Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesi (Medresetüzzehra’nın Ders Müfredatı) kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları Ve İslâmî Bilim’e Niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Geçen haftaki yazımızda “ontoloji – epistemoloji” ayrımının yapay ve aldatıcı olduğundan bahsetmiş ve “bu konu belki bazılarımıza gereksiz ve lüzumsuz gelebilir. Fakat Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî Bilim’in nasıl olabileceği konusunda sağlam bir zemin ve temel inşa edebilmek için; bu konuya girmek, ihtiyaçtan öte, bence bir zaruret. Çünkü kullandığımız dil, metod, araç ve kavramlarımız sağlam olmazsa; yolda keşfettiğimiz şeylerin doğruluğundan da emin olamayız! Merkezde ufak bir açı hatası, muhitte büyük sapmalara sebebiyet verebilir!” demiştik. Oradan devam edelim.
Mes’elâ “elma” için konuşalım. O nesneyi ilk görünce önce “şey, bu şey” diyerek “varlık” kategorisine alırız; sonra bu şey’e “bitki”, sonra da “meyve” ismi vererek, belli bir cins – sınıf – kategoriye sokarız; sonra “elma” ismi vererek yeni bir isim – sınıflandırma daha yaparız. Sonra “kırmızı, yumuşak, ekşi – tatlı, C vitaminli elma” gibi başka tanım, ta’rifler daha yaparız. Mes’elâ: “bu elma şu renktedir, yiyecek ve gıdadır” deriz. Sonra “elma”nın diğer algıladığımız eşya ile nisbet – münasebet – ilişkilerine bakarak, kıyaslamalar yapar; “elma; şundan hafif, bundan kısa, şundan daha tatlı veya yumuşak” deriz…
Halbuki başka canlının göz yapısına göre, gri veya kızılötesi başka bir renktir elma; tatlı değil, ekşidir veya ot gibi tadı vardır veya tatsızdır. Başka bir canlıya göre, elma “yiyecek, gıda” kategorisinde bile değildir; belki onun bünyesine zarar veriyorsa “zehir”dir veya üzerine çıktığında taş gibi çok sert olduğu için, o elma onun için düşmana atılacak değişik bir taş, silâh çeşidi veya içi oyulup, yaşanacak bir evdir. Bizim için “elma” maddî, katı, serttir ve saydam değildir; fakat “X ışını” gibi bir canlıya göre şeffaf ve yumuşaktır. Hatta elmanın içinden hiç etkileşmeden geçiyorsa, o ışık canlı için, varlığının bile farkında olunamayacak; görünmeyen, manevî (metafizik!) birşeydir elma!
Dünya’nın şekli bize göre kürevî (geoid), başka bir göz yapısına göre üçgendir. Yani dünya kürevî olduğu için biz dünyayı kürevî görmüyoruz; biz kürevî gördüğümüzden dolayı, “dünya kürevîdir” diyoruz. Ontolojik ve gerçek mahiyet ve hakikât ve keyfiyeti bizce gayb ve meçhul olan ve mahlûk olmamız nedeniyle her zaman gayb olup, algılayamayacağımız “mevcud ve var olan” Dünya’nın; epistemolojik olarak, yani insan tarafından algılanan ve “bilinen (ilim şekline bürünmüş / malûm)” şekli ve hâli bu. “Gerçek – hakikî – hakikât” anlamında, yani “ontolojik” olarak şeklini soruyorsanız. Yukarıda anlatmıştım: “Şekil” kavramı bile epistemolojik; yani bizim zihnimizin uydurduğu, öğrenme sistemi ve mantığına uyarladığı; böylece algıladıklarına / algılarına verdiği bir isim ve etiket, bir kategori ve paradigma!
Yani dışarıda “şekiller” yok! “Renkler” yok, “uzun – kısa, ağır – hafif, uzak – yakın” gibi kıyaslar – sıfatlar; özellikler, nitelik – nicelikler; hatta “sayılar, adetler” bile yok! Hatta “dışımız” diye ayırıp, isim vererek vücud / varlık rengi vermeye çalıştığımız bir yer bile yok; çünkü ve zaten biz de “dış”ın içindeyiz! Sonuç: “Dış(ımız)” yoksa; buna kıyasla farkedip, ayırdına varabileceğimiz ve isim verip, sınırlarını net olarak belirleyebileceğimiz bir “iç”te yok!
Buraya kadar yazılanlardan vahdet-i vücud veya vahdet-i mevcud veya matrix veya panteizm, septizm, agnostizm, idealizm tarzı bir sonuç çıkartmışsanız; iyi anlatamamışım demektir. Çünkü eşyanın ontolojisi, yani orijinal yapı ve mahiyet ve hakikâtinden bahsettiğimizde bile; aslında bizim o eşyayı ne çeşit ve nasıl algıladığımızın bilgisinden, algımızın tasvirinden bahsediyoruz demektir ki, bu da epistemolojinin konusu olup; eşyanın duyularımız dışındaki hakikî görüntü ve mahiyetiyle, yani eşyanın ontolojik yapısıyla, ontolojik tasviriyle hiçbir ilgisi yok!
Şimdi sorulması gereken doğru soru şu: “Elma ekşi olduğu için mi biz ekşi algılıyoruz; yoksa biz ekşi algıladığımız için mi ‘elma ekşidir’ diyoruz?” Soruyu sadeleştirip, kısaltarak tekrar soralım: “Elmanın ekşiliği ontolojik bir gerçek midir; yoksa epistemolojik bir algı ve bilgi midir?” Yani “Elma ontolojik olarak ekşi olduğu için mi biz ekşi olarak algılıyoruz; yoksa epistemolojik olarak biz ekşi algıladığımız için mi elma ekşidir?” Bu soruyu elma’nın rengi, kokusu, sertliği, ısısı gibi diğer özellikleri için de sorabiliriz.
Cevap: Elmanın “kendi(si)nde, zâtında, içinde”; algılayabileceğimiz ve “tatlı – ekşi” diyebileceğimiz herhangi bir tat ve renk, koku gibi “zatî özellik ve sıfatlar” yoktur. O zaman biz elma da bu özellikleri nasıl algılıyor ve “vardır” diye iddia edebiliyoruz? Cevap: “Elmanın özellikleri” diye saydığımız bütün bu sıfatlar; bizim beyin ve zihin – ruh dünyamızda kodlu ve tanımlı olup, elma yediğimiz zaman bu kodlarımız aktifleşip; böylece “tat, renk, ses, koku” gibi his ve algılar uyanıyor bizde. Ve biz bu algı ve duyumlarımıza “kırmızı renk, ekşi tat, yüksek şiddette ses, sert yüzey” gibi isimler veriyor, niteleme ve tanım / ta’rifler yapıyoruz. Yani bütün bu isim ve sıfatlar; zihindeki harita ve algılarımıza ait tasvir ve nitelemeler olup; eşyanın kendi içinde saklı özellik ve sıfatları değil aslında!
Yani eşya hakkındaki algı ve bilgimiz; varlığın birebir bizim aynamızda yansıma ve kopyası ve tıpkısı değil; bizim biyoloji – dil – mantık – zihin ve ruh dünyamızda deşifre ve filtre edilerek, yeniden inşa edilip, kurgulanmış “beşerî bir simülâsyonu!” “Tatlı, ekşi, soğuk, yumuşak, gürültülü, renkli” gibi algıların kaynağı, veritabanı bizde; tetikleyicisi – uyarıcısı ise dışarıda eşyadan bize gelen sinyal ve uyaranlar. Biz tatmadan önce “tat” diye bir şey yok; koklamadan önce “koku” diye bir şey yok; “renk” yok, “ağırlık” yok, “hacim” yok, “ebat” yok. Bütün bunlar “insan” ile “var(lık)ın temasından sonra, insan zihninde meydana gelen “algı” ve “bilgi” ve “isimlendirme”ler.” Eşya ile temas etmeden önce, bu isim ve sıfatlar; bizim zihin ve ruh dünyamızda henüz zuhur etmemiş, açığa çıkmamış, yaratılmamışlar; çünkü zihnimizin veritabanında kayıtlı “tat, koku, ses” harita / şemaları aktif olmamış henüz. Elmayı algılayınca; yani tadınca, koklayınca aktif olacak ve oluyor.
Elhasıl eşyaya verdiğimiz isimler, özellikler ve eşyanın diğer eşya ile nisbet – münasebet – ilişkilerine verdiğimiz, kurduğumuz haritalar; algılarımızı anlamlandırıp, kendimize ve başkalarına ifade ederken, yani “dil ve bilgi”ye dökerken yaptığımız haritalardır. Eşya ve faâliyetlerine bakıp, algılarken; mes’elâ zaman ve mekânda öncelik – sonralık ve yakınlık – uzaklık sıralamasına göre, eşyaya “neden – sonuç” etiket, yetki, rol ve sınıflandırma ve eşyalar arası ilişki, ayrımlar yüklüyor; böylece mantık tabanımızda kendi içinde tutarlı ve mantıklı ve işleyen, günlük hayatımızı kolaylaştıran dosyalar oluşturuyoruz. Yani algıladıklarımızı, insan zihnindeki “mantıksal düzen”e uygun ve uyumlu hâle getiriyor, aklîleştiriyoruz. Buradan yaptığımız “sıcak – soğuk, acı – tatlı, sert – yumuşak, maddî – manevî, ses, koku, neden – sonuç vs.” isim ve sıfat ve ayrım – sınıflandırmalar, biz insanlara göre var; bu nitelikler biz insanların algıladıklarına verdikleri isimler sadece. Yani “madde ve özellikleri” dediğimiz şey, hatta “maddî, somut – manevî, soyut” isim ve ayrımları bile; “varlık’ın insan tarafından nasıl algılandığını” gösteren nitelendirmeler; “varlık’ın nasıl olduğunu gösteren nitelemeler” değil! Mevcudat’a bu sıfat ve özellikleri biz yüklüyoruz, biz öyle tanımlıyoruz; çünkü mevcudatı biz böyle algılıyor, görüyoruz veya mevcudat bize kendini öyle gösteriyor…
“Akıl, bilgi, kanun – kural, neden, ilişki, sonuç, ses, koku, sıcak – soğuk, ekşi, renkli – renksiz” gibi sıfatlar aslında madde ve eşyanın kendi zatlarında, kendi içlerinde, içkin olarak bulunan araz ve özellikler değil; bizim algılarımıza verdiğimiz / eşya bize nasıl görünüyor – algılanıyor sorusuna verdiğimiz cevaplar; bunlar fiziksel somutluğu olmayan “manevî – soyut” varlık ve sıfatlar sadece! “Mevcud (varlık)” ile “ma’lûm (bilinen, bilgi)” arasında, insan için hep bir berzah ve perde var.
Peki “mantık” ve “matematik” için ne diyebiliriz? Mantık ve matematik kuralları denilen şey, sonradan öğrendiğimiz bir şey mi, yoksa doğuştan içimizde programlanmış mı? Bence mantık ve matematik kurallarını da, anadilimizi öğrendiğimiz gibi, sonradan öğreniyoruz. Ancak bunları öğrenmek veya algılarımızı kurgulayıp, isimlendirmek ve resmedebilmek için bu gereken altyapı ve techizat ve yazılım önceden var. Yani “mantık ve matematik” de; insanın, eşyayla tanışmasından, reaksiyon sonucu doğan bir bilgi türü. Keşif yönü var fakat içimizde de icad ve inşa, yeniden kurgulama yönü de var.
Yukarıda yazılanları ortak paydada toplayalım: Yani insan zihni bir ayna gibi dış dünyayı göstermez; insan da aktif olarak gözlemini inşa eder. Kullandığımız teori ve modellemeler, mantık ve dil, öğrendiğimiz kavramlar; inşanın yapısını belirler. Yani “bilgi” dediğimiz şey; eşyanın keşfinden çok; eşyadan duyularımızla aldığımız “haber ve algıları” daha ziyade yeniden üretme, insansılaştırmadır, beşerî dile tercüme etme ve sadeleştirmedir. Yani zihnimiz eşyayı olduğu gibi resmeden, gösteren renksiz, sıfatsız ve uygun bir ayna ol(a)madığı için; eşyanın salt bilgi, gözlemi ve gözlemin ifadesi yok; buna bilgi seviyemiz ve biyolojik, dilsel ve mantıksal; yani “beşerî sınırlarımız” izin vermez.
Gördüğümüzü önce isimlendirerek, lisanın dar çerçevesine sokuyor, indirgiyoruz; sonra tanım ve ta’riflerle ikinci bir indirgeme ve küçültme yapıyoruz. Sonra eşyalar arası münasebetleri görüp – kurarak; algılarımıza üçüncü bir indirgeme ve bilgi katmanı daha ekliyoruz. Nispet – isimlendirme – sınıflandırmalarla, her katman da ayrı bir tahrifata sebep oluyoruz…
Buraya kadar yazdıklarımızı birleştirmeye devam edelim: Bilgi’yi tanımlarken kullandığımız kelime ve kavramlar duyu organları, zihin, bilinç gibi şeyler de “bilgi”nin tamamlayıcı parçaları. “İç Dünya – Dış Dünya” kavram ve ayrımları; “bilen – bilinen” sınıflandırma, isimlendirmeleri vs. hep bunlar, algılarımızın tasvir ve ta’rif ve ifadesi; eşyanın değil. “Mevcud” ve “ma’lûm” farklı şeyler. İnsan zihninin algıladıklarından esinlenerek üretip – kurguladığı sayı ve kavramları; tekrar dış dünya ve gözlemlerimize giydiriyor, iade ediyoruz…
Bütün bunları niye irdelememiz gerekiyor; çoğumuza belki sıkıcı, hatta saçma gelen bu konuyu niçin girdik? Çünkü algı, dil ve kavramlarımız; düşünebilmek ve yeni birşeyler keşfedebilmek için kullandığımız anamalzeme ve zihnimizin yol aldığı kanal ve anayollardır. İnsanoğlu kavramlarla düşünür, eşyayı anlamlandırır ve algılarını isimlendirir. İçine doğduğumuz toplum, çağ ve kültür, öğrendiğimiz anadil, sonra okulda öğrendiğimiz bilimsel dil ve kavramlar, sonra medya ve sosyal çevreden edindiğimiz dil; bizi belli tren yaylarında düşünmeye, eşyayı belli kalıp ve açılardan görmeye ve belli ayrım, kavram ve paradigmalar eşliğinde hayat ve eşyayı algılayıp, anlamlandırmamıza yolaçar. Çevremizden gelen bu bilgilerin taşıdığı kod, derin anlam ve bilinçaltı mesajlar; zihin ve ruh dünyamızı mayalar, yoğurur ve sonra da nazar – niyetlerimize te’sir eder, davranışlarımızı teshir eder.
Bizden önce kurulmuş olan sistemde, yaşadığımız problemlere, önceden elimize verilmiş kısıtlı veri ve malzemeler ve sistemin izin verdiği yollarla çözüm bulmaya çalışırız. Bunun sonucu olarak çeşitli soru ve problemleri göremediğimiz için soramayız; soramadığımız için cevabını da öğrenemeyiz; bize verilen legolarla birşeyler inşa etmeye çalışırız hep. Halbuki bazen problemin kendisi yapıdan, düşünce sisteminden kaynaklanır; bu durumlarda mevcut yapı içinde alternatif çözüm aramak yerine; yapıyı yıkıp, uygun bir yapı kurmak çok daha doğru, kalıcı ve uzun vadeli çözümdür.
Yani anadil, kültürel ve bilimsel kod ve kavram ve paradigmalar; hayatı anlamlandırmak ve kolaylaştırmak ve zihin ekonomisi için kendi içlerinde bir imkân taşırken; aynı zamanda kendi kısıt – sınır, baskı ve problemlerini de bize dayatır! Halbuki yeni çözüm yolları için, mevcut sisteme kuşbakışı bakmak ve gerektiği zaman dışına çıkıp, terketmek gerekir. Ne var ki, elimizde sistemin dışına çıkmak için bir harita ve kavram şeması yoktur! Bu durumdaki bir insan, mevcut düzenin hem mahkûmu ve hem de kurbanıdır; daha kötüsü zihnindeki zincirlerin farkında bile değildir ki kurtulmaya çalışsın; farkında olsa bile boşluğa düşmemek için elindeki tek seçenek olan sisteme kuvvetlice yapışır, zincirlerine daha bir sıkı sarılır! Çünkü gidecek bir yeri yoktur! Zincirleri bırakırsa “saçma ve anlamsızlığa”, “boşluk ve deliliğe” düşeceğini zanneder. Halbuki ondan istenen: İçinde bulunduğu rüya ve simülâsyondan uyanmak, bunun için içindeki virüs ve kodları temizlemek; yani zihnine format atıp, doğduğu zamandaki temiz fıtratına, fabrika ayarlarına dönmek; böylece kendisine ve varlığa ve dinine karşı olan ülfet ve alışkanlığı kırmaktır!…
Ülke, din ve milliyetten bağımsız olarak herkesin mahkûm ve kurbanı olduğu, madde’nin ateist – materyalist – natüralist – determinist felsefesini yapan “Bilimsel Bilim”i, zihnimizdeki zincir ve simülâsyonlara örnek olarak verebiliriz. Elimizde Bilim’in Bilimsel Yöntem ve Felsefesinin dışına çıkarak, bu sistemi aşmak ve eksik – yanlış – zarar ve sınırlılıklarından kurtulmak için; bir harita ve kavram şemamız yok! Bu sebepten Bilimsel Bilim’den başka bir şekilde kâinatı okuyuş ve anlamlandırma, daha geniş ve derin deney – gözlem biçim ve perspektifi olabileceğini tahayyül bile edemiyoruz! Teorisini bile kuramıyor, bu konuda spekülâtif çalışmalar, beyin fırtınaları bile yapmıyoruz!
Çevremizde gördüğümüz herşeyi, Bilim’in bize önceden öğretilmiş Bilimsel kavram ve ayrım, sınıflandırma ve kodlarıyla algılıyor ve anlamlandırıyor; bu kalıplara döküyor ve şematize ediyoruz! Güya “tarafsız ve objektif ve inançtan bağımsız ve ayrı”; hakikâtte “eşya ve hâdiseleri ilim – irade ve kudretiyle her ân / mekânda elinde tutup, yöneten bir faili; yani ‘Allah yok(muş)!” gibi gözleyip, inceleyen ve ifade eden ateist – materyalist inançların propaganda ve Bilimsel İfadeler’de kodlu ve saklı; bilinçaltı mesaj, virüslü bilgi, truva atlarıının saldırı ve işgali altındayız! Bilimsel Bilim’in zihnimize çizdiği sahte bir kâinat kurgu ve simülâsyonunun içerisinde yaşıyoruz; esiriz, uykudayız, rüyadayız, hastayız! Daha kötüsü farketmiyoruz, bilmiyoruz ki; uyanalım veya tedavi olalım!
Bilimsel Bilim’in kısıt ve sınır ve baskılarına örnek olarak: Varlık ve eşyayı “maddî” ve “manevî” olarak 2 sınıf ve gruba ayırıyor veya gördüğümüz herşeyi “madde – enerji” olarak sınıflandırıp, bu kategorilere analiz – sentez ve indirgemeye çalışıyoruz. Öğrendiğimiz her yeni bilgi, keşfettiğimiz her yeni şeyi, bu 2 gruptan birine sokarak, algılıyor ve anlamlandırıyoruz. Bunun üzerine eklediğimiz diğer bilgileri de, bu kavram – yapı – matriksin üzerine yerleştiriyoruz; bu temele göre yeniden inşa ve kurgu ve tasvirler yapıyoruz. Bu temel ve kalıpların çizdiği anayollar üzerine, bilgi üretmek zorunda kalıyoruz!…
Demek istediğim: Her anadil, kültürel ve bilimsel kod ve terminolojiler; kâinatın tasvir ve açıklamasına yönelik bir şema, öğrendiğimiz her yeni bilgiyi içine yerleştirebileceğimiz bir harita, içine dökebileceğimiz bir kalıp verir elimize. Kendi dünya görüş ve inancını bize kodlar; kendi teoloji ve metafiziğini inşa eder…
Sonuç olarak: Bilimsel Bilim’in kendi kavram ve sınıflandırmalarına bağlı kalarak, yeni bir bilim anlayışı ve paradigma değişimi sağlanamaz. Yani Bilimsel Bilim’in eksik – yanlışlarını gidermek ve revize etmek yerine; bu bilimden 180 derecelik bir bükülme ve kırılma – kopuşu ifade eden İslâmî Bilim’in kendi terminoloji, kavram ve anlam haritaları ve sınıflandırmalarının yapılması gerekmektedir ki; mevcut Bilim’in aynı eksik – yanlışlarına biz de düşmeyelim. Çünkü aynı veya benzer eksik – yanlışlara biz de düşeceksek; Bilimsel Bilim’i terkedip, İslâmî Bilim’e geçmenin zaten bir anlam ve nedeni kalmaz.
Haftaya, İslâmî Bilim’in kavram ve anlam haritalarını kurmakla ilgili olarak: “Hareket” nedir?, Hareket’in hızı, niçin madde – enerjinin faz ve özelliklerini belirliyor?, Mahlûkat için; süresiz, yani zaman’dan bağımsız ve ayrı “hareket” mümkün mü?, Hareket mi zamana, zaman mı hareket’e muhtaç?, Neden “zaman”ın tanımı, genelde “hareket ve yer değiştirme”nin tanımıyla aynı?, “Hareket, yer değiştirme;” yani konum ve uzaydan bağımsız ve ayrı olarak; yani bu kavram ve ayrımları kullanmadan; “zaman”ın tanım ve ta’rifini yapmak mümkün mü?, Einstein’in Relâtivite’sinde “uzay – zaman” diye isimlendirip, eğilip – büküldüğünü söylediği ama ne olduğu ve mâhiyetinden bahsetmediği şey “esir” olabilir mi?, Michelson – Morley, yanlış tanıyıp, tanımladıkları “esir”i mi avlamaya çalışmışlardı? gibi sorulara cevap arayacağız inşâallah.
Ama önce, geçen hafta ve bu hafta yazdıklarımızı, aşağıdaki nakillerin ışığında tekrar bakmak ve birleştirmek gerekli.
Mona İSLAM:
“İster dış dünyada ister insanın içinde olan biteni anlamak ve anlatmak için en güçlü araç kavramlardır. Dili güdükleşmiş, kavramlara ilişkin bilgisi kuvveden fiile çıkmamış insanların kendilerini anlayamaması, anlaşamaması tabiidir. Kuvveden fiile çıkmamış diyorum, yok demiyorum; çünkü Allah Ademe isimleri öğretti, her insanda kavramların bilgisi tohum hâlde var demektir.
Bugün çalışkan dediğimiz, tıkır tıkır soru çözen çocuklar bile üstüne problem çözdükleri kavramları biliyor değiller. Peki kuvvet nedir, hareket nedir, kütle nedir, cisim nedir; sorun bilmiyorlar. Bırakın tanımlamayı, tarif edemiyorlar. En kötüsü, insanın umudunu kıranı, bunu gereksiz sanıyorlar.
Kavramların bilgisi, kavramsal düşünme yetisi, kavramların arasındaki ilişkiyi görme, onların referans yaptığı evreni bilme insana özgüdür.
Kavramlar seni insan, berikini başka şey kılandır. Kavramlar senin Rabbin’le arandaki bağdır. Kavramlar sana ilk ikramıdır. (Ta’lim-i Esmâ. A.K.) Yalnız sana, insana. Onlarsız düşünemezsin, konuşamazsın; bırak insan-ı kâmil olmayı, hayvanı nâtık bile olamazsın. Çünkü nutk da, mantık da kavramlarla olur.
Dış dünya senden önce de vardı, seninle aleme gelen / zuhur eden; isimler / kelimeler / kavramlardır. Şimdi düşün; aleme geldin mi, gelmedin mi?, Var mısın, yok mu? Kavramların var mı? Düşünmen için onlar lâzım…”
Prof. Dr. İhsan FAZLIOĞLU:
“İnsanın doğa’ya ilişkin bilgisi, hakikat ile itibarın, gerçeklik ile insan zihninin terkibidir. Bu kabulde beşerî bilginin inşâsında insan zihni pasif bir ayna değildir; tersine aktif bir bileşendir… Başka bir deyişle, bilme eyleminde; zihin, dış dünyayı yansıtan bir ayna değildir. Zihni pasif bir alıcı kabul etmek; bir yansıtıcı gibi görmek. Burada zihnin intiza (ayıklama) ve aklın tecrid (soyutlama) gibi eylemlere haricî olanın asarını temizleyip saf mahiyeti elde etme işi zihni etkin konuma getirmez; işlemci yapar sadece. “İnsan zihninden, aklından bağımsız saf bir hakikât vardır” anlayışı; ve bu hakikatin mahsus – mevhum – makûl sürecinde insana verildiği kabulü, zihni / aklı bilginin üretiminde etkin kılmaz; işlemci kılar. Halbuki zihin – akıl, hatta duyu organlarının ve kullanılan âletlerin yapısı ve sınırları, bilginin mütemmim cüzleridir. Kısaca; doğaya ilişkin bilgi, hakikât, dış dünya ile itibarın; zihnî / aklî yapıların terkibidir… Yalnızca idrak açısından, dış dünyayı idrak ettiğinden dış dünyadan farklıdır; ‘dış / hariç’, idrak açısındandır. Elbette burada akıllar ve özellikle faâl akıl öğretisi dışarıda tutuluyor ve beşerî – insanî anlamda akıl kullanılıyor. Artık hakikati / doğruyu, bilgiyi ne tek başına hariçte, ne de zihinde inşâ etmiyorsunuz; dış ile zihnin, hakikât ile itibarın terkip edildiği yer nefs el-emr’dir ve nefs el-emr, bilginin uzayıdır. Artık mevcud, mevcud olarak değil, malûm olarak önemlidir; yani insanî bilginin konusu kılınarak. Şey, şey olarak değil; malûm hâle getirilerek bilinir; bu bilgi bir kez hasıl oldu mu artık şey de kendi değildir; kendilik zihne kapanır. Teknik tabirle, artık mevcudatın araz-i zâtiyesini değil, ahvalini bilebilirsiniz…
Özellikle dış dünyanın mekân yapısı ile zihnin mekân idrakinin özdeş olmadığı anlaşıldı; zihin, mutlak mekân idrakinden hareketle farklı geometriler inşâ edebilir sonucuna ulaşıldı. Hatta Poincare’nin gösterdiği üzere, bu geometriler birbirine tercüme edilebilirdi. Bu gelişmeler, epsitemolojik bir bunalıma neden oldu; bu da 16. yüzyıl içinde, Leibniz gibi birkaç istisna dışında, terk edilen mantık çalışmalarına geri dönmeyi sağladı. 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın ilk yarısında pek çok eser adı “foundation of…”, yani “…’nin temelleri” diye başlar; temel arayışı. Tüm bu gelişmeler; “sentaks, semantik, semiyoloji” gibi araştırma alanlarını tetikledi. Biraz önce dediğimiz gibi, aslında tüm bu arayışlar, bilginin mütemmim bir cüz’ü olan insan zihni ile itibarlarının derinlemesine araştırılmasını sağladı. İnsanın, başta doğaya ait olmak üzere, bilgisinin kurgusal olmadığı gösterilmeye çalışıldı. Russell ve Whitehead’in Principia Mathematica’sı, aslında, Newton’un Philosophiæ Naturalis Principia Mathematica adlı eserinin adındaki ikinci kısmının hesabının verilmesidir. Viyana Çevresi, Frankfurt Okulu, David Hilbert’in çalışmaları, bilim teorilerinin dayandığı teorik lisan araştırmaları, cebirsel mantık, mantıksal pozitivizm vb. tüm bu koşuşturmalar insanın doğaya ilişkin bilgisinin güvenilirliği konusundaki arayışlardır. Bilindiği üzere bir bilim teorisinde mantık, dil (sentaks, semantik) ve matematik üç temel öğe olarak dikkate alınır. Günümüzde de bu tartışma ve araştırmaların sürdüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz…”
(http://www.ihsanfazlioglu.net/yayinlar/makaleler/1.php?id=244)
Prof. Dr. Kemal SAYAR:
“Bu kibir hepimize, tüketim alışkanlıklarımızdan hayâl dünyamızın ele geçirilmesine kadar boyun eğdiriyor. Ignacio Ramonet’nin sözleriyle; “ABD (Batı diye de okunabilir, K.S.) pek çok alanda söz dağarcığını, kavramları ve anlamı kendi denetimine almış durumdadır. Onun meydana getirdiği sorunları, yine onun sunduğu sözcüklerle formüle etmemiz gerekmektedir…
Sömürgecinin orduları, zihinleri kolonize edemediğinde ölüm yağdırıyor. Biz ise “haz açlığı” içinde zihinlerimizi onun emrine açıyoruz. Her türlü büyülü sözleriyle, içecekleri, köfteleri, filmleri ve dizileriyle gönüllü olarak kendisine boyun eğdiğimiz “organize riyakârlık” karşısında hamasetten başka birşey üretemiyoruz. İşe kendi zihin temizliğimizle başlayalım derim ben, önce kendi zihinlerimizi sömürüden arındıralım…”