Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.A.) “Medresetüz Zehra” Projesi kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları Ve İslâmî Bilim’e Niçin Geçmeliyiz?” konulu çalışmamızın çerçeve yazısı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam edeceğiz, fakat birkaç hafta önceki “Bilim’in Bilimselliğinin Eksik – Yanlış ve Zararları” isimli Yazımızdaki bazı noktaları tekrar, tekmil ve te’sis ihtiyacı doğdu.
Önceki Yazımızda şu soruya cevap vermeye çalışmıştık: “Bilimsel Bilim’in felsefesini, varlık ve bilgi anlayışını (ontoloji ve epistomolojisini) ve buradan kaynaklanan metafizik inanç ve hurafelerini kabul etmiyorsun ama ‘Bilimselliği’ne, yani eşyayı incelerken kullandığı Bilimsel Yöntem ve Kriterlerine niye karşısın? Bilim’in ateist – materyalist felsefesini ve diğer yanlış ve eksiklerini alma tamam ama Bilimsel Yöntemini al!”
Cevap: Amerika’ya tekrar keşfetmeye gerek yok; Bilim’in şu ana kadar elde ettiği gözlem – deney – ölçüm sonuçlarını ve bunun teknolojiye uyarlanmasını alırız, fakat Bilimsellik Kriterleri ve Bilimsel Yöntemlerine ihtiyacımız yok, almayız. Çünkü eksik ve yanlışları var; çünkü bu Bilimsel Yöntem ve Kriterleri de, batıl felsefe ve paradigmalarının bir sonucu.
Bu yanlış felsefe / inançları ve buna göre şekillenen Bilimsel Yöntemlerinin eksik ve yanlışlarının sonucu olarak; şimdiye kadar insan ve diğer canlı türleri (hayvan, bitki vd.) ve “toprak, su, atmosfer” gibi nisbeten cansız sayılan varlığın çoğunluğuna 100 faydası olacakken, sadece insan türünün (o da parası olan küçük bir kesimine) verdiği 5 faydayla; sanki tüm insanlığa hizmet ettiğine ve büyük atılımlar yaptırdığına bizi inandırıyor! Yani mevcut Bilim’in “ateist – materyalist” felsefesi gibi, bu felsefeden doğan “bilimsellik” felsefe ve yöntemi de terkedilmeli!…
Bu soruyla bağlanılı, diğer soru şuydu: “İslâmî Bilim ‘bilimsel’ olmayacak derken; yani Bilimsel Bilim’i bırakıp, İslâmî Bilim’e geçelim derken; İslâmî Bilim ‘gözlem – deney – ölçme’ yapmayacak mı?”
Yapacak, “Bilimsel Bilim’in alternatifi olacak bir Bilim anlayışı, gözlem – deney – ölçmeye karşı olmalıdır, kendini böyle konumlandırmalıdır” diye bir safsata ve mantık oyununa gerek yok! “Bilimsellik” deyince, sadece “gözlem – ölçme – deney” anlıyoruz.
Halbuki Bilimsel Yöntem ve Kriterler içerisinde; olgusal ve tarafsız bakış aldatmacası altında, eşya ve hâdiselere “ateist – materyalist – natüralist ve determinist” inanç / felsefenin tarafından bakma ve bu inançların delil – ispatını yapma girişimi var! Yatay neden – sonuç ilişkileri kurgulayarak (yani evreni bu şablonda modelleyip, otomatik makina metaforuyla teorize ederek), Rabbimiz’le münasebetlerini gizlemek ve unutturmaya programlı bilinçaltı kodlama / altmesaj / virüsleri var! “Varlık, işleyiş ve özellikleri; ‘altparçaları’na ve ‘madde’ye indirgenip, açıklanabilir” inancı ve bunun ispatına çalışılması var! Eşya ve hâdiselere manayı ismiyle bakma, yani Allahu Teâlâ yok(muş); olsa bile eşyanın, varlık – devam ve işleyiş – süreçlerinde O’na ihtiyaç yokmuş inancını empoze etme var! Olayları yatay neden – sonuç ilişkisiyle tasvir ve determine ederek, güya o olay failsiz ve ustasız olarak olması mümkün ve vâkiymiş altmesajını, bilinçaltına enjekte etmek var!…
Halbuki “topraktan – ağaç, ağaçtan – meyve, arıdan – bal, buluttan – yağmur, yanıcı hidrojen – yakıcı oksijenden su”, “mümkün” olduğu için çıkmıyor; bilâkis çıktığı için biz “mümkünmüş” zannediyoruz!…
Bilimsel Bakış Açısı ve İslâmî Bakış Açısı arasındaki farka örnek olarak, Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.A.) El Hüccetüz Zehra eserinin İkinci Makamında geçen; “kâinata ayetler mecmuası olarak Manayı Harfiyle bakıp, okuyup, tercüme ve anlamlarını deşifre eden Hikmet-i Kur’âniye” ve “Manayı İsmiyle bakıp, kâinatın yazıldığı lisanı bilmediğinden, manasızlıkla itham eden ve dilini bilmediğinden sadece harf ve nakışlarının münasebetinden bahsedebilen Hikmet-i Fen (Fen ve diğer Bilim Dalları)” arasındaki mühim ve keskin ve derin farkı gösterdiği şu cümleleri gösterebiliriz:
“Ve ikinci bir cereyan olan ehl-i dalâlet gibi birden küre-i arz sefinesine bindi. Hikmet-i Kur’âniyeye tâbi olmayan fen ve felsefe gözlüğünü taktı. Ve Kur’ân okumayan coğrafya fenninin programıyla baktı, gördü ki: Nihayetsiz bir boşlukta, bir senede yirmi bin senelik bir dairede, top güllesinden yetmiş defa sür’atli bir hareketle gezer. Yüz binler nevi biçare, âciz zîhayatları içine almış. Eğer bir dakika yolunu şaşırsa veya bir serseri yıldıza çarpsa, parçalanarak hadsiz fezada sukut ile, bütün o biçare zîhayatları ademe, hiçliğe boşaltacak, dökecek diye anladı. 1 غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَcereyanının dehşetli mânevî musibetini 2 اَوْكَظُلُمَاتٍ فِى بَحْرٍ لُجِّىٍّ in boğucu karanlığını hissederek: ‘Eyvah! Ne yaptık? Bu dehşetli gemiye neden bindik? Bundan kurtulmak çaresi nedir?’ diye o kör felsefenin gözlüğünü kırdı, 1 اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْcereyanına girdi. Birden, hikmet-i Kur’âniye imdadına geldi, tam hakikatini gösteren bir dürbün aklına verdi, ‘Şimdi bak’ dedi. Baktı, gördü ki: 2 رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ ismi,هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ 3 burcunda bir güneş gibi tulû etti. Zemini gayet muntazam ve selâmetli bir gemi ve zîhayatları rızıklarıyla beraber içinde doldurmuş, kâinat denizinde çok hikmetler ve menfaatler için seyahatla güneş etrafında gezdirip mevsimlerin mahsulâtını erzak isteyenlere getirir ve ‘Sevr’ ve ‘Hût’ namlarında iki meleği o sefineye kaptan yapılmış, gayet güzel ve muhteşem memleket-i Rabbâniyede Hâlık-ı Zülcelâlin mahlûkat ve misafirlerini keyiflendirmek için gezdiriyor. Ve onunla, 4 اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِhakikatini gösterir, Hâlıkını bu ismin cilvesiyle tanıttırır diye anladı. Bütün ruh u canıyla 5 اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ dedi, اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ taifesine girdi…”
Gelelim sorudaki “gözlem – deney – ölçme”ye; bu enstrümanlar Bilimsel Bilim’in malı değil ki ondan alayım, o icad etmiş değil ki ondan talep edeyim, patenti ona ait değil ki ondan izin alayım! Yani “gözlem – deney – ölçme” Bilimsel Bilim’in tekelinde değil! Bunları gökten vahiyle almış veya ilk defa kendisi bulmuş, keşfetmişte değil! Bu yöntemler ilk insandan beri var ve kullanılıyordu. Belki bu “gözlem – deney – ölçme”yi ellerini ateşe sokmak gibi basit yöntemlerle yapıyorlardı ama vardı (Hatta Kabil bile cenazeyi nasıl defnedeceğini kargayı gözleyerek öğreniyor). Fakat Bilimsel Bilim bunu öyle lânse ediyor ki; sanki kendisinden önce gözlem – deney – ölçme yapan insan, toplum ve medeniyet yokmuş; sanki bu yöntemleri kendisi bulmuş; sanki bunlara sadece kendisi sahip olup, kendi tekelindeymiş zannedersiniz! Kendisinden önce yaşamış Mısır, Hint, Çin, Mezopotamya Medeniyetleri ve özellikle İslâm Medeniyeti; bu yöntemlerin değişik şekil ve yoğunluklarda kullanıldığı medeniyetlerdendir. Yoksa Batı Medeniyeti ve buradan doğan Bilimsel Bilim, köksüz bir biçimde gökten zembille inmiş değil!
Elhasıl İslâmî Bilim gözlem – ölçme ve deney yapacak, çünkü vahyedilmiş Kâinat Kitabının Âyetlerinin “telâffuz ve okunması” zaten böyle mümkün. Ama “okumak” yetmez, “ne anlama geldiği”ni de bilmek gerekir; bunların tercüme ve anlamını çözebilmek ise, “bilimsellik”in dar ve sığ ve eksik – yanlışlarla malûl ve aklı gözünde yöntem ve kriterleriyle mümkün değil! “Bilimsellik” burada, bize destek değil, bilâkis köstek olup; evrendeki bir sürü mana ve mesaj ve keşfin görülmemesine sebep olur ve zaten çağımızda olan da bu!
Burada yanlış anlaşılmaması gereken nokta: İslâmî Bilim’in gözlem – ölçme ve deney yapmakta rehber ve öncüsü Bilimsel Bilim değil; dediğimiz gibi, sahibi ve kâşifi o değil ve onun tekelinde değil ki, onu taklid etmek veya izin almak zorunda kalalım! Zaten buna Kur’ân-ı Kerîm’de defaatle teşvik, tavsiye ve emir var. Bilimsel Bilim’e alternatif olduğunu ve onun yanlış – eksiklerine düşmeyerek, ondan daha geniş ve derin ve zengin bir okuma biçimi olduğunu göstermeye çalıştığımız İslâmî Bilim; mevcut Bilim’in gözlem – deney – ölçme verilerinin yanlış olduğunu da iddia etmiyor ve bu dataları da kullanır, doğru kimin elinden gelirse gelsin zaten kabul etmek gerek. İnsanlığın mevcut çalışma ve birikimlerini reddedip, silbaştan yeniden başlamanın mantığı yok. Fakat daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi: “Bir ifadenin ‘bilimsel olmaması’ ayrı şey, ‘doğru olmaması’ ayrı şeydir; çünkü ‘bilim’, ‘bilgi’ye eşit değildir; olsa olsa ve sadece mevcut bilgi’nin 5 duyuya daraltılmış ve saptırılmış bir hâlidir! Yani ‘bilgi’ (data – information – knowledge) ile ‘bilim’ (science) aynı şeyler değildir.”
Evrendeki bilgi’yi keşfetme ve üretme yöntemlerinden olan biri olan gözlem – deney – ölçmeye karşı değil İslâmî Bilim, bilâkis emreder. Çünkü bu yöntemleri Bilim’den değil, direkt Peygamberinden (S.A.V.) – Kitabından alır. Kur’ân-ı Kerim’in ilk ayet / emri olan “oku”dan itibaren; “okuma–yazma bilmeyen Peygamber”in (S.A.V.) “neyi okuyacağı, nasıl okuyacağı, niçin okuyacağı” ders verilmeye başlanmıştır (Bkz: Alâk Suresi ilk Âyetleri)… Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler’de, kâinatta işlerin “nasıl yürüdüğüne” defaatle bakmamızı istemesi (yani Rabbimiz “niçin”i anlamamız için, “nasıl”ı emreder) ve defalarca akıl – düşünmeye yapılan teşvik ve emirlerle kâinatın okunması zaten başlamıştır. Hem de Bilimsel Bilim’den çok daha geniş ve derin, zengin ve yüksek, eksiksiz ve yanlışsız bir biçimde. Bu çalışmamızın konusu da; hem İslâmî Bilim’in bu zenginliğini, Bilimsel Bilim’le karşılaştırmalı yapılacak kıyaslamalı örnekler üzerinden göstermek, konu hakkında genel bir çerçeve çizmek. Buna karşın Bilimsel Bilim’in “eksik” ve “yanlış” ve “zararları”nı göstermek; böylece İslâmî Bilim’in ayağını bastığı yerlere, Bilimsel Bilim’in değil gözü, hayâlinin bile yetişemediğini göstermek üzerine.
Yanlış anlaşılmaması gereken diğer nokta: İslâmî Bilim’i, mevcut Bilim’in bir sonucu veya bir uzantı ve sonraki aşama ve evrimi olarak anlaşılmasına sebep olacak şekilde davranmak; yani mevcut Bilim’i, İslâmî Bilim’le revize etmek doğru değil. Doğru olmamasının bir sebebi de: İslâmî Bilim’in, şu ânki Bilim’den 180 derecelik bir bükülme ve kırılmayı ifade etmesidir. Yani Bilim’in ateist – materyalist felsefe ve buradan kaynaklanan Bilimsel Yöntemiyle birlikte; kavram – anlam haritaları ve isimlendirme – sınıflandırmalarının belki % 95’inin değişmesi gerekiyor, gerekecek.
Örneğin: Bilimsel Yöntem ve Bilim’in “madde”yi esas alması ve herşeyi “madde – enerji”nin değişim – dönüşüm ve sonucu olarak kabul edip; yani herşeyi “madde”ye indirgemesinin (yani herşeyi, “madde”nin tecelli ve tezahürünün bir sonucu olarak görmesinin) aksine; İslâmî Bilim “El Esma-ül Hüsnâ ve mana, manevîyat”ı esas alır ve “madde”yi de; mananın ete kemiğe bürünmüş, beş duyuya indirgenip, cisimlenmiş (tecelli – tezahür) hâli olması itibariyle inceler. Yani İslâmî Bilim Yöntemine göre, “madde” esas ve temel değil; taşıdığı veya temsil ettiği “mana, manevîyat, anlam, mesaj, bilgi, ruh, kanun” esas ve temeldir. Çünkü ve zaten “madde”nin ayakta durması ve hareket, işleme ve fonksiyonu; bu “ruh / kanun / mana / mesaj / program”la mümkün ve vâki. İslâmî Bilim’in “madde” yerine “manevîyat (anlam / mesaj / manaları)” esas ve temel almasıyla, tek başına bu fark bile, Bilim’in en önemli Bilimsellik Kriterlerinden 180 derecelik bir bükülme ve kırılmayı ifade eder!
Elhasıl Bilimsel Bilim’i, İslâmî Bilim’le revize edip, yenilemek ve güncellemek yerine; İslâmî Bilim’in kendi terminoloji ve yöntemlerini belirlemesi; mevcut Bilim’in başına “İslâmî” sıfatı ekleyip, yani bir nevi sun’î teneffüsle yaşatmaya çalışmaktan çok daha sağlıklı ve doğru! Bilimselliğin beyin ölümü çoktan gerçekleşti, sun’î solunum cihazıyla bağlantısını kesersek; kâlp ölümünü de geciktirmemiş oluruz!
Özet olarak: İslâmî Bilim, mevcut Bilim’in “madde”yi esas alan Bilimselliğini veya başka bir yöntem ve kuralını almak zorunda değil! Çünkü bize lâzım olan kural ve yöntemler ve çok daha fazlası kendi din ve medeniyetimizde zaten mevcut.
Bizler, Bilimsel Makale ve sunumlarda Rabbimiz’in isminin sansür edilmesine karşıyız! O’na atıf yapmaktan çekinen veya O’ndan bahsetmekten utanan biliminsanları istemiyoruz!
Allahu Teâlâ’nın “kün” irade – emir – kanun – ilim ve kuvvet ve kudretiyle, Kader İlim / Program / Kitabının, Şimdiki Zaman – Mekân’dan ibaret olan Âlem-i Şehadet (Kitab-ı Mübîn) Defter / Sayfası üzerinde “atom” kalem uçlarıyla yazılıp (Kaza olmasıyla) vücuda gelen Kâinat Kitabındaki Âyetlerinden, fiil / faâliyet – eserlerinden bahsedip, O’ndan hiç bahsetmemek saçmalık ve mantıksızlığı artık terkedilmeli!
Buraya kadar yazılanları, aşağıda naklettiğimiz 29. Mektub’daki 3. Sual’in bir şerh veya izahı olarak görebilirsiniz.
29. Mektub’dan Üçüncü Sual: Diyorlar ki: “Senin eski zamandaki müdafaatın ve İslâmiyet hakkındaki mücahedatın şimdiki tarzda değil. Hem Avrupa’ya karşı İslâmiyet’i müdafaa eden mütefekkirîn tarzında gitmiyorsun. Neden Eski Said vaziyetini değiştirdin? Neden manevî mücahidîn-i İslâmiye tarzında hareket etmiyorsun?
Elcevab: Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin (yani insanlığın başlangıcından bugüne kadar ki felsefî birikimin) ve hikmet-i Avrupaiyenin (yani Avrupa’da 1700 yıllarda doğup, bugüne kadar gelen Bilimsel Bilimlerin) düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar; bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâ-yetezelzel teslim ediyorlar, o suretle İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Âdeta kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terkettim. Hem bilfiil gösterdim ki: İslâmiyetin esasları o kadar derindir ki; felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır. Otuzuncu Söz, Yirmidördüncü Mektub, Yirmidokuzuncu Söz bu hakikatı bürhanlarıyla isbat ederek göstermiştir. Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-ı İslâmiyeyi zahirî telakki edip felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki felsefenin düsturlarının ne haddi var ki, onlara yetişsin?
İşte bu sebepten ve gelecek yazılarımızda bahsedeceğimiz diğer sebeplerden dolayı İslâmî Bilim; Bilim’in, Bilimsel Kriter ve Yöntem ve Felsefesinin aksine; “madde – enerji”yi değil, “El Esma-ül Hüsnâ / mana / manevî / maneviyat / soyut”u, yani “maddî ve somut olmayan” varlık ve hakikâtleri temel alır. “Madde”yi de; taşıdığı veya işaret edip, gösterdiği mana / mesaj / dataların; ete kemiğe bürünmüş, beş duyuya indirgenip, cisimlenmiş (tecelli – tezahür) hâli olması itibariyle inceler. Evet, esas olan kelime değil, anlamdır; madde değil, manadır. İfade edilecek bir anlam yoksa; söz, kelime ve diğer simgelere de ihtiyaç yoktur. Hatta “anlam” yoksa, sonu ölümle bitecek bir hayatın tezyin ve rahatı için, (idam edilmek için darağacına yürüyen adamın geçtiği yolu kırmızı halılarla süsleyip, türlü yiyecekler ikram etmek gibi), Bilim yapmanın da mantıklı ve anlamlı bir nedeni yoktur! Çünkü “anlam”ın olmadığı yerde, herşey “saçma ve abes”e varır! Ki başta insan, sonu saçma ve boş olan birşeyle uğraşmayı doğru ve mantıklı bulmaz. İçinde biryer hep onu rahatsız eder, birşeylerin yanlış gittiğini fısıldar. Mutluluk ve huzur kanallarını tıkar ve anlam arayışına onu zorlar.
Elhasıl madde, bir amaç için var; varlık ve devamı; bu amaç, mana ve ruha bağlı. Yani Bilim ve dildeki “maddî” ve “manevî” ayrımı ve aralarında zıttıyet bulunduğunu söylemekte yanlış. Çünkü zaten “manevî”nin kelime anlamı “manayla ilgili / anlamsal” demek. Yani “maddî”nin zıttı değil, “manevî” kelimesi; bilâkis “mülk – melekût” gibi varlığın iki yüzü, varolmak için birbirlerine muhtaç iki yüzüdür.
Esasen “madde ve diğer varlıkların hakikâti, mahiyeti” diye isim koyarak aradığımız “anlam, gaye ve mesaj” derken; zaten “maddî ve somut, 5 duyumuzla algılanıp, ölçülebilir” bir şey aramıyoruz. Aradığımız, Bilim ve diğer felsefe ve düşünce geçmişimiz boyunca aradığımız şey hep “soyut ve manevî.”
Zaten mahsusat’ı (algılanıp, hissedilenleri), ma’kulat’a (akla bağlayıp, mantıksal tabana oturtmaya), yani “insanlaştırma / insanın anlayabildiği ve anlayabileceği şekle çevirme” işlemine, “bilim” ismi veriyoruz. Yani kâinatta gördüğümüz “somut” madde’nin gözümüz önündeki işleyiş, hareket ve ilişkilerinden; “soyut” kanun – kural – düzenlilikler tespit ediyoruz. Ki aslında değişen madde – enerjiden; değişmeyen, varlığın üzerine bina edildiği sabit şeyler, yani madde ve diğer cins varlıkların “mahiyet ve hakikât ve işlediği kural – yasa ve gösterdiği anlam ve mesajlar” denilen şeyler hep soyut ve manevîdir.
Evet İslâmî Bilim “madde – enerji”yi değil, “manevîyatı, mana, mesaj ve kanunları” esas ve temel alır. Çünkü madde manasını ifade edip, fonksiyonunu yerine getirince kaybolur, değişir, ufalır veya büyür; fakat taşıdığı anlam ve ruh kaybolmaz, bakîdir. Mes’elâ başta mevcut Bilim’in de temellendirildiği zemin olan “mantık, matematik, hayat, bilinç, lisan (dil) ve bilgi’nin kendisi” bile “manevî”dir; yani bunlar 5 maddî duyumuzla algılayıp, görebileceğimiz, elimizle gösterip, ölçebileceğimiz somut ve maddî varlık ve hakikâtlerden olmadığı gibi; madde’den doğduğu da iddia edilemez ve madde’ye indirgenip, nedensellenemezler! Tıpkı Ay’ın ışığının nedeninin Ay olmaması, Ay’dan kaynaklandığı iddia edilememesi gibi… Sosyal Bilimler ismiyle müsemma “psikoloji, sosyoloji, tarih” vb. bilimler zaten “manevî”dir.
Atom ve madde’nin % 99’undan fazlasının “boşluklar”dan oluştuğunu da hesaba katarsak; ki buradaki “boş(luk)”, “yok(luk)” anlamında olmayıp, bu boşluklarda maddî parçacıklardan ziyade, bir takım enerji alan – dalgalanmaları var. Hatta şimdiye kadar gözleyebildiğimiz evrendeki, bildiğimiz madde sayı ve çeşidinin de çok kısıtlı olduğunu hesaba katarsak; “varlık”ın mahiyet ve hakikât ve keyfiyetinin “madde” üzerinde temellendirilmeye ve buraya indirgenmeye çalışılmasının yanlış ve eksikliği daha iyi anlaşılabilir…
Sonuç: Kâinatı telâffuz ve okumasını bilip, tercüme ve anlamını bilmeyen ateist – materyalist – natüralist ve determinist Bilim’in, anlam ve mesaja yabancı ve reddeden; yani eşyaya mana-yı ismiyle bakan [eşya ve hâdiseleri, “Allahu Teâlâ yok(muş); varsa bile, eşyanın varlık ve devamında O’na ihtiyaç ve zorunluluk yok(muş)” olarak tasvir ve ta’rif eden] Bilimsel Yöntem ve Kriterleri yerine; İslâmî Bilim’in Kriterleri esas alınmalı, İslâmî Bilim’e geçilmeli. Böylece “kalbi müslüman, aklı kâfir”; şizofrenik kişilik bölünmemizi tedavi etmeliyiz. Yani içimizdeki parçaları birleştirip, kendimiz ve eşyaya yabanî bakma ve yabancılaşmamızı bitirmeliyiz.
Bahaeddin SAĞLAM abinin ifadesiyle “madde ve manayı birbirine zıt görmeyip, barıştıran; diğer zıt görünenler arasındaki münasebeti de gösterip, birleştiren bütüncül bir gözle, İslâm’ın gözüyle bakmalı varlığa müslüman.”
Elhasıl: Vahyi kabul etmeyen ve sadece madde’yi inceleyen ve herşeyi madde’ye indirgeyen, yani inceleme ve gözlem sahası sadece “madde” olan materyalist felsefesi ve bu materyalist felsefesinden kaynaklanan Bilimsel(lik) Kriter ve Yöntemleri terkedilmeli; İslâmî Kriter ve Yöntemlerine geçilmeli.
“Allah yokmuş gibi” güya tarafsız ve olgusal ifadeler kullanan Bilimsel Yöntem terkedilerek, madde ve manayı birleştiren İslâmî Bilim’in Yöntemleri kullanılmalı.
Bilimsel Bilim’in en temel Bilimsellik Kriteri olan “nedensellik”; Tabiât Risalesi’ndeki “esbabperestlik”e denk gelir, sonra buradan “tabiatperestlik” ve “tesadüfperetstlik” ve “kendi kendine oluşuma” çıkar!
Kur’ân-ı Kerîm “yağmuru biz indiriyoruz” der; Bilim “şu şu sebep ve mekanizmalarla yağmur otomatik yağar” diyerek; yağmur ve mekanizmasına yaptığı tasvir ve açıklama ve nedensellemeleriyle; bilinçaltımıza “yağmurun yağması için Allah gibi doğaüstü bir İlâh ve fail, madde dışı bir sebep aramak gereksiz ve ihtiyaç yok” virüsünü enjekte eder ve kodlar!…