Ne bildiğimiz değil, bildiğimizden ne anladığımız önemli

simsek

Çünkü ne anladığımız, ne bildiğimizi de belirler.

Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.A.) “Medresetüz Zehra” Projesi kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları Ve İslâmî Bilim’e Niçin Geçmeliyiz?” konulu Kitap Çalışmamızın çerçeve yazısı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Bu haftaki Yazımızın konusu; “Batı” Bilim ve Medeniyetini eleştirenlerin, bu eleştirilerinde kendi müslüman perspektifinden değil de, gene “Batı”nın kendi kavram ve paradigmalarını kullanarak, içine düştükleri açmaz ve baktıkları yerin yanlışlığı hakkında, kendilerini konumlandırdıkları zeminin kayganlığı üzerine.

Bu konuda Yusuf KAPLAN abinin tüm yazılarının genelinden ve Prof. Dr. İhsan FAZLIOĞLU abinin 2011’de yapmış olduğu “Modern Dünyada Bilgi ve Zihniyet” isimli bir konuşmasında, hoşuma giden bazı kısımlardan faydalanarak yazımı genişleteceğim. (Fazlıoğlu’nun konuşmasının tamamına http://www.ihsanfazlioglu.net/yayinlar/makaleler/1.php?id=244 linkinden bakılabilir.)

Bu Yazı bir bakıma, KAPLAN’ın özet ifadesiyle: İçine doğulan çağın dil ve kültür akvaryumundan dışarı çıkabilmek için, bunun ancak önce çağın kâlp ve zihnimize ördüğü ağ ve bağları öğrenmemizle mümkün olabildiği üzerine. Yani çağı öğrenip, sonra buna karşı ümmîleşip; böylece çağın kavram ve paradigmalarından İslâm’a değil, İslâm’ın kendi kavram ve paradigmalarından (yani Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet’in kavram ve terminolojisinden) çağa bakıp, aşmamız üzerine. Çağın pranga / paradigmalarından kurtulup, zihnimizi serbest bırakabilmek; böylece yeni alternatifleri keşfedip, görebilmek için, bundan başka yöntem bilmiyorum. Bunu daha da özetlersek: Aldanmamak için, karşımızdakini tanıyıp, ondan çok daha ileri seviyede hile yollarını bilmek ve yanılıp – aldatmamak için de dinimizi iyi bilmek gerekiyor. Başlıyoruz.

Bizde Batı Bilim, Teknoloji ve Medeniyeti eleştirisi; genelde gene Batı’da çıkmış batılı düşünür ve biliminsanlarının eleştirel yazı ve kitaplarından beslenerek yapılır. Yoksa kendimize ait bir Bilim ve Felsefe anlayış ve perspektifimiz, modern dünyaya bir teklif ve tezimiz var da; bu ölçütlere kıyasla, buraya dayanan bir eleştiri değildir bizimkisi! Batı Felsefe ve Anlayışının; gene Batı’da çıkmış, yani Batı’nın kendi kavram ve bağlamlarıyla yapılmış eleştirilerin biraz revize edilerek, üstüne biraz İslâmî sos ve kavramlar eklenerek, Doğu’ya ithal edilmesidir burada olan! Halbuki bu tür eleştirilerle, yanlışlamaya çalıştığımız Batı Bilim ve Medeniyeti’ni (ironik bir biçimde!), revize ederek, yeniden üretmiş ve güncellemiş, böylece ömrünün uzamasına yardım etmiş oluyoruz!

Bizim yaptığımız; Batı Bilim ve Medeniyeti’nin bize (mes’elâ Osmanlı’ya) olan sonuçları ve yıkımları üzerinden, geliştirdiğimiz kompleks ve acılar üzerinden motive olan; yani tamamen hissî nedenlerden kaynaklanan eleştiriler! Buradan Batı’nın sömürgecilik, soykırım ve zulümleri; bizim ise ahlâk, erdemlerimiz gibi; tamamen duygusal ve değerler üzerinden bir okuma! Aklî bir zemini yok veya zayıf.

Elhasıl kendimize ait bir Bilim ve Felsefe anlayış ve perspektifimiz, modern dünyaya bir teklif ve tezimiz olmadan yaptığımız her eleştiri; bu eleştirdigimiz Bilim’in eksik ve yanlışlarını tamir ederek, uzun yıllar yaşamasına hizmet edecek ve daha vahimi (alternatifini üretmediğimizden) İslâm Bilim ve Medeniyeti’ne geçme zaruret ve ihtiyaç ve nedenlerini, gelecek zamanlara öteleyecektir!

Marksistleri ve oryantalistleri, Bilim Tarih ve Felsefecileri’ni eleştiririz: İslâm Bilim ve Tarihi’ne bigâne kaldıkları, öğrenmeye tenezzül etmedikleri için! Halbuki biz de bilmiyor ve daha vahimi bunun farkında bile değiliz! Başkalarını eleştirdiğimiz aynı yanlışı biz yapıyoruz ve farkında değiliz! Kendi kültür ve medeniyetimizi, geçmişteki İslâmî Bilim ve İlim anlayışımızı ve bu yöntemlerimizin eksik – yanlışlarını öğrenme konusunda bir ihtiyaç ve çabamız yok! İhtiyacı bırak, bir oryantalist kadar bile merak etmiyoruz!

Mes’elâ Fahreddin-i Razî matematik veya astronomi hakkında nasıl bir yol izlemiş, ne demiş, neler keşfetmiş (veya keşfedememiş) ve nerelerde hatalar yapmış, yöntemindeki eksik – yanlışları nelerdir? İmam-ı Gazali Hazretleri (R.Â.) Felsefe ve Bilim’in hangi yönlerini eleştirmiş, eksik bıraktığı veya isabet edemedigi noktalar var mı? İbn-i Haldun, Tarih ve Sosyoloji Teorisi’ni inşa ederken; bunu hangi toplumlara bakarak yazdı? Günümüzde yaşasaydı, yazdıklarından neyi çıkartır veya eklerdi?…

Elhasıl eskilerin, varlık ve olaylara bakış ve ifade tarzları nasıldı, yöntem ve düşünme biçimlerindeki eksik – yanlışları ve günümüzde yaşasalardı, hangi sözlerini revize eder veya silerlerdi, bilmiyoruz? Bu konularda bırak bilgimiz olması, tahmin yapacak kadar bile bir bilgi kırıntımız yok! (“Peki senin bilgin var mı?” derseniz. Gerçi burada konu ben değilim, sizsiniz ama sordunuz söyliyeyim: “Hayır!”, Nasıl rahatladınız mı?! Eski sisteme devam mı!?)

Kısaca ne kendi medeniyet geçmiş ve perspektifimizi ve ne de eleştirdiğimiz veya kötülediğimiz Batı Bilim ve Medeniyeti’ni bilmiyoruz! Yüzeysel ve kulaktan dolma bilgilerle yaptığımız eleştiri ve kıyaslar, hedefi onikiden vuramıyor; tam tersi cehaletimize delil üretiyoruz! Bu durumda nasıl kendi Bilim ve Medeniyet felsefemiz, yöntem ve kavramlarımızı inşa edip, dünyaya farkımızı gösterebileceğiz!? Batı Medeniyet’ine nasıl alternatif olduğumuzu ispat edebileceğiz!?

Mes’elâ; dünyaya Bilimsel Bilim’in eksik ve yanlış ve zararlarını göstererek, buradan İslâmî Bilim’e neden ve niçin geçilme zaruret ve ihtiyacında olunduğunu gösterip; yani İslâmî Bilim’in örneklerini vermeden, dünyaya nasıl bir teklifimiz olabilir ki! Daha kendi içimizdekilere izah edememişken, kendimizi ikna edememişken!…

Mes’elâ “yağmurun yağma” hâdisesinin “neden – niçin – nasıl”ını İslâmî Bilim nasıl cevaplar ve ifade eder? Ve günümüz “ateist – materyalist – natüralist ve determinist” karakterli Bilimsel Bilim’i nasıl cevap vermiş?…

İslâmî Bilim; “yağmur”un mülk – şehadet boyutu ile melekût – gayb boyutunu birbiriyle çelişmeyecek, bilâkis uyumlu ve tutarlı olarak görmek ve anlatmak demektir. Bilimsel Bilim; sadece mülk boyutunu görmek ve diğer boyutu görmemek veya reddetmek demektir!

“Yağmurun nasıl – neden – niçininin tasvir ve açıklamasında”; Bilimsel Bilim’in “Allah yokmuş, varsa bile karışmıyormuş” gibi tasvir edip, kurguladığı — güya tarafsız ve olgusal ve evrensel — Bilimsel İfadelerinden, ontoloji ve epistemolojisinden farklı olarak; İslâmî Bilim ne söylerdi, nasıl söylerdi? Yani mevcut Bilim’in; Bilimsel Yöntem, kavram, inanç, önvarsayım ve paradigmalarının esaretinden kendini kurtararak; mevcut Bilim’le kendini sınırlamayıp, otosansür yapmadan ve çağının trend ve kavramlarının cazibesine kapılmadan; kâinattan duyularımıza gelen bilgi ve gözlemi manüple etmeyip, çarpıtmadan, bozmadan; nasıl gösterir ve ifade ederdi? Hakeza atomun hareketi, vücudumuzda kanın temizlenmesi vs. nasıl tasvir eder ve açıklar ve nedensellerdi? Bu gibi konu ve soru(n)ların cevabını arama ve keşfetme amaç ve motivasyonuyla okumalar yapabilmeliyiz ki yol alabilelim.

Yoksa Rabbimiz’in fiil, faaliyet, eserlerini günümüz Bilimsel Bilim’i gibi tasvir edip, aralara sos gibi birkaç İslâmî kelime ve kavram sıkıştırıp, eklemlemek; sonunda da “İşte bütün bunları yapan ve kurup, işleten Allah’tır” demek; Bilim’in İslâmîleşmesi değildir, İslâmî Bilim hiç değildir!

Üstad Bedi’üzzaman Hazretleri’nin “Medresetuzzehra Projesi”; din ilimleriyle, fen bilimlerinin (günümüz imamhatip – ilâhiyyat okullarının yaptığı gibi) ayrı ayrı derslerde, artarda okutulması projesi değildir! Veya bazı dergi ve kitapların yaptığı gibi; Mevcut Bilim’in bazı kavram ve ifadelerini aynen alıp, müslüman ifadelerle harmanlanması; yani Bilim’i hiyerarşide dinimizin üzerine konumlayıp; İslâm’ı, Bilimsel Bilim’e payanda ve rötuş – makyaj malzemesi yapmakta değildir!…

Fazlıoğlu’nun dediği gibi: “Hem Batı Bilim ve Medeniyeti’ni ve buna göre kurulmuş üniversiteleri eleştir. Hem de gel aynı taklidini burada kur!”

Hem de onlar anadiliyle eğitim yaparken, sen git onları birebir taklid edip; yani onların dilini okullarında zorunlu tutarak, gönüllü sömürge ol! Neymiş “Türkçe dünya dili, Bilim dili değilmiş!”; sen kendi ülkendeki okullarda bile kendi dilini, öğretim dili olarak kabul etmezsen; üstelik yakın tarihinde diline yapılan suikastin zararlarını telâfi etmezsen; Türkçe nasıl dünya dili olacak ki!?, Neymiş “Dünyadaki gelişme ve Bilim literatürünü takip etmek için yabancı dille eğitim zorunluymuş!” Dünya literatürünü günü gününe takip edip, derhal Türkçe’ye tercüme eden ilgili bilim dalının uzmanı tercüman ve kurumlarımız olmadığı için, şimdilik yabancı dil, hatta birkaç yabancı dil öğrenmek zorunlu olabilir ama “yabancı dille eğitim ve öğretim” zorunlu değil!

Kurallarını onların belirlediği, yer ve zamanını kendilerinin seçtikleri bir oyuna dahil olursan; birinci bile olsan, onlardan olursun! Onları bırak değiştirip, dönüştürmek ve kendi yanına çekmek; bilâkis onlara bağlı ve bağımlı, entegre ve asimile olursun! Daha acısı; “Bilimsel Bilim tarafsız ve olgusal ve inançtan bağımsız olduğu için evrensel ve nesneldir; bu sebepten bu Bilim’in alternatifi yok ve olamaz!” yalan ve ilüzyonuna hizmet etmiş olursun!

Mevcut Bilimsel Bilim “din dışı” değil; “din karşıtı”; yani ateist ve materyalist! Yani olgusal ve objektif değil, tarafsız ve nötr değil! “Yağmur şu sebep – mekanizmalarla yağar” ifadesi; yağmurun ni’met ve rahmet olma (melekût) cihetini gizleyip, o muhteşem hâdiseyi “Allah yokmuş, varsa bile Allah’tan bağımsız ve ilgisiz olarak, kendi kendine yeter ve işleyen otomatik bir makina / mekanizma sonucuymuş! Bütün bu işler, Allahu Teâlâ’ya ihtiyaç ve zaruret olmadan da, Bilim’in gösterdiği sebep – sonuç, madde, tesadüf, uzun zaman – evrim vs. mekanizmalarla olması mümkün ve olur ve zaten gördüğümüz gibi oluyor!”un delil – ispat ve tasvirine yöneliktir!

Bu tür alt mesajlı Bilimsel Bilgi ve İfadeler; “Yanlış Bilimsel Bilgi Virüsleri”ni, bilince duyurmadan, bilinçaltımıza fısıldar ve kodlar; bu subliminal mesaj (Truva Atını) zihnimize programlar! Bu programın zihin ve kâlp ve sonra davranışlarımızda yaptığı tahribat ve değişim sonucu; bir müslümanın, herhangi bir ateist veya hıristiyan, yahudi veya agnostikten farklı, kendisini diğerlerinden ayıran ve farkettiren bir bakış ve davranışı kalmaz!…

Elhasıl kendi itikad, yani varlık ve bilgi anlayışımıza göre Bilim yapmıyoruz; sadece olanı taklid ediyoruz! Varlık ve hâdiseleri tasvirlerimiz ve tasvir ederken kullandığımız kavram, metaforlar ve eşyayı sınıflandırma / ayrımlarımız, bizim itikad ve medeniyetimize ait değil! Bu sebepten çevremizde kalbi müslümanken, akıl – fikir ve davranışı müşrik ve kâfir mantığıyla çalışan bir sürü insan var! Önce insanı parçalamışız, sonra da bakışımızla kâinatı parçalamışız!…

Tabir-i caizse; Rabbimiz’den bağımsızlığımızı ilân edebileceğimiz kamusal ve güya nötr alanlar var ilüzyon ve hallüsinasyonları görüyoruz! Bu “ateist – materyalist – naturalist ve determinist” inançlara göre davranmanın adını da “seküler, liberal, nötr ve lâiklik” koyarak, kurgularımızın içine ikinci bir kurgu katmanı daha eklemiş; kendi hapishanemizi kendimizin inşa ettiğini göremiyoruz! Bu hapishanenin duvarları şeffaf ve cam gibi kırılgan, ama dışarıda gidebileceğimiz daha cazip bir yer olmadığından, yani alternatif olmadığından; hapisliğimize razıyız, daha kötüsü çoğumuz mahkûm olduğunun bile farkında değil! Çünkü içine doğduğu ve başka dünya görmediği için, tek dünya, tek gerçek bu dünyası zannediyor, dışarısı yok zannediyor! Kimsenin sorgulayıp, kaçmaya çalışmadığı; zaten kaçacak yerin de olmadığı, gönüllü veya gönülsüz mahkûmlarız! Hatta neredeyse herkes, hapishanenin duvarlarını boyayıp, daha iyi dekore etmek ve sağlamlaştırmak peşinde!

Elhasıl varlık ve eşyadan kopuk, fizik ve kimya gibi Bilimler’e girmesi yasak, “metafizik” diyerek fizik ve varlıktan dışladığımız ve eşyayla bağı varsa ve olsa olsa sadece başlangıçta yaratmak olan bir Allah Tasavvurumuz var! Dokun(a)madığımız için bize de dokunmadığını zannettiğimiz; gör(e)mediğimiz için, bizi de görmediğini zannettiğimiz, işitmediğini düşündüğümüz; bu sebepten her daim unutulmaya ve gözardı edilmeye ve “yok(muş)” gibi davranıp, Bilimsel Pozlar takınmaya müsait; denklem ve cümlelerimizde olmasa da olan bir Allah Tasavvurumuz var! Yemeğe başlarken dilimizle söylemeyi otomatik alışkanlık ve formalite hâline getirdiğimiz; yani dilimizle tekrarlarken bile hatırımıza gelmeyen, bu sebepten besmele çekip çekmediğimizi bile hatırlamadığımız bir Allah’a inanıyoruz!

Yediğimiz elma, soluduğumuz hava, içtiğimiz suya; bu sebepten yolda bulmuşuz, kimse göndermemiş muâmelesi yapıyoruz! Bunlardan istifade ederken; “bunu bize kim gönderdi?” sorusu akla bile gelmiyor! Gelse bile; merak edipte, sorusunu bile kendimizin sormadığı ama cevabı bize peşin öğretilen, başlangıçta ezberletilmiş bir cevabı tekrarlıyoruz: “Allah!” Soru bize ait olmadığı gibi, cevabı da bize ait değil; çünkü soruyu da, cevabı da biz bulmadık! O soru ve cevabı sahiplenip, kabullenmişiz o kadar; yaptığımız şey bir ezberin tekrarı! Çözümü gösterilmeden, sonuç / doğru şıkkı gösterilmiş bir soru!

Yazı’nın odağı gene kaydı, başlarken gelmek istediğim nokta burası değildi, burada duralım.

Share

Yorum ekleyebilirsiniz...