çalışmasına rağmen, kalbindeki imanı muhafaza etse bile; genelde doğuştan ezberletilen bir inanç ve alışkanlığın tekrarı olur bu! Bu hasta Allahu Tealâ’yı olsa olsa İlk Sebep Tanrısı (yani Allahu Tealâ kâinatı yaratmış, kâinat otomatik mekanizmalarla, makina gibi kendi kendine işliyor gibi) olarak görmeye başlar! Yani Allah’ı sadece ilâhlıkta ortağı yok, fakat iş / icraat / eser ve faaliyetlerinde ortakları var olarak düşünür! Böyle bir imanın kişide algı ve davranış değişikliği göstermesi çok zordur, zaten olumlu olan davranışları da bozar! Çünkü bu kişi, kâinatla irtibatı olmayan / kâinatdışı ve uzak; evren ve insanla irtibat ve etkileşimi olmayan, yani kendisine ve eşyaya dokunmayan vehmî bir tanrıya inanmaktadır!

 

Bilim reel evrenle, yani gerçekte olanla, önümüze bir filtre / perde çekmiş; gelen ışık / bilgi, bu “bilimsellik” prizmasında kırılmakta / değişmektedir. Kâinattan gelen birçok veri ve bilgi ve mesaj, bu filtrelerden geçememekte; geçenler de tek yönlü okuma – anlama ve işleme tâbi tutularak, ateist – materyalist veya agnostik inançlara (agnostiklerin de inandıkları şeyler var) yer ve meşruiyet alanı açılmaktadır.

 

Özetle: Bilimsel Bilim’e hâkim olan ateist – materyalist – determinist ve natüralist inanca bağlı olan modern Bilim’in bu felsefesi; yalın / çıplak ateizm – materyalizm ve misyonerlik faaliyetlerinden çok daha tehlikelidir! Çünkü bu Bilim, sinsi ve gizli ve bilinçaltı kod / mesajlarla çalışır ve ateist – materyalist inançları delil – ispatlamaya çalışarak, rasyonalize etmeye; ayrıca karşısındakini “hurafe, dogmatik, bilgidışı, ilmî değil, evrende gözlenemeyip, delil – ispatı yapılamayacak körükörüne inanç” olarak göstermeye çalışır. Yani mertçe düşmanlığını göstermez, mertçe saldırmaz! Üstelik bu Bilim (terminolojisini değiştirmeden, motamod), inananlar için de, itikadlarının biçimlenmesi ve ispatında da hiyerarşide en üst sıraya yerleşerek delil – ispat ve onaylama makamı olarak kullanılıyor!

 

Dünyada geçerli tek tip Bilim sayesinde; günümüzde dinden, ideolojiden, ülke ve milliyetten bağımsız olarak herkes, kâinat ve hâdiselere; “otomatik olarak kendi kendine işleyen makina / sebep – sonuç – süreç – evrim – mekanizma” olarak; yani Rabbimiz’den kopuk ve ilgisiz bakıyor! Çözüm: İslâmî Bilim. Yani Bilimsel Bilim’in çizdiği ve kurguladığı Sahte Evren Modeli ve İslâmî Bilim’in gösterdiği Gerçek Evrenin Karşılaştırılmasıdır; yani Kurgu’nun, Gerçek’le imtihan edilmesidir.

 

Bilimsel Bilim’in Bilinçaltımıza enjekte ettiği Yanlış Bilgi Virüsleriyle manevî hasta olup, Bilim’in bu Truva Atlarıyla önce zihni, sonra da kâlp ve davranışları zehirlenip, iman ve itikadını kaybedip, şirke girenler, yarın ahirette: “Ya Rabbî! Beni Cehennem’e atma; dünyaya gözümü açtığımdan beri, okuduğum kitap, gittiğim okul, seyrettiğim TV ve çevremde, daha doğrusu tüm dünyada öğretilen – anlatılanlara karşı; imanımı muhafaza etmek, sana inanmak ve dayanmak için her yerde delil – ispat aradım ama bulamadım! Rızık veren sen olduğuna inanmak istedim ama Bilimsel Bilim’in anlattığı ağaçları ve mekanizmalarını, fotosentezi, tabiatı, sebepleri, evrimi gördüm ama seni göremedim, senin rızık verdiğine dair delil bulamadım! Yaratan sen olduğun, ni’met veren sen olduğun doğuştan bana öğretilen ezber inancıma delil aradım, bulamadım; ilâçları, madde-enerjiyi, suyun kaldırma kuvveti–kanunu;  hatta doğruysa Evrim Kanunu gibi sebepleri gördüm ama kâinatta seni sebep ve fail olarak gene bulamadım! Kâinatta gördüğüm bütün bu faaliyet / iş / icraat ve eserlerini tüm bu Bilimsel Sebeplere dağıttıktan sonra; imanıma yer ve meşruiyet açma, dayanak bulma adına ‘İşte bütün bunları, madde–enerji ve kanunlarını, tüm bu makine / mekanizmayı düzenleyen ve işleten Allahu Tealâ!’ diye toptan bir itikad kuralı söylediler, ama bunun da delil–ispatını bulamadım! Bilimsel Bilim’in gösterdiği / kurguladığı evrende, sanki Sen olmasan da işlerin varlık ve yürümesi mümkün ve yürüyebilir ve yürür olarak resmediliyordu! Bilim’in ‘var, yok ve yokta varolmaz’ kuralınca, yani evren veya yapıtaşı yaratılmamış, hep var ve sonsuz veya sonsuz dönüşümdeyse, hele bir de Paralel Evrenler varsa; İlk Sebep Tanrısı olarak bile sana inanmaya mantıkî gerek ve rasyonel sebep bul(a)madım! Çünkü gittiğim okul, okuduğum kitap, seyrettiğim filmlerde (hatta çizgi filmlerde bile!) kâinatın varlık ve devam ve çalışmasında, Allahu Tealâ’nın varlık ve müdahalesini gerektirecek hiçbir gerekçe ve sebep ve mantıkî zorunluluk yok olarak gösteriliyordu! Ne olur bana ceza verme!” demelerinin mazeret ol(a)mayacağını göstermek zorundayız. Yani çözüm: İslâmî Bilim. Yani Bilimsel Bilim’in çizdiği ve kurguladığı Sahte Evren Modeli ve İslâmî Bilim’in gösterdiği Gerçek Evrenin Karşılaştırılmasıdır; yani Kurgu’nun, Gerçek’le imtihan edilmesidir…

 

Peki “gerçek” nedir? Gerçek (hakikât), tanım ve varlığı ve anlamı itibariyle, sana bana göre değişmez, yani gerçek’in izafîliğinden bahsedilemez, izafî olan birşeye zaten gerçek denil(e)mez. İzafî olan, insanın gerçek’e göre kendini konumlayış ve buradan gerçeğin görünen boyutu ve bunun ifade ediliş biçimidir. Yani gerçek’in ontolojik olarak göreceliğinden sözedemeyiz, ama epistomojik olarak “insanın gerçek hakkındaki bilgisi”nin göreceliğinden sözedebiliriz. Gerçek izafî değildir derken meselâ bir “biberin acı olduğu” gerçeğinden bahsediyorsak; o acı biber o biberi tadan herkes için acıdır, burada vücudunda bir arızadan dolayı acı tadını almayan istisnaî birkaç örneğe bakarak, biberin acı olduğu gerçeğinin izafîliğinden bahsetme safsatasına girmenin gereği yok; çünkü gerçek tanım ve varlığı itibariyle izafi değil ama kişilerin gerçeğe karşı konumları izafidir (acı biber örneğinde olan da budur); kişilerdeki ve tanımlardaki ve bunun ifadelerindeki izafîlik, yanlışlıkla “gerçek”e atfedilmiş o kadar… Düşman karşısnda geri çekilen ordu, birine göre geri çekilmiyor başka yönde ilerliyordur ama bu o ordunun savaşmaktan kaçındığı gerçeğini değiştirmez.

 

Gerçeğin bilgisinin, kişilerin kendini konumlayış ve bilgiyi ifade biçimi, ayrıca veri eksik veya yanlışlığına göre farklılık arzetmesi; gerçek’in de göreceli ve izafî olduğu yanılsamasına yol açmış! Bir hıristiyana göre sadece hıristiyanlığın hak din olması veya bir müslümana göre sadece müslümanlığın, hak din olması; gerçeğin göreceli olduğunu göstermez; sadece birinin yanıldığı gerçeğini gösterir; çünkü bizim dinimiz İslâm, hıristiyanlığa “yalancı, hurafe, geçerliliği kalmadı” diyor; diğeri de bize. Gördüğümüz bir vakıayı, şahit olduğumuz bir gerçeği, bulunduğumuz konum veya bilgi eksikliğinden dolayı yanlış veya eksik ifade etmek, gerçek’in izafî olduğu yanlışına sebep olmuş. Halbuki herhangi bir vakayı tüm konumlardan, bakış açılarından aynı gözükecek ve yeni veri girişleriyle bilgimiz artsa bile bunlarla tutarlı olup, en azından çelişmeyecek şekilde ifade edebiliriz.

 

Bu yazı ne dinî, ne felsefî, ne de bilimsel bir yazıdır. Çünkü “gerçek” gerçektir, dinisi – dinsizi, felsefî veya bilimseli ol(a)maz. Çünkü “hak” hak oluş keyfiyetiyle ve tanım olarak izafî ve değişken değildir. Fakat “hak”ka ait bilgi demek olan “hakikât”, izafî ve değişkendir. Çünkü araya “bilgiyi öğrenen, edinen” mahlûk (burada insan) giriyor ki, bu mahlûkların çeşitliliği ve bulundukları boyut ve bakış açı ve nazar ve sınırlılıkları; “hak”kın bilgisi olan “hakikât”te çeşitliliğe ve izafîliğe yolaçıyor. Yaşayarak veya başkalarından duyma gibi diğer yollarla öğrenilen hakikâtin, kelimelerle ifade edilip, lisana dökülmesi de ayrı bir izafîliğe daha neden oluyor; ki bunun nedeni de: Tüm  kelime ve kavramların, mecaz / metafor / temsil olmasından kaynaklanıyor; yani “kelime / kavramlar” işarettir sadece, işaret ettikleri şeyin kendisi değil. Nasıl ki hakikât, hak’ın kendisi değil; öyle de kelime ve lisanda bunun ifadesi de hakikâtin kendisi değil; sadece bir işaret ve temsilidir.

 

Diğer açıdan, bir ifadenin “bilimsel olmaması” ayrı şey, “doğru olmaması” ayrı şeydir; çünkü “bilim, bilgi’ye eşit değildir”, olsa olsa ve sadece mevcut bilgi’nin 5 duyuya daraltılmış ve saptırılmış bir hâlidir! Tıpkı “bilgi” (knowledge, information, info, data) ile “bilim”in (science) aynı şeyler olmaması gibi. “Bilim”; “bilgi”yi, evrendeki işleyişin bilgisini bulmaya çalışan bir yöntem ve sonucu olabilir ancak, fazlası değil. Bilimsel Bilim’in konusu olan aynı kâinata bakarak ve 5 duyuyla kendini sınırlamayarak (mes’elâ “akıl” 6. duyu olup, gördüğünden gör(e)mediğini bulmaya yarar, insanda bunun gibi daha başka maddî – manevî çeşitte duyular da var); Bilim’in bulamadıklarını gösteren ve gördüğü hâlde yanlış anladıklarını veya çarpıttıklarını düzelten başka bir Bilgi Yöntem’i daha var, biz buna “İslâmî Bilim” ismini verdik.

 

Zaten “bilgi” ve “bilgi edinme” denilen şey; mahsusatı (görünüp, algılananları, yani hissedilenleri); ma’kulâta (aklî kavram, kanun, sınıflandırma, model, paradigma) çevirme veya görünen eşyadan görünmeyenleri (kanun, sınıf, ilişki, model vs.) veya değişen eşyada değişmeyen sabiteler arama ve bulma işi ve sonucu olduğu için; Rabbimiz yarattıkları (mahlûkat) ve yaratma şekillerini (Sünnetullah) inceleyen Bilim’in, Rabbimiz’e yokmuş gibi davranması, cehalet ve gafletten öte nankörlük ve hakarettir! Tıpkı bir yazarın eserini “o yazmadı, ben yazdım, başkası yazdı” demek gibi veya birisinin eşyasını gasbetmek gibi veya Mona Lisa tablosunu saatlerce anlatıp, hakkında kitap yazıp, Da Vinci’den hiç bahsetmemek, ondan kopuk ve ilgisizmiş gibi veya aciz ve fakir ve seni tanımaz hizmetçi eliyle sana ikram edilen sıfır arabayı tepe tepe kullanmak ama göndereni hiç merak etmemek veya hizmetçiden bilerek, sadece ona minnettar olup, sevmek gibi…

 

Elhasıl İslâmî Bilim, “doğru – iyi – güzel”den taraf olacak ve doğruyu bulduktan sonra da nesnellik ve objektifliği bırakıp; olaylara bakılması gereken doğru perspektif ve taraftan bakacak. Yani Allahu Tealâ yokmuş gibi yapmayacak! Yani “ateist – materyalist – determinist ve natüralist” inançta olup, bir de bunun ispatına çalışan, üstüne üstlük “objektif ve tarafsız ve inanç / değerden bağımsızız” yalanı söyleyen Bilimsel Bilim gibi insanlara ikiyüzlü davranmayacak ve Allahu Teâlâ’ya nankör ve asi olmayacak! O’nun fiil ve eserlerinin te’lif hakkını yemeyecek; O’nun icraat, İlâhî Kanun, Sünnetullah’ını, “Tabiat, Doğa – Fizik Kanunu” diye isimlendirip; sebeplere, maddeye dağıtmayacak! Hiçbirşey kendi kendine ve sebeplerle ol(a)madığı ve ol(a)mayacağı için; gördüklerine “oluşma, oluşum, varlık” değil, “yaratma, yaratılmış” diyecek. Yani herşeyi olması gereken yere koyup; ni’mete “ni’met”, rızıka “rızık”, rahmete “rahmet” diyecek! Güya objektif ve tarafsızmış rolü yapıp; kâinattaki mevcudat ve faaliyetleri isimlendirip, tasvir ederken, ateist – materyalist veya agnostik subjektiviteye düşmeyecek!

 

Biz “varlığın yaratanı, sahibi, işleteni kimdir ve amacı nedir?” sorusunu; Bilim’in “madde nedir?” sorusundan çok daha hayatî ve önemli görüyoruz… İslâmî Bilim tarafsız değil; iyi – doğru ve güzelden taraftır; Bilimsel Bilim gibi kâinata (güya tarafsız ve olgusal ifade ediyoruz yalanıyla) “Allahu Tealâ yokmuş, faili yokmuş” gibi bakıp; küfür ve inkârı delil – ispatlamaya çalışmaz!

 

Bu yeni Bilim’in ismi “İslâmî” olmasıyla birlikte sadece müslümanların kabul edeceği doğruları barındırmıyor. Çünkü herkesin içinde yaşadığı ve gördüğü evren ve içindeki madde ve faaliyetleri ve bunların mesajlarını incelediğinden dolayı; müslüman olsun – olmasın, bilimadamı olsun – olmasın; gözü – kulağı ve bilgisi (ve insafı) olan herkesin görüp, kabul edeceği doğruları anlatacak. Yalnız şu kadar var ki; başka din ve inançta olan birisi, İslâmî Bilim’in bazı delil – ispat ve gözlemlerini, kendi diniyle çeliştiği için önyargılı davranarak kabul etmeyebilir ama aksini de ispat edemez! Yani en fazla “kabul etmiyorum” diyebilir, fakat “reddediyorum” diyemez, çünkü reddetmesini ma’kûl ve mazur gösterebilmek için karşı argüman (delil – ispat) getirmesi gerekir! Tıpkı Bilimsel Bilim’in, Bilim yapabilmek için doğru kabul ettiği 3 önvarsayım veya inancını “kabul etmemesi mümkün” olduğu hâlde, “reddetmesinin mümkün ol(a)maması” gibi. Yani “kabul etmemek” başka, “inkâr etmek” başkadır. Kabul etmemek için cehalet veya gözkapama yeterken, inkâr etmek için ayrıca bilgi ve karşı argüman gerekiyor.

 

Bilimsel Bilim’in “eser fiilsiz, fiil failsiz ve ustasız olmaktadır” gibi, delilsiz – ispatsız bir sürü önvarsayımı var, fakat burada bahsettiğimiz bu 3 önvarsayım:

 

1) Bizden bağımsız, duyularımız dışında fiziksel bir evren olduğu inancı,

 

2) Bu evrenin, bizim duyularımızın algıladığı gibi olduğu inancı,

 

3) Bu evren hakkında bilgi edinmemiz mümkün, yani evrenin mantıklı ve anlaşılabilir ve ölçülebilir olduğu inancı. [Ünlü bir bilimadamı, bilim için; “Kâinatın işleyişini, insan mantığına uyarlama (veya indirgeme) faaliyetidir” demiş.]

 

Bu 3 önvarsayımın doğruluk veya yanlışlığını Bilimsel Bilim’in kriterleriyle, yani deney – gözlem, ölçme gibi metodlarla delillendiremeyiz ve ispatlayamayız. Çünkü mantıken duyularımızın dışına çıkıpta bakmak gerekir, duyularımızın dışında algılamak için kullandığımız diğer duyumuz için de aynı sorular geçerli olabilir veya olacak.

 

Başka din veya inançta olanlar isterlerse, piyasada tekel olmuş Bilimsel Bilim gibi kendi inançlarıyla uyumlu ve tutarlı Bilimlerini de kurup, geliştirebilirler, hatta bu Bilimlerini doğrulayan deliller de bulabilirler ama sadece İslâmî Bilim’de hem “delil” ve hem de “ispat” olacak. Bunun için başta Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet ve Ehl-i Sünnet Vel Cemaât’in hakkaniyetini, yaşayış ve eserleriyle, olanca berraklığıyla çağımızda gösteren Hz. Bedi’üzzaman (R.A.) Hazretleri’nin Risale-i Nur Külliyatı’nı esas alacak. Baktığında Kur’ân ve Sünnet’i gösteren şeffaf bir cam veya ayna olan bu eserlerde İslâmî Bilim’in hem usulü ve hem de kavram ve terminolojileri mevcut, sadece açılmayı bekliyor. Yani ateist Bilimsel Bilim’in çoğu paradigmaları ve şablonlarıyla birlikte, çoğu kavram ve sınıflandırmaları da İslâmî Bilim’de kullanılmayacak.

 

Konumuza dönersek: Bilimsel Bilim’in sonuçları sebeplerden bilen ifadelerine dikkat edilmeli, virüs almamaya bakmalı! Örneğin: “şu topun hareket sebebi, ona çarpan diğer top” cümlesindeki “sebep” kelimesi ile “elmanın sebebi ağaç” cümlesindeki “sebep” kelimesi aynı anlama gelmez, aynı işlevi üstlenmez; çünkü ikinci cümledeki “sebep” kelimesine, fail / özne / etken fonksiyonu yüklenmiştir. Çoğu kere “sebep” ile “yapıtaşı, nesne, süreç, amaç” ve “fail / özne” kavramlarını karıştırıyoruz; bunları birbirlerinin yerine kullanıyoruz. Kafa karışıklığının, yani sebebin, failin yerine ikame edilmesinin bir nedeni de bu. Örneğin: Anne, bebeğin “sebebi” değil, “zarf”ıdır. Yani anne – baba – bebek arasında “sebep – sonuç” ilişkisi yok; “zarf – mazruf” ilişkisi var. Yani anne-baba, bebeğin faili / sebebi / yapanı değil; zarfıdır; özne değil, nesnedir; fiili yapan değil, fiilden etkilenendir; Rabbimiz’in bebeği yaratma yeridir; yani fail / özne / yapan / yaratan Allahu Teâlâ’dır. Arı – bal, inek – süt, tavuk – yumurta, ağaç – meyve, toprak – bitki vs. arasındaki ilişki hep böyledir…

 

Aynı şekilde “camı kıran taş örneğinde”; “camın kırılma sonucuna taş sebep oldu” cümlesindeki “sebep – sonuç” kavram, sun’î ayrım, yapay sınıflandırma – isimlendirmelerindeki “sebep” kelimesinin anlamı da farklı olup, bu cümlede sebep kelimesi yeniden tanımlanmaktadır. “Taşın hızı mı kırdı, kütlesi mi kırdı, cismi mi kırdı, camın tepkisi mi kırdı, yani cam ve taşın ortak etkileşim ve sebep olmasıyla mı cam kırıldı, camın yapıtaşı olan atomların bağları zayıf olduğu için mi kırıldı?…” Yani “sebep” ile “sonuç” kavramları, realitede zihnimizde olduğu gibi ayrı ve bağımsız varlıklar değil, daha doğrusu varlıkları yok, bunlar fonksiyon olup, biz yüklüyoruz zihnimiz ve anlayışımızla, Bilimsel Bilim’le gözlemlerimize. Bu kavramların zihnimizde ayrı tanımlamalarının yapılmış olması, realitede ayrı şeyler olduğunu göstermez; bu tanım / ayrım / sınıflandırmalar; sadece ve ancak bir basitleştirme / modelleme, belki zihnimize uydurmadır. Yani kâinatta “sebep – sonuç” diye ayrı ayrı isim verebileceğimiz bir nesne ve olay, sınırlarını çizebileceğimiz bir süreç yok. Yani “sebep (etki)” ismi verdiğimiz nesne / olaylar ile “sonuç (tepki)” ismi verdiklerimiz; asıl ve tek sebep ve fail ve etken olan Rabbimiz tarafından aynı yakın zemin – zamanda birlikte yaratılıyor ve inşa ediliyorlar.

 

Örneğin: “Ateşin, kâğıtla aynı zemin – zamanda biraraya gelmesiyle, kâğıdın yandığını görmemiz”de; “kâğıdın yanması; ateşin etkisi mi, yoksa kâğıdın tepkisi mi?” sorusunda, “ateşin etkisiyle birlikte kâğıdın da tepkisi sonucu kâğıt yanar / yanma eserini Rabbimiz yaratır ve kâğıt bu sebeple yanar” cümlesi doğru cevaptır. Yani eşya ve olaylar arasında, sebep – sonuç diye tek yönlü bir ilişki / etkileşim ve ayrım yok ve örnekteki “yanma” için, görünen “ateş – kâğıt”tan başka sebep, etken ve fail / fiillere de ihtiyaç var. “Big Bang, oksijen, karbondioksit çıkışı, dünyanın dönmesi, evren sabitleri vs.”; kısaca “ateşi yakan, yakma eylemini gerçekleştirip, yakmayı yaratan”; tüm bu sebeplerin sahibi ve işleticisi Allahu Tealâ olabilir! “Ateş, kâğıdı yakar” cümlesi; gözlediğimiz gerçeğin sadece çok dar ve eksik ve yanlış ve olsa olsa mecazî ve kolaylaştırıcı ve basitleştirici bir ifadesi olabilir ancak! Ne yazık ki; bu ifadenin mecazî olduğunu bilen müslümanlar bile, bunu tekrar ede ede ve çevrelerinden de defaatle işitip, yani telkin / propaganda altında kaldıkları için; mecazî olduğunu unutuyorlar, birisine “100 defa delisin deyince şüphe – inanma süreci” başlayabilmesi gibi, bu mecazı hakikât olarak anlamaya başlıyorlar! Zaten beyin bu tür ifadelerin her tekrarında, mecaz olduğunu düşünmeyi ekonomik bulmaz.

 

Elhasıl olay ve nesnelerdeki işleyişi; yatay sebep – sonuç diye süreçlendirip, bu tür ilişkiler ağıyla isimlendirmek; kâinatın doğru bir tasvirini vermiyor bize. Üstelik kafamızı kaldırıpta, faili merak ettirmiyor bu sorular, bu yetmezmiş gibi bir de “bu işler failsiz, fail yokmuş, gerekte yokmuş” imajı verip, bu algıyı zihne şırınga ediyor!

 

Gözlem esnasında ağaç, meyvenin sebebi olarak basitleştirilip, gösteriliyor, modelleniyor, teorisi kuruluyor; başka bir gözlemde ağaç meyvenin sebebi değil, bilâkis meyvedeki çekirdek, ağacın sebebi olarak rolleri değişiyorlar. Başka bir gözlemde daha meydana gelmemiş meyve, ağacın sebebi olarak gösteriliyor; çünkü ağaç, meyvesi için / gelecekteki bir sonuç için dikilir. Başka bir gözlemde; tüm kâinat ve geçmiş ve şimdisi, hem ağaç ve hem de meyvenin sebebi olarak gösteriliyor. Çünkü Big Bang’le başlayan süreçlerin sonunda, ağaç ve elma yaratılıyor. Yani elma ve ağaç, kâinat fabrikasında imâl ediliyor. Yani elmaya hakikî sebep ve fail olduğunu iddia ve ispat edebilmek için; elmayla ilgili örneğin; “dünyanın kendi ve güneşin etrafında dönmesi gibi vs.” hareket ve varlıkların da sebebi ve faili / işleteni olduğunu ispat etmek gerekir ki; elmaya sahiplik ve mülkiyet, yani elmanın inşa – ibda sebebi olduğunu ispat edebilsin.

 

Yani “herhangi birşey, herşeysiz ve herşey de, birşeysiz ol(a)maz ve olmuyor.” Mantıken: Birşeyin nedeni olabilmek için, o şeyle ilgili tüm varlık, hareket ve zamanın da nedeni olmak gerekiyor. Yoksa ormanın sahibi farklı, içindeki ağaçların sahibi farklı olması çelişkisi meydana çıkar veya cümleyi yazan farklı, içindeki kelime ve harfleri yazan farklı olması mantıksızlığı doğar!

 

Elhasıl Bilim’in deney – gözlem ve ifade – kavramlarını; bu kategori / sınıflandırma ve ayrım, isimlendirme, yani bu sebep – sonuç şemasına göre yerleştirmesi, bu paradigmalar eşliğinde kâinata bakması; kâinatı olduğu gibi / yalın görmemize mâni olmakta olup, sadece olayları basitleştirmeye ve nesne ve süreçlerin çarpık ve ateist – materyalist – determinist – natüralist bir modelini almaya sebep oluyor.

 

Bilim, bu paradigmalarıyla kendisini kısır döngüye soktuğu için, Bilimsel Bilim’in bu tanım – yöntem ve konusu değişmedikçe, Bilim milyarlarca sene gelişse bile yolu Rabbimiz’e çıkmaz! Çünkü baştan “ben varlık ve faaliyet ve sonuçlarını gene kendi içinde bir sebeple nedenselleyeceğim ve açıklayacağım, Allahu Tealâ gibi doğaüstü – metafizik bir sebebi kabul edemem! (ama “tesadüf” gibi metafizik ve varlığı bilimsel olarak ispat edilemeyecek şeyler hariç!)” diye deklare etmiş kendisini, tavrı ve niyeti, olaylara bakış açısı belli! Bu açıdan “Bilim”: Rabbimiz’in kâinattaki bağlantılarını kapatma ve örtme ve gizlemenin yolu olmakta. Yani küfür ve şirkin “bilimsel, mantıkî, objektif, tarafsız” maskesiyle, kendisini de gizlemesinin yöntemi olmakta olup; yalın ve açık küfür ve şirk, ateizm ve materyalizmden çok daha tehlikelidir! Çünkü küfür ve şirki, delil – ispatlamaya çalışmaktadır! Olayları sebep – sonuç paradigmasıyla kurguladığı her gözlem ve Bilimsel İfadelerde; “Bu eser ve sonucun olması için Allahü Tealâ gibi bir sebep ve açıklamaya gerek ve zorunluluk yok! Allah olmasa da bu iş / eserlerin olması mümkün ve oluyor! Olayların sebep – mekanizmasını çözdükçe, bilinmeyenleri bağlamayı adet hâline getirdiğiniz Tanrı inancına gerek ve zorunluluk kalmayacak!” gibi inanç ve iddiaları taşıyan gizli bilgi kodlarını bilinçaltımıza, biz farketmeden göndermekte ve gönderilenleri tekrar tekrar vurgulamakta, çalıştırmaktadır! Halbuki ağaç, meyvenin çıkış sebebidir, varlık sebebi değil; yani ağaç meyve yapmıyor, yaptırılıyor;  ağaç, meyvenin hiçten yaratılış ve varlıklardan inşa / teşkil tezgâhı, yeri; meyvenin sebebi de değil, faili de değil, ustası da değil! “Mümkün olduğu için” ağaçta meyve olmuyor; ağaçta devamlı meyve olduğu için biz bunun “mümkün olduğuna inanıyoruz” sadece! Bilim de bize bunu ispat ve inandırmaya çalışıyor!

 

Biraz önce yukarıda “Her bilgi, ifade ve cümle, hatta kelime ve nesne / olay, en aşağı bir sorunun cevabıdır…” demiştik; buna göre, “Bilim, hangi soruya cevaptır / hangi soru(lar)a cevap vermek için kurulmuştur?” sorusunu sorduğumuzda, aşağı yukarı şöyle bir cevap verilebilir: “Evrende gözlediğim ve ölçebildiğim şeylerin varlık ve faaliyetlerini, istikrar ve devam sebeplerini ve çalışıp / işlemesini; failsiz (yani ‘Allahu Teâla yokmuş’ gibi) nasıl izah ve ispat edebilirim?” Yani Bilimsel Bilim’in “olgusal ve tarafsız gözlem, inanç – değerden bağımsız, nötr ve objektif bilimsel bilgi” dediği şeyin aslı bu! Fiilin failsiz, eserin ustasız / kullanıcısız olduğunu ispata çalışıyor ve gözlemlerini de böyleymiş gibi kurguluyor, olgusal değil yani.

 

Tüm dünyada geçerli, henüz alternatifi olmayan, yani tek tip Bilimsel Bilim’in emriyle; gözlediğimiz maddeyi, gene madde ile nedenselleyip, madde dışına kesinlikle atıf yapmama zorunludur! Bu amaç ve niyet; herşeyi domino taşları, birbirine çarpan bilardo topları veya ardarda bağlanmış tren vagonları gibi; “sebep – sonuç” ilişki ve etkileşimi içinde görmeye zihne zorla dikte eder. Zihni böyle düşünmeye ve görmeye, gördüklerini de böyle ifade etmeye zorlayan bu bakış açısı; Bilimsel Bilimle formatlanmış o kişide; kâinattaki varlık ve fiillerin; failsiz ve öznesiz (yani Rabbimiz olmadan) olmasının / işlemesinin mümkün ve vâki olduğu inancını doğurur; daha doğrusu bu inançtan doğmuştur bu bakış açısı!

 

Yani Bilim burada; “varlık ve süreçlerin failsiz olması ve işlemesi mümkün ve olan da bundan ibaret; bunun ispatı ise evrende gördüklerimizin failsiz olarak işlemesi” şeklinde bir totoloji yapmaktadır. Yani “olanların mümkün olmasının delili, olmasıdır” şeklinde delil – ispat birbirine çevrilerek, kısır döngüye girilmektedir! Çünkü gördüğümüz kâinatta, maddenin failsiz ve öznesiz var olması ve faaliyetinin mümkün olduğu / olabileceği (ve dolayısıyle vâki olanın da bu olduğu) konusunda herhangi bir gözlem ve deney – ölçme veya mantık – matematik vs. yöntemle elde edilmiş herhangi bir delil – ispatımız yoktur! Sonuç olarak: Olanların olmasını göstererek; “failsiz ve öznesiz olması mümkün ve vâki olduğunun delil – ispatı, bütün bunların olmasıdır” demek ispat değil; delil – ispatı ters çevirerek totoloji ve safsata, mugalata yapmaktır! Yani Bilimsel Bilim’in burada yaptığı; mantıksal bir ilüzyon, bir gözboyama ve aldatmadır!

 

Halbuki gördüklerimize mantık – insaf ve doğrudan taraf olarak baktığımızda (ve kâinatı gözlerken kâinatta yaşamış Peygamberler’i (A.S.) ve Kur’ân-ı Kerîm’i de gözleyip, ölçtüğümüzde;) bu gözlem – ölçmelerden; yalın ve olgusal ve net, tek bir sonuç çıkmaktadır: Kâinattaki varlıkların varlık ve devam sebebi ve birbirleriyle etkileşip sebep – sonuç ağıyla, koordineli bir şekilde ardarda gelmesi; failsiz ve öznesiz mümkün değil, imkânsızdır! (Olanlar “mümkün” olduğu için olmuyor; olduğu için biz “mümkün” zannediyoruz!) Yani aklı başında olan hiç kimse; bir otomobilin fail ve özne, usta olmadan; “elektromagnetik kuvvet, madde – enerji, sürtünme kuvveti, fizik – kimya kanunları gibi” bir takım sebep – vasıtalarla, “tesadüfî veya determine olarak kendi kendine” meydana geldiğini iddia edemeyeceği gibi; her zerresi bu otomobilden çok daha gelişmiş ve fonksiyonel ve bilgi içeren kâinattaki hiçbir varlık ve hatta göz kırpma gibi ufak bir zaman – mekândaki hareket için bile bunu iddia edemez; etse de delil – ispatını bulamaz!

 

Bu saçmalığa inanabilmesi, ancak “(Madde ve enerji + Uzun zaman) x Tesadüf ve Zorunluluklar = Herşeyin olması mümkün, olan ve olacaklar da bundan ibaret!”, yani “olmuş / olacak herşey tesadüf, zorunlu kanunlar, zaman – evrim, madde – enerjinin başlangıcı yok vs.’yle mümkündür ve bu mümkün gerçekleşmiştir” gibi daha başka alt inançlar da geliştirmesiyle mümkün! Fakat bu inançlarını, kâinatta hiçbir noktaya sabitleyip, çakamaz; sadece zihninde varlığı devam eder! Yani kâinattaki ses ve delillere gözünü, kulağını kapar ve olanları “madde – enerji, uzun zaman, tabiat, tesadüf, zorunluluk, kanunlara” vererek; “Ben inanmıyor veya kabul etmiyorum” diyebilir; “Kâinatta böyle, benim inandığım gibidir” diye, delilsiz – ispatsız batıl inanç ve hurafesini kâinata teşmil edemez, çünkü kâinat her dilde tam tersini söylemektedir!

 

Elhasıl “sebep” dediğimiz şeyler; Rabbimiz’in fiil ve eserlerinde kullandığı alet – edevat, araç – gereçtir ancak! Rabbimiz bu araçları kullandığı zaman, biz onları “sebep” olarak isimlendiriyoruz. Zihnimizde vücut bulan “sebep” kavram ve isimlendirmesi, bizde “sonuç” ayrım ve kavramının da doğmasına sebep oluyor. Sonra eşyayı sebep – sonuç kavramlarıyla görmeye, bu ayrımlarla sınıflandırmaya başlayarak, fiil ve eserleri Rabbimiz’den kopartıyoruz!

 

Yani kesen bıçağı görüyor, bu gözlemden bıçağa uygulanan kuvveti çıkarsıyor, fakat buradan “bıçağın kendi kendine hareket edecek gücü yok veya bıçağı hareket ettiren kuvvette, canlı ve şuurlu ve bilgili değil, o zaman bu bilgi ve şuur ve kudret gerektiren ekmek – pasta kesmesi, yemek yapması mümkün değil bıçağın, muhâl” deyipte; Rabbimiz’in kudret eline çıkarsama yapmıyoruz!

 

Bilimsel Bilim’in virüslü subliminal mesajlarıyla bizi nörolinguistik programlamasıyla “eşyanın failsiz olduğu” inanç veya önyargısıyla baktığımız için; bu araç gereçlerin failsiz olarak başka nesne, araç gereç ve kuvvetlerin ittirme – çektirmesiyle, (yani sadece maddesel sebeplerle) kendi kendine hareket ettiğine inanıyor, böylece sebeplerin failsiz çalıştığına veya sebeplerin bizzat fail olabileceği ve olduğuna atlama yapıyoruz! Aslında sebepler, sonuçları yapmıyor; Rabbimiz’in sebep ve fail olmasıyla; sebepler sonuçlarla birlikte varlıktan inşa veya hiçlikten icad edilip, yaratılıyor.

 

Buraya kadar Bilimsel Bilim’in bazı eksik ve yanlışlarını göstermeye çalıştık. Buradan hareketle; Bilimsel Bilim’e tek alternatif olan İslâmî Bilim’in bir ihtiyaç ve zaruret olduğunu bazı örnekler üzerinden göstermeye çalıştık. Fakat Bilimsel Bilim’in dünya ve içinde yaşayan canlılara verdiği zararlardan bahsetmeye vakit kalmadı. Konunun tamamlanması için buna da birkaç paragrafta değinmek yerinde olacak.

 

Bilimsel Bilim’in Şimdiye kadarki Zararları ve Geleceğe Biriken Zararları için kısaca şunları diyebiliriz: Atom bombası ve diğer nükleer, kimyasal bombaların keşif ve kullanımı ve bunun sonucunda 1 . ve 2. Dünya Savaşlarında ölen  insan sayısının, tüm dünya tarihinde savaşlarda ölen insan sayısından çok daha fazla olması; diğer yandan sömürgeci ve ırkçı–milliyetçi anlayış ve politikalara bırakın engel olmak, (Darwin Teorisi gibi teorileriyle) meşruiyet / onay mekanizması sağlaması, bu anlayışla yapılmış savaş–çatışmaları “doğal ayıklanma–adaptasyon” süreci olarak gösterip, doğallaştırması, normâlize etmesi gibi insanlık ve ahlâki değerlerine verdiği zarardan sarfı nazar; belki 50 yıl sonra, küresel ısınma, ozondaki delik, içilebilir su kaynaklarının azalması, toprağın ölmesi gibi ekolojik felaketlerin sayısı ve şiddeti arttıkça, yani Dünya ve yaşam formları tükendikçe, Bilimsel Bilim’in insanlığa (ve diğer türlere) zararının, faydasından kat be kat çok olduğunu göreceğiz.

 

Çamaşır–bulaşık için 10 çeşit kimyasal, yoğurt–çikolata bozulmasın diye 20 çeşit katkı maddesi, meyvesi kurtlanmasın, iri olsun ve çabuk büyüsün diye 50 çeşit tarım ilâcı/hormon kullanan; mide çeperi biraz daha yağ bağlasın diye televizyonu uzaktan kumandayla kontrol eden günümüz insanına bütün bunlar bugün için mecburî ve normâl gelebilir… Böyle giderse yakın bir gelecekte “otomobil kullanmak” gibi nisbeten zararsız ve mecburî / normâl görünen şeyler bile, “uzun zaman / mekâna yayılmış cinayet” kategorisinde suç olarak kabul edilecektir.

 

“Eğer bunlar suçsa, bunun sebebi Bilim değil, Bilim’in yanlış kullanımı” iddiası da geçersiz. Çünkü ateist–materyalist ve natüralist–determinist olan ve hiçbir şeyi kutsal kabul etmeyen ve gerçek kutsalları bile insan ürünü olarak gören Bilim’den; insana yaptırımı olan, yani insanın kendisini isteyerek veya istemeyerek uymak zorunda hissedeceği ahlâk kaideleri çıkartmasını bekleyemezsiniz. Günümüzde durum nasıl bilmiyorum ama; teflon, internet, cep telefonu, bilgisayar vs. gibi hayatımızda olan teknolojik aletlerin çoğu, savunma, savaş ve uzay sanayiinde yapılan teknolojik araştırmaların sonucu veya yan ürünü olup, askerden bilmem kaç yıl sonra halkın arzına sunulmuştur.

 

Kapitalizm ve sermayenin bir açıdan sebebi, başka açıdan sonucu olan Bilimsel Bilim’in, şimdiki ve gelecekteki insanoğlu ve diğer canlı – cansızlara olası kâr – zararını hesapladığını, ona göre hareket ettiğini düşünmek, buna göre ahlâkî kıstaslarla kendini sınırlandırdığını zannetmek, saflık derecesinde aşırı iyimserlik gibi gözüküyor. Büyük bilimsel gelişme ve çalışma ve Ar&Ge’lerin sadece devlet ve şirketler eliyle yapılabildiği ve bunun en birinci nedenlerinden birisi devlet ve şirketlerin kâr, kuvvet, yani iktidar veya sömürü elde etme istekleri olduğu düşünülürse, böyle bir insan tipinin ürünü ve aleti olan Bilimsel Bilim’in, bir an önce asıl sahibine, aslına teslim edilmesi yani İslâmî Bilim’e geçilmesi zarureti daha bir anlaşılır olur…

 

Dünyadan bugün silinmiş bazı yaşam türleri gibi; meselâ bir nükleer savaş veya kaza sonucu insanlığın çoğu veya tamamı yeryüzünden silinirse; bunun faturası da, freni olmayan Bilimsel Bilim’e ve onun otokontrolsüz ve denetimsiz teknolojik ilerlemelerine kesilmeli. Evet teknoloji hayat kolaylaştırıyor ama bunun gelecek nesillere mâliyeti henüz hesaplanmış değil. Kâr–zarar hesabı şimdi bile yapılsa, zarar hanesinin çok kabarık olduğu görülecektir. Meselâ sadece dinamit veya bombanın icatıyla, 1. ve 2. Dünya Savaşlarında ölen insan sayısı, o tarihe kadar savaşlarda ölen insan sayısından kat be kat fazla.

 

Bilim belli coğrafya veya toplumlarda, özellikle alım alım gücü olanların yaşam süresi ve kalitesini arttırmıştır ama bunun mâliyeti, başka yerlerde toplu ölümler veya kaybolan türler ve yaşam alanları olmuştur. Yani azınlığın faydası, çoğunluğun zararıyla ödenmiş ve ödenmektedir. Bilim’in şu âna kadar detaylı bir şekilde “fayda – zarar analizi” yapılmamış, getirdikleri – götürecekleri hesaplanmamış; bilâkis hep fayda kısmına dikkat çekilmiştir.

 

Buraya kadar tüm dediklerimizi tek bir cümlede özetlemeye çalışırsak; başta “her bilgi, nesne ve olay; en aşağı bir sorunun cevabı ve bir ispatın delili ve küllî bir süreç, fiil ve eserin cüz’üdür” demiştik. Buna göre; “Kâinat bir cevap / delil / cüz’se, soru ne?” ve “İslâmî Bilim hangi soruya cevaptır?” ve “Bilimsel Bilim hangi yanlış sorunun, yanlış cevabıdır?

 

 

 

İSLÂMİ BİLİM NOTLARI:

 

Çoğu kez; yanlış bilmek, hiç bilmemekten çok daha tehlikelidir. Hiç bilmemek “cehaletse”, yanlış bilmek “kat kat cehalettir”; çünkü bilmediğini de bilmez ki doğrusunu öğrensin, çünkü cehaletine ilmi yok! İşte ateist – materyalist Bilim’in, en dehşetli zararlarından birisi de budur, yani: Öğrenilmiş Cahillik!…

Ağacın sebebini soruyorum; ”toprak, ağacın atomları, hava, Güneş, kanun  ve süreçleri” bana sebep olr4ak gösteryorsun. Bu yaptığın totoojidir; çünkü zqaten ben de bu süreçlerin sebebini soruyorum. Eğer ağacısebebi olarak hammaddelerini v süreçlerini göstermekle; “ağacın seebi agaçtır”dan fazla ve farlı birşey söylemş olmuyorsun. Ktabın sebebini soruyorum, harf ve cümle, sayfaları göstermene benziyor bu.

 

Hiçbirşey Allahu Tealâ’ya perde olamaz. Perde biz mahlûkatın gözlerinde, sınırlarında, sonsuz olmamasında.

 

Belki en temel mantık kuraallarından birisi: İrade-i İlâhî  olmadan varlık ve devam ve hareketi olamaz. Mes’elâ önce ”elma yaratma” iradesi olacak, sonra sebepler, alet edevat buna göre kullanılacak. Sebeplerin gene elma yaratma güç ve özellik ve .potansiyelleri yok…

 

Rabbimiz hariç, tüm yaratılmışlar “kesikli, süreksiz”; yani tüm mahlûkat, her ân/mekân yaratılıyor ve yokediliyor. Fakat farklı varlık veya boyutların, ânlık var – yok süre/sayısı ve sırası farklı olabilir. Belki madde-enerji bağıntısı veya madde-enerjinin hız, faz ve kuvvet ve zaman, hatta boyut farkı buna bağlıdır… Var – yokluk geçiş sürelerini bilmiyorum; milyar yıllar bile olabilir… Bir de mes’elâ: Biz yokken, melek gibi varlıklar var; varken, onlar yok oluyor olabilir. Gene mes’elâ: Işık’ın ânlık var-yokediliş süre veya sayısı, bizimkinden çok çok daha fazla periyotlarda olabilir. Yani varlık ve bağlı bulundukları uzay veya boyutta; var-yok süre, sayı, hız ve sırası, senkronize ve eşlenik olmayabilir… “An”lık var–yokoluşlar olduğu için; değil sebep–sonuç arasında, sebep–sebep, sonuç–sonuç arasında bile maddî/fizikî bağlantı/ilişki/illiyet yok… “Zaman”ı, “hareket”ten niye ayıramıyorum?… “Ses, ışık”ta, “hareket”in bir levni, rengi…

 

 

5 duyuyla elde edilen (gözlem ve deneye konu olana) eşitlemiş ve indirgemiş Bilim, Bilgi’yi. Kişlerin birbirine karşı sevgi ve güven veya nefret vs.’i konu dışına alınmış, bunlar metafiziktir aslında… İnanç ve Bilgi ontololojik olarak farklı kategorielr midir? Belki epistomolojik olarak aynı, fakat ontolojik olarak farklıdırlar sadece. “Algı” ile “Bilgi”yi ayırmak gerekir mi, algılarımıza verilen isimler ve ifadesi midir acaba “bilgi”? Sonuçta eşyadan bize “bilgi” gelmiyor; ısı, ışık vs. geliyor; zihnimiz bunu “bilgi”ye çeviriyor. “bilgi” Görünen şeyin delil – ispata ihtiyacı yoktur, 5 duyuyla algılarız o an-mekânda. Tümevarım da aslında şimdi/buradadan, şimdi dışı/burada dışıya yapılan bir mantıkî  çıkarsamadır, deney-gözlemden çıkmaz yani. Yarın Güneş’in doğacağı bilgisi, bilgi midir, inanç mı? Bunun delil-ispatı var mı?…

 

 

Bileşik (ve hayat, şuur gibi ve hatta topraktan ağaç, ağaçtan elma gibi) gözlem ve deneye konu olan nesne/süreçler; mantık kurallarıyl aaçıklanamaz ve önceden çıkarsanıp, öngörülemez…

 

 

Delillendirme ayrı, ispat ayrıdır. Budizm, Hır.’a vs. inanç ile İsl.’e inanç ve imanı ayırmak gerekir. İlkinde delillendirme var, ikincisinde hem delillendirme ve hem de sonraki aşaması olan ispat var….

 

Aşağıdaki Yazı henüz tamamlanmamış ve olgunlaşmamış ve doğruluğu henüz netleşmemiş, yani doğum aşamasında olup, bilgilerinize sunulur:

 

Bilgi’nin çeşitleri var. Bazıları kitaptan, bazıları yaşayarak öğrenilir. Mes’elâ “sağlığın kıymeti” hatta “sağlıklı olduğumuzun fark ve bilinci olmamız”, yani “sağlığın varlığı” bilgisi, ancak ayaşayarak, yani hasta olup sonr aiyileşerek öğrenilebilen bir bilgidir. Hastahaneye gidip, hastaları, sakatları görsen bile o kendin yaşamak kadar derin ve kesin ve kalıcı bilgi sağlamaz. “Sağlığın kıymeti” bilgisi tekrar tekra öğrenilmesi v ehatırlanması gereken bir bilgidir, çünkü sıhhat devam edttikçe, bu bilgi eskir ve silinir. Bu sebepten hastalığın belli periyotlarla bize bunu öğretmesi gerekmektedir… Dişimizin ağzımızdaki varlığını ve sıhhatini farkedip, hissetmemizi için de o dişimizin ağrıması ve sonr aiyileşmesi gerekmektedir gibi örnekler çoğaltılabilir… Bilgi’nin çeşitleri olduğu gibi; her bilgi’nin boyutları da vardır: Kesinlik boyutu, geçerlilik boyutu, geçerllilik süresi gibi… Bu sıçramalı girizgâhtan sonra gelelim asıl konumuza (cümleler arası sıçramalar arasındaki basamaklı akıl-bilgi yürütmelerini size bırakıyorum):

 

A. T.’nın “var olduğu bilgisi” ile “bizi devamlı gördüğü” bilgisi hangi çeşit bilgiye girer? Kitaptan öğrenilen bir bilgi çeşidi mi, yoksa yaşarak öğrenilen bir bilgi çeşidi mi? Ve bu bilgi’nin farkında olmamız ve devamlı şuurunda olup, unutmamamız nasıl mümkün olabilir? Sonuçt akitaptan öğrendiğimiz bilgileri bile, kullanmadığımız ve gerekmediği zaman, hatırlamıyoruz; zihnimizin bir köşesiende kayıtlı duruyor… Yoksa biz Rabbimiz’in “var olduğunu biliyor” ama “bizi devamlı gördüğünü” mü bilmiyoruz; yani sadece ezberlediğimiz birşeyi tekrar ediyor; yani gördüğünü “bilmiyor”, sadece “inanıyor” muyuz!?… Beyin veya fıtratımız belki bilincimizi gereksiz bilgilerle meşgul etmemek için çevreden ve vücudumuzdan (üstümüzdeki elbiseden gelen hisleri bize farkettirmemesi, bunları filtrelemesi gibi) gelen sinyal / uyaran / bilgileri süzüyor; yani “ekonomik mod”da çalışıyor ya. Belki bu sebepten Rabbmiz’in devamlı gördüğünü şuur / monitör veya RAM’da tutmak işlemcimizi yoracağı ve diğer konsantre olması gereken işlere dikkati dağıtacağı için böyle yapıyor olabilir. O zaman “Rabbimiz şimdi / şu ân / mekânda var ve bizi ân be ân zaman / mekân görüyor / izliyor” bilgisi’ni öncelikli (en önemli ve değerli bilgi) olarak tanımlamamız gerekiyor. Veya bu tespitin işiterek öğrendiğimiz bir “bilgi / haber”cinsinden olmadığından; “hatırlama – unutma”nın konusu olamayacağı, yani “bilgi”nin üst aşaması olan; devamlı şahit olunan / olduğumuz deneyim cinsi hâline getirilmeli; yani ilmelyakîn aşamasından aynelyakîn ve hakkâlyakîn aşamasına geçmenin yollarını aramalı ki; bilinçli niyetle yapılan sun’î davranış, sun’î ibadetlerden yükselelim. Devamlı fıtratımız hâline gelirse, niyet etmeye bile gerek kalmaz; beyin / bilinçte ek enerji harcamamış olur hem.

 

 

Mevcudat Rabbimiz’e delil; Rabbimiz ise mevcudata ispattır (yani delil değil, yani delillerin sonuçlandırıldığı tasdik / kesinlik ve ispat aşaması). Çünkü El Zahir olan Rabbimiz, varlığı mevcudattan daha var ve kesin ve görünür. İşte bu görünürlük, yani şiddet-i zuhuru ve zıttı ve dışı olmaması hasebiyle, O’nun varlığının farkında olamamıza ve dışı olmadığı için ihata edip, dışarıdan bakamamıza; yani O’nun varlık ve zuhurunun farkında olamamıza neden olup,  O’nu bizim ve mevcudatın gözünde El Batın olmasına da sebep olmuştur. Yani O hem Zahir ve hem de Batın isimleriyle, zıtları cem edendir. Yani O, El Zahir olduğu için hiçbirşey O’na perde ol(a)maz; ama bize perde olabilir, olan da bu; yani O bize El Batın (herhâlde)…

 

Rabbimiz bu dünyada baş gözüyle değil; “Lâtife-i Rabbaniye” ile görünür. Zaten Rabbimiz, mahlûkatı cinsinden olmadığı için, belli bir dalgaboyu ışık, ses vs. çarpıp, yansımayla görünecek değil. Bu görmek ve görünen Rabbimiz, maddî gözün maddî ışık vasıtasıyla maddî maddeyi görmesi cinsinden olmadığı için, Lâtife-i Rabbaniye’nin görmesine “müşahedetullah” ismi verilmiştir. Dünyada “müşahedetullah” var, ahirette hem “müşahedetullah” ve hem de “rü’yetullah” var.

 

Lâtife-i Rabbaniye’nin müşahede ettiği / gördüğü, baş gözümüzün gördüğünden çok daha kesin ve doğru ve güzel ve iyi ve şüphesiz ve kat’î ve vehim-şüphenin rüzgârlarının ulaşamayacağından sarsamayacağı, kımıldatamayacağı yüksekliktedir. Yani “kesin bilgi, yakîn, sekine, itmi’nan vs.” bu duyumuzla elde edilir. Aslında buna “duyu” demekte doğru olmayabilir…

 

Şüphe-vehim niye yanaşamıyor bu duyuya? cevabını sonra ararız.

 

Diğer konu: “Müşahedetullah” devamlı mıdır veya ulaşılması gereken bir hedef midir veya müşahedetullah devamlı olan birşey de, sadece “zihin, kâlp, bilinç” mi, bunun farkında değil, o makama çıkıp, farkında olamadığı için mi müşahedetullah’ı göremiyor, tanık olamıyorlar?…

 

Bu konuyla bağlantılı diğer konu:

 

Kulağın ışığı: Ses (Yolunu/yönünü sesle buluyor, yöneliyor.) (Maddî kulağı etkileyebilmesi/etkileşimde bulunabilmesi için, madde cinsinden bir etki/kaynak olmalı. Geldiği kaynak: Şeytani-Melekî-Rahmanî olabilir.)

 

Göz: Işık. (Yolunu/yönünü bununla buluyor.)  (Maddî gözü etkileyip, iletişime geçebilmesi için, madde cinsinden bir etki/kaynak olmalı. Geldiği kaynak: Şeytani-Melekî-Rahmanî olabilir.)

 

Burnun: Koku. (Yolunu/yönünü bununla buluyor.) (Maddî burnumuzu etkileyebilmesi için, madde cinsinden bir etki/kaynak olmalı. Geldiği kaynak: Şeytani-Melekî-Rahmanî olabilir.)

 

Derinin: Temas. (Yolunu/yönünü bununla buluyor.) (Maddî derimizi etkileyebilmesi için, madde cinsinden bir etki/kaynak olmalı. Geldiği kaynak: Şeytani-Melekî-Rahmanî olabilir.)

 

Dil: Temasla tatmak. (Yolunu/yönünü bununla buluyor.) (Maddî deri/dilimizi etkileyebilmesi için, madde cinsinden bir etki/kaynak olmalı. Geldiği kaynak: Şeytani-Melekî-Rahmanî olabilir.)

 

Bu 5 maddî fiziksel duyumuz gibi, aynı işleve sahip 5 tane de manevî duyumuz daha vardır. O manevî göz, kulak, burun vs.’yi sonraya bırakmalı.

 

Konumuza devam edelim:

Aklın ışığı Doğru bilgi, delil-ispat, bürhanlar.  (Manevî aklımızı etkileyebilmesi için, manevi cinsinden bir etki/kaynak olmalı. Geldiği kaynak: Şeytani-Melekî-Rahmanî olabilir.)

 

Kalbin ışığı sezgi, vahy, ilham, feyz gibi hisler.  (Manevî kalbi etkileyebilmesi için, manevi cinsinden bir etki/kaynak olmalı. Geldiği kaynak: Şeytani-Melekî-Rahmanî olabilir.)

 

Lâtife-i Rabbaniye: Tek gıdası, ışığı, rızkı, nefes alma yolu Rabbini görmesidir. Tüm duyular Rabbinden gaflet etse bile, bu his/duyu Rabbinden gaflet edemez, devamlı O’na bakar, O’nla nefes alır, O’ndan başka birşeyi hatırında tutamaz, çünkü O’ndan başkasını bilmez; bilemez ki düşünsün, unutsun!

 

Aynı şekilde Göz görünür ışığa, görünür ışıkta, eşyaya delildir ama ispat beyinde görme gerçekleşince oluyor. Beyin/bilinçte, ruh ve eneye ispattır. Diğer duyular için de böyle…

 

Belki ses, koku gibi şeyler manevîdir, ama zerreleri maddîdir. Yani iktiran hâdisesi, sebep-sonuç ilşkisi yok anlamında. H ve O’nin birleşmesi/terkibi “inşa”, sonuçta “su” olarak yepyeni özellik ve cinste ve parçalarına indirgenemeyecek, bilakis parçalarının zıttı özellik ve cinste yepyeni birşey yaratılması “ibda” gibi. Yani “algı” dediğimiz bu “ses, koku, ışık vs.”, Rabbimiz’in bize hidayet ve istikametiyle bildirdiği, eşyadan haberler/yayınlar olarak bakmak gerçeğe daha yakın gibi duruyor. Yani “algılar” da, vahy ve hidayet ve ilhamın bir çeşididir. Aklın düşünerek ulaştığı yargı veya “buldum” dediği yeni bilgiler de böyledir…

 

 

 

 

Bir innsaı doyurmak fiil/eser/sonucu için; yani bir insanı doyurma kudreti olanın, tüm canlıları doyurma kudreti olmalı. ÇÜnkü bulut, gneş, rüzgar, dünya vs. kiminse ve kim yönetiyorsa, o rızık verebilir. İnsanlar bunu mecazi olarak kullanıyor ama sonra onun mecaz olduğu unutuluyor alt ve üstbilinçte. KUşları siz mi havada tutuyorsunuz, yoksa biz mi!?… (Nakil: Bir annenin “bu sütü bebeğime veren benim” demesi külli ve umumi iaşe fiilinin sahibi olduğunu iddia etmesi manasına geliyor. Çünkü bir yavruya sütün verilmesi cüzî bir fiildir ve küllî ve umumi iaşe fiilinin sadece küçük bir ayinesidir. Bu ayineye sahip çıkmak, ayinede görünen küllî fiile sahip çıkmak manasına geliyor. Bu tefekkürden hareketle kendi hayatıma dair şöyle bir enfüsî tefekkürde bulunabilirim. Kendi konuşmamın bana ait olduğunu düşünerek temlik etmem, Cenab-ı Hakkın tekellüm fiiline sahiplik iddia etmek; gözümün görmesini sahiplenmek Cenab-ı Hakkın Basir isminden gelen fiile sahiplik iddia etmek,  işitmemi sahiplenip benimdir demen Cenab- ı Hakkın Semi isminden gelen fiiline sahiplik iddiasında bulunmak manasına geliyor. Madem bizde görünen bütün fiiller Canab-ı Hakkın külli ve umumi Rububiyyetinin cüz’i ayineleridir öyle ise üzerimde görünen hiçbir fiili sahiplenemem ve sahiplenmem şirki işmam eden bir durum olur. Bu konu ene bahsinde daha derin anlaşılabilir.  Demek üzerimde görünen bütün cüz’î fiiller, yani benim gibi bir tek fertte görünen fiiller (görmek, işitmek, konuşmak, gadap,  muhabbet, vbg) Cenab-ı Hakkın külli ve umumi fiillerine sadece birer ayinedir. Benim vazifem bu küçük ayinemde görünen cüz’î fiillerden Cenab-ı Hakkın külli ve bütün kâinatta iş gören fiillerine intikal etmektir. Yani her özelliğim bana Rabbimden bir habercidir. Onların lisanını dinleyip bu külli manalara intikal etmekle cüziyetten külliyete çıkmam mümkün olur.)

 

 

 

İman, bir bilgi biçimi/katergorisi değil; bir ilgi/ilişki/iletişimdir. (Nakil: İman, bir intisaptır.)

 

 

 

2 türlü inanç: 1) O bilimadamı, başkasının nakline inanıyor. + 2) Bizzat deneyselledikleri de direkt şahit oldukları değil, ikinci elden kanıt – ispatlar. 3) Tümevarım yapıyor…

 

 

 

 

5 türlü yoktan yaratılış var: 1) Et, su, hatta altın, hidrojen olması. 2) Sıfat, şekillerin yaratılması. 3) Her geçen saniye/ân’daki olay ve keyfiyet, ahvallerin yaratılması. 4) Topraktan ağaç; ağaçtan elma yaratılması gibi. 5) Her geçen saniye/ân’daki mevcutların an be an / tekrar yaratılması. (Nakil: Verilen örnek araz noktasında yani yeni bir hal ve keyfiyet noktasından doğru ve güzel bir örnektir. Suyun bir halden başka bir hale geçmesi esas noktasından olmasa bile araz ve keyfiyet noktasından bir ibdadır yani yoktan var olmadır denilebilir. Fenni keyfiyetinin bir önemi yoktur.) İcad’ın anlamı, vücud verme olabilir. Vücud verme, tanım ve keyfiyeti itibariyle; sonradan/hiç’ten olur…

 

Cİ.’de, karşıdan sana lezzet aktarımı olmuyor; sendeki lezzet potansiyeli uyanıyor, uyarılıyor, açığa çıkıyor. Yemek yeme, su içme vs.’de de böyle…

 

 

Maddî bedenimiz nefesle canlı kalıp, yaşarken; manevî bedenimiz de (kasıt ruh olabilir) nefesteki “hu” zikri (belki kalbimiz de “hu” ma’rifeti ile) nefes alıp, yaşayabiliyor, ayakta durabiliyor… Belki “yaşama sevinci” denen default his ve ölüm’e rağmen hayat’ın yaşamaya değer gelmesi ve intihar etmememizin en temel nedeni budur…

 

Kâinatta “zaman”ın yaratılma veya zuhur hikmeti ne olabilir? Tamam bazı El Esm. Hüsnâ’nın tecellî ve tezahürü böyle gerçekleşiyor veya mahlûkat böyle tecellî / tezahürü farkedebiliyor. Ama daha “zaman”ın en az bunun kadar önemli başka bir fonksiyon(lar)u ve hikmeti var olduğunu sezebiliyorum… Diğer konu: Biz “zaman”ı genelde tanım veya anlar – farkederken, “hareket”le özdeşleştiriyoruz. (“Hareket”le ilgili ek olarak: Hareket’in hızı, maddenin özelliklerini belirliyor gibi; hıza göre madde “X ışını, gama, katı madde, ısı, ışık, mkrodalga, radyodalgası, beta vs.” oluyor yani.) Yani “hareket”ten bağımsız “zaman”ı tanımlayamıyuoruz gibi. Hareket mi, zamana muhtaçtır veya zaman mı, harekete muhtaçtır varlık ve zuhur (görünürlük) için? Yoksa biribirine göre var olan / muhtaç olan şeyler mi? Belki çözümüm şifresi 31. Söz’deki şurada: İşte, zaman; çünkü, harekâtın bir rengi, bir levni, yahut bir şeridi hükmünde olduğundan; harekâtta câri olan bir hüküm, zamanda dahi câridir.”… Aynı ânda niçin 2 farklı mekânda olamıyorum? Aslında “hareket” denilen şey, varlığın kendi içinde ve kendi dışındaki uzayın ân’lık var – yokları ile, gerçekleşen “yerdeğiştirmeleri” ve hafıza ile benim bunu farketmem. Belki “kuvvet” denilen şey buradan doğuyor… Duvara vurduğum yumrukta uyguladığım kuvvet, duvara naklediliyor ve oradan tepki geliyor; görünmeyen bu kuvvet kastan nasıl doğuyor, kuvvet hâlini alıyor ve duvara naklediliyor ve oradan tekrar bana tepki olarak geliyor? Bu kolumdaki kuvvet, biraz önce yoktu, bven duvara vurunca açığa çıktı; açığa çıkmadan önce neredeydi veya duvara vurunca mı açığa çıktı? Kuvvet, hız’la bağlantılı, ayrıca hız, “ısı”yı doğuruyor ki ayrıca incelenmeli… Belki ışık “parça”dır ama hareketi “dalgasal”dır; yani ışık, elektron ve maddede düalite yok. Peki “gözlem”, gözleneni niye etkiliyor? Belki etkilemiyor; ışığın var – yok süresi ile bizim ve ölçüm aletlerimizin var – yok süresi farklı olduğundan kaynaklanabilir mi acaba? Sonuçta varlık ve hareketinde “kesiklik / süreksizlik” var; olmasa “sonsuz”a giderdi çünkü; sonsuz gitseydi “hareket”te mümkün ol(a)mazdı; çünkü sonsuz’un dışı veya alınmamış bir mesafesi yoktur. Belki sonsuz ezelî – ebedî Kayyum olan Rabbimiz; yarattıklarına “hareket” ve “varlık” alanı açmak için; “kesiklik” olması gerekiyordu, aksi Hâlde bizim de haşa İlâh gibi olmamız gerekiyordu!… Ayrıca “Gök kararlı olmuş / sakinleştirilmiş (fırtınalı değil yani, belli yörünge / rotalar / yollar var) bir dalgadır.” (Tirmizî, Tefsir: 59; Müsned, 2:370) Hadis-i Şerif’i ayrıca konuya uyarlanmalı… Gök Denizinde yüzen Dünya teknesinin direkleri Dağlardır; ayrıca Mağma Denizinde yüzen yerkabuğunun direkleri de Dağlardır. Mağmada olan depremler, Büyük Deprem’in (Kıyamet) artçı haberleridir…

 

Kesinlik / eminlik ve emniyet hissi; birşeye mes’elâ “bilgi”ye, “kesin” sıfatı verebilmemiz için; ondan daha kesin bildiğimiz / gördüğümüz birşeye yaslamak / kıyaslamayla mümkün. Önreğin benim karşımdaki senin Ali olduğuna emin olmam, bende önceden kayıtlı Ali bilgisinin / resminin doğruluğundan emin olmamla mümkün.

 

Bil. Bilim’de “kuvvet”in tanımı yoktur; yani “harekette olanı durduran, duranı hareket ettiren etki” gibi tanımları var; yani “kuvvet”, “etki”dir diyorlar; yani “yumurta yumurtadır; beyaz, ak’tır” demek gibi. Relativite’de gezegen – yıldızların birbirin ebağlanması, çekilmnesi için vs. “kuvvet” kavramı hüç kullanılmamış ve ihtiyaçt aolmamıştır; “uzay – zaman / alan bükülme – eğilmesi” vs. diyerek geometrinin bir sonucu olarak nedensellnmiştir herşey… Aslında “uzay, zaman, alan, bükülme, eğilme” vs.’nin de ne olduğu ve tanımı yoktur…

 

 

“Şu topun hareket sebebi diğer çarpan top” cümlesindeki sebep kelimesi ile elmanıkn sebebi ağaç cümlesindeki sebep kelimesi aynı anlama gelmez, aynı işlevi üstlenmez. Cam açarpan taş, camın kırılmasına sebep oldu cümlesindeki sebep kelimesi de çok farklıdır: Taşın hızı mı kırdı, kütlesi mi kırdı, cismi mi kırdı, camın tepkisi mi kırdı, ortak etkileşimle kırıldı aslında; yani sebep – sonuç diye net bir kategori ayrım yok. Taş belki camın sebep olmasına sebep olmuştur; görüldüğü gibi gözlemin olgusal ifadesi mümkün gözükmemekte, yorum (yani dil ve mantık ve inanç) işe karışmakta… Sebep-sonuç diye kategoriyi ziin ve dil ve inanç yapıyor, somut birşey değiller yani, bu fonksşyon/yetkiyi/işlevi biz yüklüyoruz nesnelere. Sebep kelimesini, değişik tür ve çeşittte süreçleri hep “sebep – sonuç” kategorisiyle sınıflandırıp, isimlendiriyoruz; bu da algımızın sığlaması ve aynı olayı başk atülü görmemize ve isimlendirmemize mâni oluyor. Sebepleri, fail/özne katına çıkartıyor zihnimiz; net olmayan sebep – sonuçö ayrımını zihnimi zyapıyor, bu ayrım yok aslında realitede; bu kavramlaştırmalar eşliğinde çecreyi gözleyince, bu ağ/oltayla denize çıkınca; bun agöre algılıyor, resmediyor, tasvir ediyoruz evreni; gelen algıları böyle kodluyor ve ifade ediyoruz…

Share

Yorum ekleyebilirsiniz...