Müşrik, müşrik olduğunu ve kâfir de, kâfir olduğunu bilir mi?

frakt

Geçen haftaki Yazımızda “Aslında gördüklerimizi net ve berrak ifade edebilsek, yani gerçeği daha ince ve hassas terazi ve ölçülerle, tam yerinde kelimelerle ifade edebilsek; ‘Yanlış Bilgi (knowledge)’ ve ‘Bilim (science)’ Virüslerini ve mesajlardaki parazitleri azaltmış oluruz. Yani günlük konuştuğumuz dil ve Bilimsel İfadelerde kullanılan akademik – metodik dil’de de problemler var. Haftaya bu konuyla bağlantılı olarak; mevcut Bilim’in gözlem – deney – ölçüm ve kanun – teorilerini isimlendirme, izah ve tasvir ederken içine düştüğü mantıksal ve dilsel hata, yanlış ve safsataları ve buradan bize kabul ettirmeye çalıştığı masal – hurafelerini anlatmaya devam edeceğiz inşâallah” demiştik.

Kaldığımız yeri, geçen haftaki Yazımıza gelen bir eleştiriye de cevap verecek şekilde genişleteceğiz. Gelen itiraz kısaca şuydu: “Bilimsel incelemelerde, madde ve süreçlerinde gözlenen özellik ve sıfatlar, onlara ilâhlık vermekle hiçbir alâkası yok; zaten bilimadamlarının bu araştırmalarında, ‘madde – enerjiyi ilâhlaştıralım’ gibi bir amaçları da yok! Yani bilimadamlarının ‘madde – enerji ilâhtır, madde bazı özellikleriyle Tanrıya ait olabilecek bazı Tanrısal davranışlar taşımakta ve göstermektedir’ gibi bir iddia, tez veya teorileri yok! Bilimadamlarının söylemediği birşeyi, siz nasıl söylediğini iddia ediyorsunuz!?”

Bu itiraza cevabımız “müşrik / kâfir, müşrik / kâfir olduğunu bilir mi?” sorusunun cevabının içinde saklı. Bu sorunun cevabı ise: Hayır, bilmez; bilse zaten tevbe – istiğfar eder; halis müslüman olurdu. Zaten onlara “kâfir, müşrik” sıfatını veren ve hidayete gelmelerini isteyenler; biz müslümanlar; onlar kendilerini böyle nitelendirmiyorlar. Çünkü onlar müşrik olduklarını, yanlış yolda olduklarını kabul etmiyorlar. Zaten kimse yanlış fikirde bile bile ısrar etmez; insan bir fikrin doğru olduğuna karar verdiği için zaten o fikirde devam eder.

Cahiliye Döneminde, putlara tapanlar bile müşrik ve / veya kâfir olduklarını, yaptıklarının yanlış olduğunu kabul etmemişlerdir! Yani o dönemde; yonttukları odundan, taştan putlara tapanlar ve çeşitli seramonilerle önlerinde saygıyla eğilip, çeşitli ritüellerle o cisim / resim, tasvirlerin önünde övücü şiirler okuyan, yazanlar bile “biz bunlara tapmıyor, ibadet etmiyoruz; çeşitli bayram ve önemli günlerde, sevdiğimiz Rab’bi anma ve övmeye aracı ve şefaate vesile zaten bunlar; bunların maddesine değil, taşıdıkları mâna ve yerine getirdikleri fonksiyona bak” demişlerdir ve derler. Yani onlar da bir Tanrıyı inkâr ve reddetmemişlerdir! Fakat Peygamberimiz’in peygamberliğini ve tanıttığı Allahu Teâlâ’yı kabul etmeyip, reddediyorlardı; bu sebepten kâfir ve / veya müşrik oluyorlardı ve olurlar! Yani Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.A.) buyurduğu gibi: “İnkâr etmemek başka, iman etmek başkadır.”

Yani Peygamberimiz (S.A.V.) döneminde kâfirlerin inanmama sebepleri kendilerince mantıklı sebeplere dayanıyordu: “Bizler yeri ve göğü yaratan ve idare eden bir Allah’ı kabul ediyoruz, fakat senin O’nun peygamberi olduğunu, seni O’nun gönderdiğini kabul etmiyoruz; dolayısıyle anlattığın Allah’ı kabul etmiyoruz! Çünkü eğer bizim inandığımız Tanrı veya seni gönderdiğini söyleyen Allah, kendisine inanıp – itaat etmemizi isteseydi, buna hiçbir mahlûkun gücü engel olamazdı! Yani seni gerçekten yer ve göklerin Rabbi göndermiş olsaydı ve kendisine inanıp – itaat etmemizi isteseydi; bize bir melek gönderirdi veya kitabı gökten indirirdi, böylece hepimiz inanır ve itaat ederdik! Demek ki Allah’ın bizi inandırıp – inandırmama gibi bir amacı yok; demek ki Allah şimdiye kadar — sen de dahil — hiç peygamber göndermedi ve göndermez (melek gönderir!); şu hâlde sen yalancı veya aldanmışsın!” gibi ilâh ve peygamber tanımları ve bu tanıma uymayan Allahu Teâlâ ve Peygamberleri kabul etmeyişleri sözkonusu!

Yani o günkü ve bugünkü kâfir veya müşrikler, yerin ve göğün bir yaratıcı ve idare edici Rabbi olduğunu kabul ediyor, fakat Peygamberleri veya bizim Peygamberimizi, dolayısıyle Peygamberler’in anlattığı Allah’ı kabul etmiyorlar; yani kendilerinin tasvir edip tanımladıkları bir Tanrıya inanıyorlar. Bu kabul ettikleri Tanrının ise “insanları inanıp – inandırmama gibi bir amacı yok. Eğer olsaydı, içimizden bir insanı peygamber olarak görevlendirmek yerine, bir melek göndererek, kolayca herkesi inandırmaya gücü yeterdi!” gibi iddiaları var! Yani Alemlerin Rabbi’nin terbiye ve tasarrufunun nasıl olacağını da kısa akıllarıyla biliyorlar! Yani gelen resul ve Resul’ün bildirdiği Allahu Teâlâ, zihinlerinde yonttukları Tanrı – Resul tanımına uymadığı için kabul etmiyor ve reddediyor, böylece kâfir ve müşrik sıfatlarını hak ediyorlar! Yani “antropomorfik (insan üretimi, insana benzeyen)” bir tanrıya inanıyorlar veya “eğer tanrı varsa böyle olmalı” diyorlar!

Din âlimi veya müçtehid olmadığımdan Kur’ân-ı Kerim’den delil getirmem gerçi (doktor olmayanın ilâç yazması gibi) yetkisiz bir işlem olur, bu sebepten kimseyi de bağlamaz. Fakat aşağıda yazdığım Âyetlerin tefsir ve detayına muteber kaynaklardan bakarsınız.

İyi bil ki, halis din ancak Allah’ındır. O’ndan başka birtakım dostlar tutanlar da şöyle demektedirler: “Biz onlara sadece bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” Şüphe yok ki Allah, onların aralarında ihtilâf edip durdukları şeyde hükmünü verecektir. Herhâlde yalancı ve nankör olan kimseyi Allah doğru yola çıkarmaz. (Zümer Suresi, 3. Ayet)

Allah’ı bırakıyorlar da, kendilerine ne fayda, ne de zarar verebilecek olan şeylere tapıyorlar ve “Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir” diyorlar. De ki: “Siz Allah’a göklerde ve yerde O’nun bilmediği birşeyi mi haber veriyorsunuz?” Allah onların ortak koştukları şeylerin hepsinden münezzehtir. (Yunus Suresi, 18. Ayet)

De ki: Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim malik (ve hakim) bulunuyor? Ölüden diriyi kim çıkarıyor, diriden ölüyü kim çıkarıyor? (Her türlü) işi kim idare ediyor? “Allah” diyecekler. De ki: Öyle ise (O’na asi olmaktan) sakınmıyor musunuz? (Yunus Suresi, 31. Ayet)

Eğer sen onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette: “Allah” derler. O halde nasıl haktan çevriliyorlar? (Zuhruf Suresi, 87. Ayet)

Hatta eski zamanlara gitmeye gerek yok, günümüz ateistlerine de sorsak, çoğu, kâinatı yaratan ve idare eden bir Tanrının olduğu ve olabileceğinde hemfikir; fakat Adem Âleyhisselâm’dan bugüne kadar gelmiş İslâmiyet’in Rabbi’ni veya İslâmiyet’ten koparak tahrif olmuş batıl Hıristiyan, Yahudiliğin Rabbini kabul etmiyorlar.

Kafalarındaki Tanrı zannına, yani zihinlerinde kendilerinin yonttuğu Tanrı tanımına göre; “dinlerin tasvir ettiği gibi bir Tanrı ol(a)maz” diyorlar. Böyle diyerek; zihinlerindeki tanrı’yı kendilerince bütün çirkinlik – kötülüklerden münezzeh tutarak, kendilerince mükemmel bir Tanrı imajı inşa ediyorlar! “Eğer Tanrı varsa bizim tanımladığımız gibi olmalı; ama bizce yok, çünkü olsaydı dünya böyle olmazdı” diyorlar. Kısaca zihinlerinde, zanlarında insan üretimi bir Tanrı yontuyorlar, bu tanrı kâinattaki realiteyle uyuşmayınca, zihinlerindeki bu tanrıyı gene kendileri parçalıyorlar! Sonra “işte bak tanrı yokmuş” diyorlar!

Hıristiyan, Yahudiler de kendi dinlerinin tasvir ettiği vasıflarda bir Tanrıya inanıyor; fakat dinimizin tanıttığı Rabbimiz’i kabul etmiyorlar. Kabul etmemekle kalmayıp; “yok, ol(a)maz” diye ret ve inkârla ikinci bir adım daha atarak, “kitaplı kâfir” sınıfına giriyorlar.

Yani genel de tüm müşrik, kâfir ve münkirlerin ortak özelliği: Rabbimiz’in Zât’ını, varlığını değil; Zât’ının özellik, isim ve sıfatlarını kabul etmiyor veya inkâr ediyorlar. Bu sebepten Rabbimiz’in sıfatlarını, yani sadece O’na ait olan ilâhlık vasıflarını türlü mahlûkat, süreç ve kişilere veriyorlar. Yani gökteki tek Güneş’i kabul etmediklerinden; yerdeki ısı – ışık ve gündüzü ve şeffaf şeylerdeki tüm yansımalarını; yerdeki başka nesne / süreçlerden kaynaklandığına inanma ve bunun delil – ispatını araştırmaya zorunlu olmaları gibi. Yani problem Allahu Teâlâ’nın var olduğunu bilip – bilmemek değil; doğru tanıyıp – tanımamak!

Yani günümüzde ve insanlık tarihinde çok çok az olan “mutlak kâfirler”i saymazsak; hemen hemen tüm kâfir ve müşrikler, yeri ve göğü yaratan ve idare edicisi Tanrı(larını) kabul ediyorlar! Fakat sıfat ve özelliklerini kabul etmiyor veya kendilerince yanlış nitelikler izafe ediyorlar!: “Bir tane mi, birden çok mu; gökte mi yaşıyor yoksa zamansız – mekânsız olarak her yerde mi; yardımcıları var mı – yok mu; dünya işlerine karışır mı karışmaz mı; merhametli mi merhametsiz mi; madde – enerji cinsinden mi değil mi?; oğlu var mı yok mu; ırkçılık yapar mı yapmaz mı?” gibi.

Yani Allahu Teâlâ’nın var olduğunu kabul etmek yetmiyor, ayrıca doğru sıfat ve özelliklerini de kabul etmek gerekiyor! Doğru isim – sıfatlarını bilebilmek için, hâliyle gönderdiği Peygamberleri de kabul etmek gerekiyor ki kâfir veya müşrik olmayalım!

Zaten kitabımız Kur’ân’da Rabbimiz kendisinin var olup – olmadığını tartışma konusu bile yapmaz. Müslüman – mü’min olmanın şartı olan kelime-i tevhid ve şehadetteki “Lâ ilâhe… (Allah’tan başka ilâh yoktur)” cümlesinde, en başta tevhide vurgu vardır zaten.

Çünkü kâinatta hükümferma sahibi bir kudret, bir tanrı olduğu konusunda hemen hemen tüm insanlar hemfikirdir zaten! Mutlak ateist / münkirler bile, inkâr ettikleri Tanrı’dan kalan boşluğu doldurmak için, kâinatta başka bir kuvvet veya madde veya hiçlik (boşluk / vakuma), Rabbimiz’in bazı sıfatlarından “yok’tan yaratış veya zamansız yaratış”ı vererek, kendilerince bir teke doğru gidiş / tevhid ve tanrı anlayış ve metafiziği geliştirmişlerdir.

Herşeyde Objektivite ve Tarafsızlık niye mümkün değil?

Sonuç olarak: Bazı şeylerin eşit uzaklıklı orta noktası; yani gözlem yapıp, karar verebileceğimiz tarafsız bir orta noktası yoktur. Yani kâinat ve içindekileri ya “Rabbi var(mış)” gibi gözleyip, ifadelendireceğiz veya “yok(muş)” gibi. Bunun orta noktası, yani deney – gözlemlerimizin objektif ve olgusal ve nötr ifade biçimi yoktur!

Örneğin: “Yaratılıyor” yerine; “oluşuyor, oluşum” gibi nötr ve olgusal görünen her ifade, aslında “Allahu Teâlâ yok(muş), varsa bile bu işle ilgisi yok(muş)!” mesaj ve emrini bilincimizin filtrelerine takılmadan, bilinçaltına kodlar ve bizim önce bakışımız, sonra sözümüz, en sonra da kâlp ve davranışımızı bu emre göre programlayıp, yönlendirir!

Yani Dünya “ya dönüyor veya döndürülüyor”; “arı ya bal yapıyor veya yaptırılıyor”; “ağaç ya meyve yapıyor veya yaptırılıyor”; “insan ya yürüyor veya yürütülüyor!” Üçüncü ihtimal, bakabileceğimiz objektif ve tarafsız koordinat / referans noktası yok!

Eğer “ben yürüyorum, yürütülmüyorum” diye bir iddianız varsa; “yürüme” eyleminin olabilmesi için, beyinden – ayak ve kollara kadar hücre hücre hangi reaksiyonları ve biyoelektrikîkimyevî ve fiziksel hâdiseleri nasıl yapabildiğinizi açıklayın! Yürümek eyleminde bizim yaptığımız ancak “yürümek için dua etmek / yürümeyi talep etmek, istemek, niyet etmek”, bu irade ve kesbimiz üzerine, duamızın kabulüyle yürümeyi yaratan Rabbimiz. Birşeyi nasıl yaptığımızı, nasıl gerçekleştiğini bilmiyorsak ve vücudumuzda gerçekleşirken bile şuurumuzla nelerin nasıl olduğunu farkedemiyorsak; “ben yapıyorum, kendimi ben yürütüyorum” iddiası pek anlamlı değil, doğru da değil.

İşte Bilimsel Bilim’in ateist – materyalist – determinist ve natüralist felsefesine göre kurgulanmış Bilimsel İfadelerindeki gizli ve derin anlam / mesajlarla, bünyesine Yanlış Bilgi Virüsü almış olması nedeniyle; kâinat ve içindeki mevcudat ve hâdiseleri yanlış gören ve okuyan günümüzün hasta insanı; kendisinin halis müslüman ve doğru fikirde olduğunu düşünmekte, eşyadan duyularına gelen mesajları doğru algıladığına ve anladığına inanmaktadır! Yani tipik bir, “kâfir veya müşrik”in, küfür ve şirkinin farkında ol(a)maması durumu. Ne yazık ki hepimizin imanında az veya çok, bu gizli – açık şirk bulaşıkları veya “hakikâti örtme” anlamında küfür bulaşıkları maâlesef var!

Ülke, din ve milliyetten bağımsız olarak, Bilim’in Bilimsel(lik) Formatından geçmiş hemen hemen herkes, kâinat ve hâdiseleri bu Bilimsel Gözle okumakta; daha derin ve geniş ve zengin başka bir okuyuş olabileceğine ihtimâl bile ver(e)memekteler! Üstelik Bilim’in ve Bilimsel Yöntem’in, bu hâliyle evrensel ve olgusal ve tarafsız olduğuna inanmaktalar!

Bilim’in, İslâmiyet’i dışlayan Bilimsellik Kriter ve bakış açısının şekillendirdiği zihin – kavram haritalarıyla; kendi dinine bile bu “Bilimsel Kavramlar”ın ardından bakan, üstelik dininin azalarını kopartarak “Bilimsellik Şablonu”na sığdırmaya çalışan; hatta böyle yaparak kendisinin Kur’ân’ı ve İslâmiyet’i, Sahabe’den (R. T. A. E.) bile daha iyi anladığını, hatta Peygamber ve Allahu Teâlâ’yı bile Onlardan daha iyi tanıdığını iddia edebilecek kadar ağır hasta ve kıblesi bozulmuş, çağımız Bilimsel Müslümanına kıyasla; köyde yaşayıp ilkokulu bile okumamış, okuma – yazması olmadığından bünyesine modern, bilimsel virüsler girmediğinden, fıtratı bozulmamış “cahiller” daha iyidir. Çünkü bunlar cahil olduğunu bilir; diğerleri ise cahil olduğunu bile bilmez, üstelik doğru biliyorum zannederler.

Bu perspektifren bakarsak; hiç bilmemek, yanlış bilmekten çok daha iyidir. Çünkü hiç bilmeyen hem fıtrat ve bakışını korumuş ve hem de bilmediğini bildiğinden, doğrusunu öğrenme talebi veya kapısı açıktır. Yanlış bilipte bu bildiğinin doğru bilgi olduğuna inananın böyle bir talebi veya buna açık bir kapısı da yoktur.

Böyle kişilere halis nur gelse, eskiden Peygamberler’in Aleyhimüsselâm mu’cizelerini “sihir, büyü, ilüzyon” isimleriyle etiketlemeleri gibi; “bilimsel değil, hallüsinasyon da olabilir, belki gözümdeki kılcal bir damarın patlamasıyla şimşek parıldaması imajı oluştu” diye binler tereddüt ve ihtimallerle, kendini gene Bilim’in, şüphenin, ihtimalin fırtınalarına atar! Ma’rifetullah’ın bürhanlarının “hava – su – nur”a benzediğini bilmez veya unutur!

Elhasıl “tereddüt ve tenkit” öyle bir meslek ve mizaçtır ki; bırak uzaktan ışık vasıtasıyla gözümüzle gördüğümüz; yakından neredeyse vasıtasız derimizle temas ettiğimiz; yani en yakından hissedip, müşahede ettiğimiz “gerçekler”de bile “evham – şüphe – kuruntu – vesvese – şek”e ihtimal; buradan “inanmama ve emin olmamaya” yol bulabilir!

Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.A.) “Medresetüz Zehra” Projesi kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları Ve İslâmî Bilim’e Niçin Geçmeliyiz?” konulu Kitap Çalışmamızın çerçeve yazısı niteliğindeki Yazı Dizimize, kaldığımız yerden haftaya devam edeceğiz inşâallah.

Share

Yorum ekleyebilirsiniz...