Bilimsel Bilim’in Eksik, Yanlış ve Zararlarına Karşılık Yeni Bir Bilim Modeli: İslâmî B/ilim (İslâmî B/ilim’e Giriş)

gece2

Bilimsel Bilim’in Çizdiği Sahte Evren Modeli Ve İslâmî Bilim’in Gösterdiği Gerçek Evren: Kurgu’nun Gerçek’le İmtihanı

İslâmî Bilim nedir? (Metabilgi–Metabilim / Sihrin Yapısı)

Örnekler üzerinden Bilimsel Bilim’in Eksik ve Yanlış ve Zararları Ve İslâmî Bilim’e Geçmenin Zarureti

Bilimsel Bilim ve İslâmî Bilim Arasındaki Farklar

Açıklama:

Varlık ve vücudu görünmeyen, tespit edil(e)meyen “yerçekimi”ne, sadece etkileriyle inanan ve “nesneleri birbirine bağlayan bir kuvvet olmalı, yoksa uzaya uçardık, gezegenler dağılırdı, hem bak matematikî olarak hesaplayabiliyoruz düşüş hızlarını, ivmeleri vs.” diye mantık kuran, Bilimsel Teori hazırlayan Bilimsel Bilim; konu Rabbimiz olunca “gör(e)mediğimi kabul etmem veya alanıma dahil etmem” diye bir ilkesizlik örneği vermektedir…

İnsan 5 duyusuyla algılayamadığı birşeyin varolduğunu, etkileriyle anlar ve bilir ve algılayamadığı için de inanır; “yerçekimi (kütleçekimi)” gibi. Yerçekimi (kütleçekimi) örneğinde olduğu gibi, delil – ispat prosedürü kullanılan heryerde, aslında görmeden inanılan veya görmeden bilinen birşeyden bahsediyoruz demektir; çünkü görülen/algılanan şeyin zaten delil – ispata ihtiyacı yoktur!

Bilimsel Bilim’in “kütleçekimi, yerçekimi” gibi görmeden (aletli-aletsiz varlığı 5 duyu ile hiçbir şekilde gözlemlenemediği halde, sadece etkileriyle varlık ve özellikleri tespit edilen) varolduğuna iman ettikleri nelerdir? Allahu Tealâ’yı da zatıyla göremediğimiz (görünmeyen değil, göremediğimiz) ama fiil-iş-eser-etkileriyle gördüğümüz hâlde, Bilimsel Bilim’in konusu dışında tutulmasının sebebi nedir? “Görmediğime, ölçemediğime inanmam ve konu etmem” diyerek Rabbimiz’i metafiziğe hapsetme ilüzyonu göstermesinin sebepleri nelerdir?

Bilimsel Bilim’in verdiği bilgilerde, teori ve ispatlarında kullandığı deliller (yukarıda vermiş olduğumuz “yerçekimi” örneğinde de görüldüğü gibi) genelde birinci veya ikinci derecedendir. Aslında delil – ispatların kaçıncı dereceden olduğunun pek bir önemi de yoktur, çünkü dediğimiz gibi; “delil – ispat prosedürü” kullanılan heryerde, aslında görmeden inanılan veya görmeden bilinen birşeyden bahsediyoruz demektir; çünkü görülen/algılanan şeyin zaten delil – ispata ihtiyacı yoktur.

Yani delil – ispat sürecinde elde edilen bilgi ve / veya inanç, görmeden inanmaya karşılık gelir. Yani bu Bilimsel Bilgilerin doğruluğuna görmeden inanıyoruz, yani elde edilmiş delil – ispatlarla varıyoruz bu bilgiye. Yani görmediğimiz herşey salt inancın konusuna girmeyebilir; aynı zaman da bilgi’nin de konusu olabilir bu. Yani görmediğimiz “yerçekimi”nin varlık ve özelliklerine, bir takım gözlem ve kanıt – ispatlarla inanmak (veya bilmek) ile Rabbimiz’in varlık ve vasıflarına gene gözlem ve kanıt – ispatlarla inanmak veya bilmek arasında kategorik olarak bir fark yoktur. (Rabbimiz’in varlığına inanıyor muyuz, yoksa biliyor muyuz!?)

Kâinatın genişlediği bilgisi ve/veya inancı da, gene delil – ispatlarla temellendirilmiştir. Yani kâinatın genişlediğini, kâinatın dışına çıkarak bizzat gözlemlemedik, şahit olmadık; “uzaklaşan ışığın kızıla kayması” gibi delillerle, evrenin genişlediği tezinin ispatına gidilmiş ve/veya evrenin genişlediği tespit edilmiştir.

Katı, sıvı, gaz cinsinden olmadığı için beş duyusuyla algılayamadığı/hissedemediği “yerçekimi”ne; yani uzakta olduğu için küçük görünen yıldızları büyüten “teleskopla” ve küçük olduğu için uzakta görünen mikropları büyüten “mikroskopla” bile varlık ve vücudu görünmeyen “yerçekimi”ne; sadece etkileriyle inanan veya “nesneleri birbirine bağlayan bir kuvvet olmalı, yoksa uzaya uçardık, gezegenler dağılırdı, hem bak matematikî olarak hesaplayabiliyoruz düşüş hızları, ivme vs.” diye mantık kuran Bilimsel Bilim’in, Allahu Teâlâ, ahiret, melekleri(*) denklemlerine almaması tam bir çelişki. Çelişki çünkü mevcut teorilerdeki açıklanamazları açıklamak adına, yeni bir teori/model kurmak yerine, en küçük bir delil–ispatı bile olmayan Paralel Evrenler, Sicim Kuramı, 11 boyut gibi bilinmeyenlerle teoriyi genişletmek, senaryolar eklemek, bilimadamlarının gündeminde.

[(*) Dünyada hayattan çok daha kesif ve katı 1 gram toprak ve denizde bile oraya uygun ve müsait milyarlarca canlı olup, yani Rabbimiz en küçük bir mekânı bile boşluk, israf ve abesiyetten koruyor ve şimdi sayamayacağımız diğer maksatlarla canlılara ikâmet yeri ediyorken; dünyadan kat bekat büyük gezegen ve yıldızlarda, orada yaşamaya uygun canlılar yaratmamış olması Rabbimiz’in adetine, hikmetine ve bizim de mantığımıza uygun değil. (Oradaki canlıların, biyolojik olması şart değil, çünkü hayat biyolojiye has değil.)…]

Bilimsel Bilim’in doğruluk veya yanlışlığı delil – ispatlandırılamaz en temel inancı veya inançla bağlı olduğu en temel önvarsayım ve kabullerinden biri: Duyularımız dışında bir varlık olduğu ve bu varlığın duyularımızın bize gösterdiği, yani algıladığımız gibi olduğu inancıdır. Yani “madde”nin varlık ve özellikleri bile Bilimsel Yöntemlerle ispat edilemez! Özetle, bu hayatın bir rü’ya olup – olmadığı ispat edilemez; çünkü getirilecek her delil gene hayatın içinden, duyularımızdan elde edilecektir. Buradan çıkan sonuçlardan birisi: Rabbimiz’in varlık ve vasıfları, içinde bulunduğumuz eşya ve kendi varlık ve sıfatlarımızdan çok daha kesin. Bu kesinlik yaşadığımız hayatın rü’ya veya gerçek olup olmamasından veya eşyanın algıladığımız gibi olup olmamasından bağımsız. Çünkü rü’yasa bu algıyı yaratan ve gördüren O, değilse yaratan ve gördüren gene O! Çünkü eser fiilsiz ve fiil de failsiz ol(a)maz! Bu fiil/esere de O’ndan başkası sebep olamaz. Uzaylılar mı dediniz? Bu işlerin failinin uzaylılar olup olmadığının delil – ispatı yok ama Rabbimiz’in olduğunun delil – ispatları var, bunlar kâinattaki delillerden başka, içimizdeki deliller veya dışımızda Peygamber, Kitaplar gibi…

Bilim’in başka bir inancına örnek olarak: Bilim; kâinattaki tüm faaliyet ve sonuçlarının zorunlu olmasının mümkün olduğu ve bu mümkün olanın da bir şekilde zorunlu hâle geldiği inancından doğar ve beslenir. Bunu açarsak, örneğin suyun 100 oC’de kaynamasının “zorunlu” veya “zorunlu olması mümkün” olduğunu salt mantıktan, düşünerek çıkarsayamayız, bunu delil–ispatlandıramayız. Hatta 100 oC’de kaynamasının mantıklı veya mantıksız, mümkün veya imkânsız olduğunu bile ispat edemeyiz. Yani su 100 yerine 50 veya 150 derecede kaynamaya başlasaydı veya hiç kaynamayıp, ısıtılmaya devam edildiğinde direkt gaz fazına geçseydi, bu bize mantıksız ve saçma veya ilginç gelmeyecekti, “su 50 derecede kaynamaya başlar veya kaynama derecesi olmayıp direkt gaz fazına geçerek alev alır vs., suyun özelikleri böyle böyledir” diye kitaplara yazacaktık.

Durum bu olduğu hâlde ateizm, materyalizm, natüralizm, determinizm ve bu felsefeye göre şekillenen Bilimsel Bilim; kâinattaki tüm faaliyet ve sonuçlarının zorunlu olmasının mümkün olduğu ve bu mümkün olanın da bir şekilde zorunlu hâle geldiği inancından doğar ve beslenir. Bunların tüm felsefe ve iddialarının çıkış noktası ve temel direği bu önvarsayıma inançla bağlı olmalarından kaynaklanır. Bundan doğan ve beslenen ve yaslanan diğer inançları: Varlığın faaliyet ve sonuçlarının, ilim – irade – kudret sahibi bir özne/fail/ustası yoktur inancıdır.

Bilgi ve İnanç veya Bilmek ve İnanmak Farklı mıdır?

“Bilgi” ve “inanç” birbirinin tersi ve zıttı kavramlar değil, bilâkis devamlı birlikte gezen ikizkardeş gibiler; bunlardan birisine bilgi, diğerine inanç ismini vermişiz o kadar. Bu 2 kavram o kadar birbirine yakın ki, bazen kendilerini karıştırıp; bilgi’yi inanç, inanç’ı bilgi zannediyoruz. Çünkü genelde birşeye “bilgi” ismini vermemiz, “bilgi” etiketi yapıştırmamız, başka bir inançtan kaynaklanır. Bilgi ve inanç arasındaki ilişkiyi kabaca şöyle tanımlayabiliriz: Hakkında çok sayı ve kuvvetle inanç beslediğimiz öğrendiklerimize “bilgi” ismi/etiketi veriyoruz; az sayı ve kuvvette bilgimiz olan şeylere de inanç ismi veriyoruz. Örnek üzerinde gidersek: Suyun kaynama derecesinin 100 olması bilgi mi, inanç mı? İnanç. Bilimadamlarının böyle bir deney/gözlem yapıp-yapmamalarından bağımsız olarak; bu bilginin doğruluğuna inanıyoruz ve/veya bu inancın doğruluğundan eminiz. Bu sebepten deney yapmaya gerek duymuyoruz, çünkü deney yaparsak aynı sonucu alacağımıza inanıyoruz! (Bu deney/gözlemi yapan ve aynı sonucu alan kişi için “suyun 100 derecede kaynaması” bilgi kategorisindedir. Fakat bunu başkasına naklederken, işiten kişi için o olay/haber, inanç kategorisindedir.)

Şüphe veya inanma – inanmama – inkâr etme, doğru veya yanlış bilgiye verilen bir tepki, bir cevaptır. Hatta okuyup, işittiğimiz birşeye “bilgi, doğru bilgi” ismini vermemiz bile o okuyup, işittiğimiz verinin doğru olduğu inancından kaynaklanır. Yani bilgi’nin bilgi ismini ve sıfatını alması veya almaması, bizim o bilgiye doğru/yanlış/yalan olduğu inancımızdan kaynaklanır; yani bilgi ve inanç, varlık ve yaşamaları için bir arada olmaları zorunlu olan çiftlerdir. Hiçbiri tek başına var olamaz! O yazan, söyleyenin bize yalan söylemediği veya yanılmadığı inancından kaynaklanır.

Hastaneye gittiğimizde doktorun bize koyduğu teşhis veya okulda öğretmenin ders vermesi veya bilimadamlarının suyun 100 derecede kaynamaya başladığını söylemesi, atomun varlık ve özellikleri veya kâinatın başlangıcı, Güneş’in ısısı, gezegen sayısı, civanın özellikleri, uzayda hava olmaması, Ay’da canlı olmaması, hatta anne – babamızın bizim gerçek anne – babamız olup olmadığı (sonuçta DNA testi yaptırmadık!) vs. tüm bu bize anlatılanlar, bizim bunların doğruluğuna inanmamızın sonucunda “bilgi, doğru bilgi” kategorisine alınır. Bilimadamlarının anlattığı bütün bu şeylerin bilimsel olarak bilimadamlarınca test edilip, gözlendiği de ayrı bir inançtır. Ve bütün bunların doğru olması, gene de bizim bunları bildiğimizi göstermez; o deney/gözlem/ölçümü biz yapmadığımız veya yapılırken şahit olmadığımız sürece, o gözlemi yapan bilimadamınca “bilgi” olan şey, bizim için “inanç” kategorisinde kalmaya devam edecektir. Yani görmeden, sadece başkalarından duyarak/okuyarak varlık veya yokluk, doğruluk veya yanlışlığını kabul ettiğimiz herşey “inanç”tır.

Hatta görüp işiterek algıladığımız eşyanın kendisi, varolduğu ve algıladığımız şekil–renk, sıfatta olduğu bile bir inançtır. Elimizle dokunduğumuz masa, oturduğumuz sandalye, gördüğümüz insan, kokladığımız çiçek yani bizzat duyularımızla test edip, algıladığımız şeylere “şu masa var ve özellikleri şunlar” dememiz bile bir inancın ifadesidir, buna kendi varlık ve sıfatlarımız da dahil. Yani şu yaşadığımız hayat ve deneyimlediklerimizin rü’ya olup – olmadığının bilimsel yöntemlerle delil – ispatı yapılamaz. Çünkü delil – ispat için kullanacağımız herşey gene bu yaşadıklarımızın içerisinden verilecektir. Yani duyularımız dışında madde-enerjinin var olup olmadığı ve varsa bu duyularımızın bize algılattığı şekilde olup olmadığını bile Bilimsel Yöntemlerle delil-ispatlandırılamaz. Yani madde’nin varlığı bile Bilimsel Bilgi kategorisinde değil, inanç kategorisinde…

Varlığa Bilimsel bakmak veya Gerçek’e elveda!

Bilimsel Bilim’in dayattığı metodla evrendeki hadiseleri gözlemlemek, insana neleri kaybettiriyor? Veya Bilimsel gözle gördüğümüz şey gerçek’in kendisi mi, yoksa deforme edilip, tekrar kurgulanmış hâli mi? gibi soruların cevabının izi sürülecek ilerleyen sayfalarda.

Kaynaklar:

Bu Yazı, “İslâmî Bilim Çalışmaları (Metabilgi–Metabilim/Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmasının çerçeve yazısı olarak hazırlanmış olup, hemen hemen tamamı Bedi’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.A.) Risale–i Nur Külliyatı’ndan yararlanarak ve esinlenerek hazırlandığı için başka bir kaynağa atıf yapılmamıştır.

Bu kitap çalışmasının Amacı:

Tek ve rakipsiz olduğunu ve başka türlüsü mümkün olmadığını iddia eden Bilimsel Bilim’e karşı, bir alternatif olarak İslâmî Bilim’in —yöntem, kavram, genişlik ve bakış açısı olarak— çok daha zengin ve doğru bir bilgi elde etme metodu sunduğunu göstermektir.

Bilimsel Bilim’in ateist–materyalist–natüralist–determinist felsefesinden ve bu felsefenin neticesi olan yönteminden kaynaklanan “eksik”, “yanlış” ve “zararları”nı örnekler üzerinden anlatarak; bunun yerine yeni bir Bilim alternatifinin mümkün (ve vâki) olduğunu göstermektir.

Görkemli teknolojik buluş ve dilini bilmediğimiz bilimsel jargon ve karışık matematik hesaplarıyla bizi büyüleyen Bilimsel Bilim’in; bu büyüden yararlanarak bilincimizin filtrelerine takılmadan, bilinçaltına gönderdiği Bilimsel İfadeleri’nde saklı “ateist–materyalist–natüralist–determinist” altmesajları, yani Yanlış Bilgi Virüslerini göstererek, bir antivirüs geliştirmektir.

Bilimsel Bilim, madde dışı ve/veya doğaüstünü; delil–ispatlandırılamaz, gözlenemez ve ölçülemez (yani Bilimsel değil) iddia ederek, sadece madde–enerjiyi konusu olarak kabul etmiş; kendini böyle tanımlamasının mantıkî neticesi olarak, gözleyip–ölçtüğü madde ve faaliyetlerinin sebep–neticesini gene kâinat/madde içinde arayarak; böylece Bilimsel İfadelerini maddî sebep–netice zincir/ağ ve tesadüf–zorunluluk paradigmasıyla şekillendirmiş; bunun sonucu olarak “kâinat ve maddenin varlık ve işlemesi için Allahu Teâlâ gibi doğaüstü bir sebebe gerek ve ihtiyaç ve zaruret yok” alt mesajını, zihnimize kurguladığı kendi kendine yeten ve işleyen bir kâinat metaforuyla, bilinçaltlarımıza işlemiştir.

Bilincimizin filtrelerine takılmadan, bilinçaltımıza gönderdiği Yanlış Bilgi Virüsleri/Alt Mesajlarını kurgularken;

Bunu; Bilimsel İfadelerinde fail/özneyi yok sayarak,

gözlediği fiil/faaliyetin faili yokmuş,

fiilin sonucu olan eser/varlığın ustası yokmuş,

ve gösterdiği madde–enerji ve sebeplerinin bu işi yapmaya iktidarları varmış algısı oluşturarak;

yani süreç failsiz kendi kendine gerçekleşen, doğal ve tabiî, sıradan bir olaymış ilüzyonu vererek yapmaktadır.

Bilimsel Bilim bu gibi zihinsel virüsler ve Bilimsel İfadeleri’nde saklı gramatik tuzaklarla; insan zihninde sahte ve sanal bir kâinat kurgusu oluştururarak, varlığın gerçeklikten kopmuş ve yamulmuş bir izdüşümünü yansıtır bilince.

Bilim’in, “Fail kim?” sorusuna cevabı nedir?

Bilim’in fiil/faaliyetlerden bahsettiği yerlerde fail’den bahsetmemesi,

ve eser/sonucu anlattığı cümlelerde usta/özneden bahsetmemesi sonucunda; (mantıken fiil failsiz ve eser ustasız olamayacağı için ve lisanen böyle bir cümle kurulamayacağı için;)

Bilimsel İfadeleri’nde geçen varlık/nesnelerin bazılarını “özne/fail/usta” olarak gösterir; yani edilgen nesneleri, etken failliğe terfi ettirir/atar.

Böylece fail ve usta olacak hayat, ilim, irade ve kudrette olmayan nesneler, hakikî fail/özne/ustanın yerini alır. Bu tür mugalata ve dil/mantık oyunlarıyla, madde–enerji ve sebeplerinin bu işi yapmaya iktidarları varmış algı ve inancını iyice pekiştirerek, bilinçaltına ilka eder. Bilimsel İfadelerin gramatik analizi ve yapısökümünde gözüken tablo bu.

Buradan çıkan diğer sonuç: Bilimsel İfadeler’in, olgulardan ve yalın gözlemlerden ve nötr cümlelerden terkip edilmediği, böyle kurgulanmadığıdır. Aslında Bilim’in % 1’i gözlem/deney, % 99’u yorum ve/veya teoriye uydurmaktır. Yani gözlem verilerini; Bilimsel İnanç ve teori, önvarsayım, hipotezleriyle uyumlu ve tutarlı, en azından çelişmeyecek şekle dönüştürmektedir.

Böyle kurgulanmış Bilimsel İfadeleri okuyan kimselerde;  “Bu fiilin faili kim, bu süreci gerçekleştiren kim, bu eser/sonucun ustası/yapanı kim?” gibi sorular akla bile gelmez. Çünkü mevcut Bilim ve zihin, bu soruları soracak şekilde yapılanmamıştır.

Bilim’in yaptığı tüm tasvirler, gösterdiği tüm sebepler; “Bu olayın failii/öznesi kim?” sorusunu sordurmamak ve bir ihtimal akla gelirse “fail/öznesi yok” inancının izah ve ispatı üzerine kurgulanmıştır.

Bu tanımıyla veya bu açıdan “Bilim”; Rabbimiz’in evrendeki fiil-eser-sonuçlarını görmemenin, tabiri caizse kâinattan silmenin yöntemi olmakta. “Şu araç–gereç,  sebeplerle, madde-enerjiyle oluyor olanlar” Bilimsel İfadesi; bilinçaltına “bu eser/olayın, fail ve öznesi yok, buna zorunluluk ve ihtiyaçta yok” altmesajını da bilinçaltına işlemiş oluyor. Şuurumuzun filtrelerine takılmdan, şuuraltımıza gizlice enjekte edilen bu Yanlış Bilimsel Bilgi Virüsleri, bizim manevî vücudumuzu zehirleyip, hasta ediyor. Bunun sonucu olarak ya manevi vücudumuza kan pompalayan manevî kalbimiz duruyor (yani küfür ve inkâra giriyoruz) veya en iyi ihtimalle Rabbimiz’i “İlk Sebep Tanrısı” olarak yanlış tanımış oluyor, yani şirke giriyoruz! Rabbimiz’in fiil ve eserlerini, çeşitli sebeplere taksim ediyoruz…

Bilimsel Virüslerle enfekte olma sonucunda; ancak vücudumuzu câmiye, bir mekâna hapsedince ve gözümüzü dış dünyaya (afaka) kapayıp, salt dilimizle zikirleri tekrarlayınca; yani ancak böyle yaparak Rabbimiz’i hatırlayıp, anabiliyoruz! Çünkü dışarıdaki âyet, pencereleri Bilim kapatmış. Mona Lisa tablosuna bakınca Da Vinci akla gelmesi gibi, kâinata bakınca Rabbimiz akla gelmiyor, bu refleks ve çağrışımı kaybetmişiz. Yani sadece câmide, namazda, zikirde akla gelen bir Allah, yani parttime müslümanlık.

Halbuki Bilimsel Bilim’in virüslerine bir antivirüs geliştirilirse; “su içmek, yürümek” gibi fiillerimiz bile ibadet ve zikir vesilesi, hatta bizzat kendisi olabilecek; çünkü bu fiillerimizin her noktasına zikir – fikir – şükür yedirilebilir. Hele su içmek gibi fiillerimizde, ihtiyaç  ve lezzet mikyasıyla, bu fiilin geçirgenliği ve ibadetin derinliği daha da artar. Böylece mahallemizdeki câmimizin duvarları genişleyerek, içinde gezdiğimiz tüm mekânları câmimiz yapabiliriz; bir sonraki adımda içinde fiilen bulunmadığımız diğer mekânları, yani kâinatın diğer kısımlarının da (başka insan ve diğer mahlûkların ibadet ettiği) aslında zaten bir cami ve mescid olduğunu görmeye başlayabiliriz.

Bilimsel Bilim’in İnanç ve Metafizik Hurafelerine Örnekler

Biraz yukarıda; “Bilim’in yaptığı tüm tasvirler, gösterdiği tüm sebepler; ‘Bu olayın failii/öznesi kim?’ sorusunu sordurmamak ve bir ihtimal akla gelirse ‘fail/öznesi yok’ inancının izah ve ispatı üzerine kurgulanmıştır… Bilimsel İfadeleri’nde geçen varlık/nesnelerin bazılarını ‘özne/fail/usta’ olarak gösterir; yani edilgen nesneleri, etken failliğe terfi ettirir/atar.” demiştik. Bunları Bilimsel İfadeler’deki örnekler üzerinden biraz daha somutlaştıralım.

“Kütleçekimi’nin kaynağı, nedeni: Kütle, maddedir” ifadesi, bir inancın ifadesidir ki, bu iddianın doğruluk veya yanlışlığı ispat edilemez.

 

Meselâ “Ağaçtan elma çıkar” gözlemi; Bilimsel Bilim’in ateist–materyalist ve natüralist–determinist prizmasında kırılıp, determinist teoriden geçerek “Ağaç, elma yapar/elmanın sebeplerinden birisidir” şeklinde yorumlanır ve bize böyle sunulur. Yani yalın gözlem, nesnel ifade, olgusal bakış olmadığından; bu Bilimsel İfadedeki cümlenin öğelerinden “ağaç” (etkilenen edilgen) nesnesi, fail/özne veya fail/öznelerden biri olarak atanır.

Bilimsel Bilim’in en sık kullandığı fail/özne/ustalarına örnek olarak; “tabiat, içgüdü, madde–enerji, kuvvet, tesadüf–zorunluluk, fizik–kimya kanunları, süreç, toprak, güneş, evren, DNA, RNA, adaptasyon, mutasyon, doğal ayıklanma, evrim vs.” verilebilir.

Bilim’in “Arı, bal yapar; ağaç, elma yapar” gibi, yani edilgen varlık/nesneleri, etken fail olarak lânse eden cümlelerinde geçen “yapar” kelime/fiili bile anlam olarak tek başına, bu eser/sonucu “arı, ağacın” yapmadığını/yapamayacağını gösterir. Çünkü “yapar” kelimesi genel olarak “hayat, ilim, irade, kudret sahibi, şuurlu ve bilen kişi/fail/özneler” için kullanılır; meselâ “tüfek adamı vurdu/bu eylemi yaptı” demeyiz, çünkü tüfekte kendi kendine bu işi yapabilecek kabiliyet ve özellikler yok.

Şimdi mümkün olsa arıya sorsak: “Balı sen mi yaptın, nasıl yaptın?” veya ağaca “Elmayı nasıl imâl ettin, hangi süreçlerden geçirdin?”; değil bunlardan, kendi varlıklarının bile farkında olacak şuur veya bilgiden yoksun oldukları görülecek. O hâlde arı ve ağaç için kullanılan “yapar” kelimesi; (Bilimsel Bilim’in kendini madde ile sınırlaması kuralından kaynaklanan zorunlulukla) Allah-u Teâlâ’dan ödünç alınmış bir kelime.

Öyle ya ağaca soruyoruz “elmayı ben yapmadım” diyor, toprağa soruyoruz “elmayı ben üretmedim” diyor (yani bunu bile diyemiyor), güneşe soruyoruz “ben imâl etmedim, haberim bile yok” diyor, elmanın atomlarına soruyoruz “valla ben kendimi burada buldum” diyor, elmanın tohumuna soruyoruz “bendeki elma bilgisini ben yazmadım, herşey bilgim dışında oldu” diyor…

Bu dediklerimize ve “fiil failsiz, eser ustasız ol(a)maz” sözümüze itiraz olarak; “Elma’nın failinin tek olması ve bu failin şuurlu ve bilgili olması gerekmiyor; kâinattaki tüm sebep ve süreçler elmanın imâl aşamasının belli noktalarında etkendir, faildir. Elma, tüm bu fiiller ve faillerin eyleminin doğal ve zorunlu bir sonucu olarak meydana geliyor. Biz ‘yapar, eder’ gibi kelimeleri mecazî olarak ve kolay ifade edilebilmesi açısından söylüyoruz” diyorlar.

Zaten bizim bu İslâmî Bilim çalışmamızda anlatmak istediğimiz de; sizin bu ateist, materyalist, natüralist ve determinist inancınızın batıl ve yanlış olduğu; yani bu hurafenizin reel evren/realitede hiçbir geçerlilik ve karşılığı ve delil–ispatı olmadığını göstermek. (Bu inancınız, sadece zihninizdeki sahte ve kurgusal kâinat imajında yaşam alanı bulabilir.) Bunu göstermenin en basit yollarından biri de; zerreden şemse, mikrodan makroya her bir varlığa —-yukarıdaki örneklerde olduğu gibi “elma’yı sen mi yaptın veya elma’nın hangi aşamasında sen failsin/sorumlusun”— gibi sorular yöneltmek. Soru sorduğumuz tüm bu varlıklar, yemek yapmakta kullanılan mutfak aletleri ve yemek malzemeleri gibi edilgen (münfail) nesne ve araçlar olup; “yemeği ben yapmadım, haberim bile yok, hatta kendi varlığımdan bile haberim yok, fail/aşçı/usta ben değilim ve olamam” diyor.

Kısaca elma’nın faili/ustası/öznesi/sebebi kimse, dünyayı kendi etrafında (gündüz-gece) ve güneşin çevresinde de (yaz-kış) döndüren aynı fail olmalı; yani elma’nın sahibi kim ise güneşin ve tüm evrenin de sahibi o olmalı. Çünkü o elma, kâinat fabrikasında yaratılıyor. Yani kâinatın içindeki herhangi birşey o elma’yı sahiplenemez; ortakta çıkamaz çünkü varlıklarından bile habersizler…

Sonuç, sebebbinden üstün+nedeb fail tek olmak zorunda ve neden fail İlâh olmak, A. T. Olmak zorunda?… Eser, Efal, sıfat…

Yani kâinatın bütünü “vahdet” (parçalanmaz–yekpare teklik/birlik), herbir cüz’ü de “ehadiyet” (tek/bir) damgasıyla damgalanmıştır. Ve bu damgayı, faraza sebepler fail-i muhtar dahi olsa taklid edemez. Çünkü cümleyi yazan kelimesini yazandan, kelimeyi yazan harfi yazandan başkası olamaz. Ormanı yaratan, içindeki ağacı yaratandan, meyveyi yaratan ağacını yaratandan başkası olamaz. O halde elmanın sebebi kim ise ağacın da sebebi o, dünyayı çevirip elma mevsimini getiren de o, güneşi oraya, ayı buraya çakan da o olmalı ki “elmanın sebebi/faili/sahibi/vereni/yaratanı/hâkimi” unvan ve payesini alabilsin! Demek “sebep-sonuç” diye, eşya arasında neden–sonuç zincir/ilişkisi varsaymak, zihnî bir şema, bir paterndir ve yanlış bir zihnî kurgudur, yani realitede karşılığı yoktur. Sadece bazı insanlar onları ortak yapar zihinlerinde, insan ürünü olan Bilimsel Bilim gibi kurgularında…

Sonuç olarak; ağacın elma, arının bal yaptığı ispat edilemez. Yani sebeplerden bir sebep bile değiller. En fazla elma, balın çıkış sebebi/edilgen üretim tezgâhı/yeridirler; varlık/imâl/üretim sebebi (fail/özne/ustası) değil… Ağaçsız elma, arısız bal olmaması; onların yaptıklarına delil–ispat teşkil etmez. Çünkü “birşeyin ölümüne veya olmamasına sebep olan, varlık ve yaşamasına da sebeptir” yanlış bir akıl yürütme.Meselâ katil, maktulün ölümüne sebep olabilir ama buradan aynı katil yaşamasına da sebeptir diye ters bir mantık yürütemeyiz; çünkü katil olmasa zaten o kişi yaşıyordu, yaşamak için katile ihtiyacı yoktu. Bunu ağaç örneğine uygularsak; ağaçsızlık elmasızlığa sebeptir ama ağaç elmaya sebep değildir. Halı tezgâhının olmaması, halının dokunmaması/olmamasına sebeptir ama halı tezgâhının olması halının dokunmasına/olmasına sebep değildir. Çünkü halının sebebi (yani faili, öznesi, ustası); halı dokumaya ve renk, motiflerine karar verip, bunu eyleme geçiren, halı tezgahını işletip, bunu dokuyan canlı ve şuurlu ve bilgi kişidir… Bu sebepten kimse halı tezgâhını alkışlamaz, ödül vermez, ücret ödemez; bütün bunlar halıyı dokuyana verilir. Bunun gibi; iki hidrojen 1 oksijen, su’yun yapıtaşı/inşa malzemesidir; varlık/yaratılma sebebi/faili değil, fail Allahu Teâlâ’dır.

Elhasıl Bilim bizi öyle büyülemiş ki; “Arı, bal yapar; ağaç, elma yapar” gibi Bilimsel İfadelerdeki saçmalığı bile farkedemiyoruz. “Bitki şöyle fotosentez yapar (bitki, fail); yağmur şu süreç–mekanizmayla şöyle şöyle yağar (yağmur, failsiz)” gibi masallarına inanıyoruz. Sanki ortada fabrikanın dişlileri gibi birbirine değen ve fiziksel olarak işleyen bir mekanik aksam var da, o süreç ve yağmur çıktısı zorunluymuş ve failsizmiş gibi. Halbuki o sürecin varlık ve işlemesi ve sonucunda yağmurun yağması trilyonda bir ihtimalken (rakam, ihtimalin düşüklüğü hakkında bir fikir edinebilmek amacıyla alelade verilmiştir), devamlı o ihtimalin gerçekleşmesi bile, yağmurun fail/ustasız olmadığını gösterir…

Bilimsel Bilim’in gözlem, ölçme, deney ve buradan elde ettiği verilerine (info) değil; verilerini ifade ve kullanış biçimine (fâil olan Allahu Teâlâ’yı yoksaymasına ve bu yok sayışın sonucunda varlığa başka failler atamasına), yani ateist – materyalist – natüralist – determinist inanç/felsefesine ve bu felsefesinden kaynaklanan sınırlı metodolojisine karşıyız. Yoksa Dünya’nın yapısı, elementlerin özellikleri, Güneş’in uzaklığı vs.’ye itiraz etmiyoruz.

Mevcut Bilimsel Bilim, fail/özneyi, yani Allahu Teâlâ’yı hesaba katmadan kâinattaki madde ve faaliyetlerini nasıl izah ve ispat ederizi amaçlar. Bunu gerçekleştirmek için Rabbimiz’in fiil ve eserlerini sebeplerin yaptığını iddia eder ve kâinatı öyle kurgulayıp, tasvir eder.

Bilimsel Bilim bize “Bu elmayı bize kim verdi/hediye etti/rızık olarak / yarattı?” sorusunu sormaz ve sordurmaz ama cevabını bilimsel ifadelerinde verir. Şöyle ki: “Elma”nın yaratılışını “oluşum” olarak değiştirir ifadelerinde ve elmanın nasıl oluştuğunu fizik – kimya i botanik süreç, yani “mekanizmaları”nı anlatarak o olayın sebep-sonuç münasebetiyle olan failsiz bir mekanizma/süreç olduğunu bilinçaltımıza işler. Yani “kim” sorusunun yanlış ve gayrimeşru bir soru olduğunu söyler ve ispat etmeye çaslışır.

Bir binanın veya resmin nasıl yapıldığını açıklarken mühendis, mimar, işçi, ressam gibi faillerinden bahseder. Fakat kâinattaki fiil/faaliyet ve sonuçlarından bahsederken; bu fiil ve eserlerin fail ve ustasından bahsetme zorunluluğu hissetmez; bilakis böyle bir bahsedişi gayri bilimsel görür, inancı işe karıştırmak görür; halbuki bahsettiği olayların failsiz, ustasız sırf sebepler nedeniyle olduğunu iddia etmenin de ayrı bir inanç olduğunu farketmez! Kâinattaki varlık ve hâdiseleri tasvir ederken fail ve ustadan bahsetmemesinin nedeni; bütün bunların failsiz ve ustasız, sebeplerin biraraya gelmesi sonucu olan zorunluluklar olduğu inancı, önvarsayımı olarak bakar. Bu öninança göre kurgulanmış Bilimsel İfadelerle, zihinler Bilimsel Bilim’in atesit – materyalist – natüralist ve determinist bilinçaltı telkin ve hipnozlarıyla formatlanır. (Bilimsel İfadeler’de geçen “oluşum, tesadüf, içgüdü, tabiî kuvvetler, şu sebepten dolayı böyle oluyor” gibi kelimeler, insan zihnine ateist birm dünya çizerek, Allahu Teâlâ’yı metafizik, felsefî ve ilâhiyat kategorisinde görür.) Bu hipnzo ve programla insanlar, kâinata baktığında; Mona Lisa – Da Vinci çağrışım/sebep – sonucu gibi ağaç –Allahu Teâlâ çağrışım/sebep – sonucu uyanmaz. Çünkü zihinde kâinat ile Rabbimiz’in bağlantı ve çağrışımı kopartılmıştır! Bilimsel Bilim’in Yanlış Bilgi Virüsleriyle hasta olup, yanlış programlar çalıştırılan insan, artık baktığı eserlerin failini arama, hatırlama ve “Ne güzel yaratılmış” deme motivasyon ve merakını kaybetmiştir. Sadece Kızıldeniz’in ikiye yarılması, Nuh Tufanı, ateşin yakmaması gibi 1000 yılda bir gerçekleşen mu’cizeleri Allahu Teâlâ’ya verecek, Ateşin yakması, denizlerin ikeye yarılmaması, taşmaması gibi her gün gerçekleşen olayları tabiat, sebepler, fizik kuvvetlere verecektir. Her ân vuku bulan bu olağan ve doğal hâdiseler, güya mu’cize ve ilâhî olmayıp, bir takım sebep ve tabiî mekanizma ve fizikî kuvvetlerin işidir. Böyle insan kâinat ve sebepler ve Bilimsel Bilim’e rağmen imanını muhafaza edebilmek veya inancına delil7gerekçe bulabilmek için; ya kâinatın başlangıcına vey adışına veya trilyarda bir ihtimallerin gerçekleşmeyevceği gibi olasılıklara sığınmak zorunda kalmaktadır. Kâinataki fiil, faaliyet ve eserleri Rabbimiz’İn fiil, işi, eylemi olarak görmeyen insan; sadece câmide, namazda, tesbihte Rabbini hatırlayabilmektedir. Yani zihni partspace olduğu gibi, yaşantısı da partime müslümanlık olmaktadır. Ne kdar yediğielmaya elhamdülillak dese de; elmanın sebep ve faili olarak ağaç, yağmur, toprak vs. sebep ve kuvvetleri gördüğü ve Bilimsel Bilim öyle programladığı için; hakiki bir mninnet ve şükran ve muhabbetle şükredemeyecektir!…

Anne bebeğin sebebi değil, zarfıdır. Yani anne – baba – bebek arasında “sebep – sonuç” ilişki ve münasebeti yok; “zarf – mazruf / zarf – mektup” ilişkisi var. Yani anne – baba, bebeğin faili/sebebi/yapanı değil; zarfıdır; özne değil, nesnedir, fiili yapan değil, fiilden etkilennedir. Fail/özne/yapan/yaratan Rabbimizdir. Arı – bal, inek – düt, tavuk – yumurta, ağaç – meyve, toprak – bitki vs. hep böyledir…

Bilimsel Bilim tarafsız ve objektif olduğuna bizi inandırmaya çalışmak yerine, farzı muhâl tarafsız olmak mümkün olsa bile, tarafsızlığın meziyet olmadığını ve gerçek’ten, haklıdan yana taraf olmak gerektiğini söylemeli. Böyle objektiflik, tarafsızlık iddia ederek; ateist – materyalist – natüralist – determinist tarafın savunuculuğuna soyunmamalı…

Kısaca nötr ve tarafsız ve objektif gözlem yapmak ve ifade etmek, cümle kurmak mümkün değil; çünkü kâinat ve içindekiler bize nötr ve objektif bilgi vermiyor, gerçek’in bilgisini veriyor; çünkü insan olmamız ve bazı paradigmalardan beslenmemiz dolayısıyle biz de objektif olamayız; çünkü “bilinç/zekâ” denilen şey, “göz” gibi belli bir açı/ufuktan ve bazı kavramların eşliğinde bakar. Objektiflik, sadece ölçüm sonuçları gibi data, verilerin ifadesinde mümkündür ancak.

Bizim yapmamız gereken; maddenin varlık ve hareketiyle gösterdiği mesajı alabilecek kod ve kavramlara aşina olup, alıcılarımızı uygun frekansa getirmek. Tabi bunun için veritabanımızdaki virüsleri temizleme ve irili-ufaklı dağınık bilgi parçacıklarımızı, yeni kavram ve sentezlerin eşliğinde birleştirmek, bütünlemek şart. Evren hakkındaki zihnimizdeki resmin tamamlanması, yapbozların birleştirilmesiyle, varlığın frekansını yakalayıp, aynı dalgaboyunda rezone olabiliriz.

Sonuç olarak; eğer objektif ve nesnel olmakta samimiysek; “arıya bal yaptırılır; ağaçta elma üretilir” veya “arıdan bal çıkar, arıda bal üretilir; ağaçtan elma çıkar” gibi gerçeğe uygun ifadeler kullanmak gerekir. Gözlemi yalın ve objektif ve olgusal olarak ifade etmekte samimiysek; görülen sadece ağaçtan elma, arıdan bal çıktığı; yoksa ağacın elma, arının bal yaptığı değil. Bu yalın gözlemden sonra ancak, maddenin sebep, neden, niçin, faili, öznesi, nasılı sorularının peşine düşebiliriz.

Bilimsel Bilim bu tür hokkabazlık ve safsatalarla hemen hemen tüm Bilimsel İfadelerin alt mesajlarında saklı: “Kâinat ve maddenin varlık ve işlemesi için Allahu Teâlâ gibi doğaüstü bir sebebe gerek ve ihtiyaç ve zaruret yok, çünkü herşey kendi kendine yetiyor ve işliyor. Bu fiil/faaliyetler için fail aramaya, bu eser/varlığa usta/özne aramaya gerek yok, çünkü sebepler yeter, çünkü madde-enerjilerin ve mekanizmaların bu işi yapmaya iktidarları var. Benim tasvir ettiğim gibi bu süreçler failsiz kendi kendine gerçekleşen olaylardır” gibi telkinlere defalarca maruz kalan kişilerde;  madde-enerji ve faaliyetleri ve sonuçlarının, Tanrı gibi doğaüstü bir sebep/fail/ustaya ihtiyaç ve zaruret olmadan (ve buraya atıf yapmadan) kendi kendine işleyen/yeten kudret ve kabiliyette olduğu inancı yerleşmektedir.

Bunun sonucu olarak yağmur, buluttan; elma, ağaçtan ve ağaç topraktan; yumurta tavuktan; şifa ilaçtan, hayat ve bilinç maddeden bilinmekte; bütün bunların zarf veya tecelli yeri değil, maddenin içkin özellik ve hasiyetlerinin bir sonucu olduğuna inanılmaktadır.(*) Yani Allah sadece ismen ve İlâh olarak bilinip, rububiyeti ve icraatları bilinmemekte, görülmemekte; “Rab, Rahman, Rahim, Rezzak, Şafii, Muhyi, Kayyum, Mucib” gibi isim ve sıfatları olduğu bilgisi sadece ezberden tekrarlanmaktadır. Hasılı Zât’ını göremediğimiz Rabbimiz’in, bir de fiil ve eserlerini görmemeye başlıyoruz.

[(*) Sebeplerin bilgi, zekâ, hayat ve cihazat olarak en zengin ve kudretlisi olan insan, kendi üzerinde işleyen trilyonlarca süreçlere bile ne haberi var ve ne de şuurunda. Meselâ “anne adayı” rahimdeki bebeğinin ne kadar sebebiyse (halbuki değil sebep olabilmek, içinde olanların bilgi ve farkında bile değil); ağaçta elmaya veya toprak ağaca ve tavukta yumurtaya o kadar sebeptir…]

Bilim’in bu hipnozuyla, “iman”; “bilgi”nin konusu olmaktan çıkıp, kâinatta temeli olmayan, varlığa sabitlenemeyen salt “inanç”a dayalı bir kategori olarak kalmaktadır. Bilimsel Bilim’in ateist-materyalist ve natüralist–determinist felsefesinden doğup, bu tür Bilimsel İnançlara göre şekillenen Bilimsel İfadelerle evrenden dışlanan “iman”; en fazla Peygamber ve Kitap’a güven esasına dayanarak ayakta kalabilmekte veya Big Bang gibi kâinatın uzak zaman ve mekânlarına giderek veya zerre/kuant gibi mikro alanlarına bakmaya çalışarak veya sebebini bil(e)mediğimiz olay/olguları Tanrı’ya atıf yapma basitliğiyle temellendirilmeye çalışılmaktadır.

Bizim de burada anlatmaya çalıştığımız aslında hiçbirşeyin hiçbirşeye sebep ol(a)madığı/ol(a)mayacağı ve herşeyin sebebi, faili, öznesi, ustası Allahu Teâlâ olduğunun izah ve ispatı hakkında. Diğer herşey, Rabbimiz’in yok’tan yaratma ve varlıktan inşasına, kudret elinde edilgen bir alet ve yapıtaşı sadece. Meselâ madde/kütleler arası kütleçekim kuvvetinin, madde/kütleden kaynaklandığının ispatı, ne bilimsel ve ne de başka bir yoldan yapılamaz. Madde/kütleye bakarak, bunların böyle bir çekim oluşturmasının zaruri veya mantıkî olduğu da gösterilemez. Evrendeki tüm kuvvet ve enerji çeşitlerinin Rabbimiz’in Kudret’inin, kuvvet/enerji olarak tecellisi olduğu ve/veya O’nun maddeyi yönlendirme ve hâlden hâle sokmasının, bizim tarafımızdan kuvvet/enerji ve kanun olarak adlandırılması olduğunun izah ve delil–ispatı, İslâmî Bilim’le mümkün. Burada sadece bunu teorik olarak gösterebiliriz. Uzmanlık alanı fizik olan başkalarının da katkısıyla çalışmamız tamamlanırsa, bu mümkünün vâki olduğu fizik (İslâmî Fizik) diliyle de gösterilebilir. Böylece Bilimsel Bilim’in kuvvet/enerjinin madde’den kaynaklandığı, meselâ kütleçekiminin kütle/maddeden kaynaklandığı inanç ve teorisinin yanlışlığı gösterilebilir.

Herhangi birşeye hakiki anlamda sebep/fail olabilmek için 3 şart gerekli: O sebebin bunu yapabilecek “ilim, irade, kudret” sahibi olması. Bu 3 şart içinde “hayat, görme, işitme” gibi diğer sıfatlar içkin. Konuyu örneklendirirsek; “adamı tüfek öldürdü” denmez, “tüfeği ateşleyen adam öldürdü” denir. İşte Bilim kâinatı okuma ve anlamlandırmalarında “adamı tüfek öldürdü” diyor. Tüfekle adam öldürülünce, tüfeği “katil” diyerek hapse atmıyoruz; öldürmeye niyet edip, iradesini bu yönde kullanan, tüfeği hareket ettirip, nişan alan, tetiği çeken sebebi, faili hapse atıyoruz! Çünkü tüfekte “ilim, irade, kudret” gibi sebep/fail olmanın şartları yok. Aynen bunun gibi evrendeki hiçbirşey hiçbirşeyin “sebebi, faili, müessiri, etkeni, mucidi, munşisi” değil ve olamaz ve mümkün de değil. Tabî bizim burada bahsettiğimiz eylemler “rüzgârın yerdeki yaprakları hareket ettirmesi” gibi basit süreçler değil. Gerçi bu eylemin de tek sebebi ve faili Rabbimiz. Yani O’nun “Kuddus” gibi isim–sıfatlarının mikrodan makroya geçerli kural/kanun/âdetullah/tekvinî şeriat/sünnetullahının sonucu. Fakat bunun izah ve ispatı ilerleyen sayfalarda “İlâhî Fizik Kanunları” (Bkz. sayfa 38) başlığı altında yapıldığı için burada bu konuya girmiyoruz.

Hasılı Bilimsel Bilim sayesinde, muhteşem bir resim görünce ressamı aklımıza otomatik gelmesi ve hayranlık duymamız gibi; kâinata bakınca faili/sanatkârı aklımıza gelmemektedir; resim–ressam bağlantısı kopmuştur. Bunun sonucunda Rabbimiz’i sadece camide, namazda hatırladığımız, andığımız parttime müslüman tipi doğmasına önemli bir katkısı da var Bilim’in. Halbuki hergün tekrarladığımız “Lâ İlâhe illallah” ve “La Havle velâ Kuvvete illâ Billah”, bize Allahu Teâlâ’nın uluhiyetiyetinden başka, rububiyetinde de (iş, icraat, faaliyet ve terbiyesinde) ortağı ve yardımcısı olmadığını bildirmektedir.

Bilimsel Bilim’le kodlanan ve programlanan insan, “Rızkı/ni’metleri veren Allah’tır” diye inandığı hâlde, örneğin elma ağacına baktığında, “Allah olmasa da bu ağaç elma üretip, verebilir ve verir” diye inanmaya başlar. Çünkü program; “elmanın olması için Bilim’in saydığı sebeplerin yeterli olduğu, doğaüstü ve ilâhî ayrı bir sebep aramaya ihtiyaç ve zaruret olmadığı” içeriğinde kodlanmış bir bilgisayar virüsünü onun zihnine bulaştırmıştır. Artık o kişinin iman ve inancı; kâinattan, varlıktan ve delil–ispattan kopuk ve ayrı; anne–babasından gördüğü gibi (taklidî) imandır. Allah hakkındaki bilgisi de; “kâinatı kendi kendine işleyecek tüm mekanizma, enerjileri vermiş, çok seyrekte olsa gidişata mu’cizeleriyle müdahele eden İlk Sebep Tanrısı”dır.

Bilimsel Bilim ve İslâmî Bilim arasındaki farklılıklar; yani Bilimsel Bilim’in çizdiği Sahte Evren Modeline karşılık, İslâmî Bilim’in Gösterdiği Gerçek Evren anlaşılabilirse; Bilimsel Bilim’in eksik ve yanlış ve zararlarına karşılık, İslâmî Bilim’e geçmenin zarureti de anlaşılacaktır.

Bilimsel Bilim Objektif, Tarafsız ve Evrensel değildir

Bazılarının “Bilim, bilimdir ve evrenseldir; sana–bana göresi, İslâmîsi–gayri İslâmîsi ol(a)maz” demelerinin nedenleri:

Bu argümanı söyleyenler, zihinlerini seküler ve lâik paradigmalara göre dizayn ettiklerinden, yani batıdan ithal kavramlarla yapılandırdıklarından; zihnî algılarında İslâmiyet’i “din” kategorisine alıp, sonra “Bilimsel Bilim” isminde İslâmiyet dışı (İslâmiyet’ten bağımsız ve kopuk) bir alan oluşturmalarındaki absürdlüğü farkedememeleri normâldir.(*)

[(*) Avrupa’da Bilim’in, kilise–engisizyon boyunduruğundan kurtulması için, bu din dışı kategori gerekli ve anlamlıydı. Bu dinden bağımsızlığını ilân etme ve din dışı alan tanımı, Batıda Bilim’in gelişmesi için işlevsel ve faydalıydı. Bu ayrım, muharref Hıristiyanlığın Tanrı ve Varlık tanımına da (yani teoloji ve ontolojisine) aykırı değildi (onların teolojisinde Tanrı kâinatın yaratılıp–kurulmasında ilk sebep olup, işleyişe karışmaz, olaylara bazen mu’cizelerle müdahil olur; Varlık ise kendisine Tanrı tarafından verilmiş bir kuvvet ve potansiyelle Tanrı’ya ihtiyaç duymadan ayakta durup, işleyebilir); üstelik Hz. İsa (A.S.) Efendimiz’in tebliğ ettiği hakikî Hıristiyanlık daha ziyade manevî ağırlıklı olup, dünyevî hayatın tanzimiyle ilgili (bilebildiğimiz kadarıyla) detay yoktu. Fakat İslâmiyet, yatağa yatış şeklinden, tuvalete giriş adabına kadar en ince detayları bile tanzim etmiş; kendisinden kopuk ve ayrı bir alan tanımına müsaade etmemiştir.

1700–1800’lerden itibaren başladığımız ve 1900’lü yıllarda tamamlayıp, resmîleştirdiğimiz Batıya benzeme/Batılı olma; (şapka, harf, dans, opera gibi) Batı’nın herşeyini birebir kopyeleme suretinde gerçekleştiği için, Bilimsel Bilim ve bunun bağlı olduğu ateist–materyalist–natüralist–determinist zihniyeti de birebir kopyaladık.

Bir de; dinimizde “dünyayı bırak, ahirete çalış, hiçbir şeyi araştırma, öğrenme” gibi veya bu anlamı imâ veya ihsas edecek tek bir Ayet–i Kerime, Hadis–i Şerif, icma, kıyas vs. yokken, hatta durum tam tersiyken; “Bizi, İslâmiyet mi geri bıraktı” sorusunu utanmadan sorabildik! Maddiyatta geri kalışımızın sebebini kendimizde değil, dinimizde aradık; tarihsel, sosyolojik, politik asıl sebeplerini bile sorgulamadık…]

“Bilim, bilimdir ve evrenseldir; sana–bana göresi, İslâmîsi–gayri İslâmîsi ol(a)maz” demelerinin diğer nedenleri:

Bilim’in objektif, tarafsız ve inançtan bağımsız ve evrensel olduğunu düşünmeleri,

Bilim’i sadece “gözlem–ölçme/deney” olarak dar bir pespektiften tanımlamaları,

“Bilim” (science) ile “Bilgi” (bilgi, ilim, knowledge, info, data) ayrımını yap(a)mamaları. Halbuki Bilimsel Bilim; evrendeki bilgiyi keşif ve üretme yöntemlerinden sadece birisidir.

Bilim’e hâkim olan felsefe ve bu felsefenin rehberliğinde şekillenen algı/amaç/bakış açısı/gözlem ve bilimsel ifadelerinin ateist, materyalist ve natüralist, determinist olduğunu farketmemeleri,

Bilim’in “nasıl”a, İslâm’ın “niçin”e cevap verdiği safsatasına inanmaları. Çünkü çoğu yerde nasıl ve niçin kavramları birbirinden bağımsız ve ayrı olarak cevabı verilebilecek sorular değildir.

Son olarak, mevcut Bilim’e alternatif olacak, ondan çok daha geniş bir araştırma–öğrenme, gözlem–yorum metodu düşünememeleridir.

“Belli şartlar altında saf su, hep 100 oC’de kaynamaya başlar. Şu bilime, bu bilime göre değişmez!” argümanı da; Bilim’i sadece gözlem–ölçme/deney olarak görmelerinden kaynaklanmakta. Bir de mevcut Bilim’e alternatif olacak Bilim’in, gözlem–ölçme/deney yapmayacağı, buna karşı olup; Bilim’in bu veri/datalarını dışlayacağı önyargısından kaynaklanmaktadır. Hasılı konuyu derinlemesine düşünmediklerini göstermektedir.

Eğer gözlem–ölçme/deney Bilimsel Bilim’in malı olsaydı, patenti onun olsaydı, bu önyargılarında haklı olabilirlerdi ama ne yazık ki bu yöntemler ilk insandan beri var ve kullanılıyordu. Belki bu gözlem/deneyi ellerini ateşe sokmak gibi basit yöntemlerle yapıyorlardı ama vardı. Fakat Bilimsel Bilim bunu öyle lânse ediyor ki; sanki kendisinden önce gözlem–ölçme/deney yapan insan, toplum ve medeniyet yokmuş zannedersiniz! Kendisinden önce yaşamış Mısır, Hint, Çin, Mezopotamya Medeniyetleri ve özellikle İslâm Medeniyeti; gözlem–ölçme/deneyin değişik yoğunluklarda kullanıldığı medeniyetlerdendir. Yoksa Batı Medeniyeti ve buradan doğan Bilimsel Bilim, köksüz bir biçimde gökten zenbille inmiş değil.

Sonuç olarak; suyun kaynaması argümanını seslendirenlere deriz ki: “Evet biz de sizinle aynı düşünüyoruz, her türlü bilime göre su 100 oC’de kaynar. İsterse ismi Bilimsel Bilim yerine, İneklere Tapan Bilim’i olsun farketmez, gözlem–ölçüm/deney yaptığında suyun 100 derecede kaynadığını görür; gerçek gerçektir, sana–bana göre zaten değişmez.”

Bilimsel Bilim’e alternatif olduğunu göstermeye çalıştığımız İslâmî Bilim; mevcut Bilim’in gözlem–ölçüm/deneylerinin, yani veri–datalarının, yani ham, işlenmemiş bilgilerinin yanlış olduğunu iddia etmiyor ve bu verileri de kullanır, doğru kimin elinden gelirse gelsin zaten kabul etmek gerek.

Evrendeki bilgi’yi keşfetme veya üretme yöntemlerinden olan gözlem–ölçme/deneye karşı da değil İslâmî Bilim, bilâkis emreder. Bu yöntemleri Bilim Bilim’i taklit ederekte almış değil, yani kopye yok, (aslında süreç tam tersi). Çünkü Kur’ân-ı Kerim’in ilk ayet/emri olan “oku”dan itibaren; “okuma–yazma bilmeyen Peygamber”in (S.A.V.) “neyi okuyacağı, nasıl okuyacağı, niçin okuyacağı” ders verilmeye başlanmıştır (Bkz: Alâk Suresi ilk Âyetleri)… Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler’de, kâinatta işlerin “nasıl yürüdüğüne” defaatle bakmamızı istemesi (yani İslâmiyet niçin’den başka nasıl’ı da emreder) ve defalarca akıl–düşünmeye yapılan teşvik ve emirlerle kâinatın okunması başlamıştır. Hem de Bilimsel Bilim’den çok daha geniş ve derin, zengin ve yüksek bir biçimde. Bu Makalenin konusu da; hem İslâmî Bilim’in bu zenginliğini bazı örnekler üzerinde göstermek, konu hakkında genel bir çerçeve çizmek; buna karşın Bilimsel Bilim’in “eksik” ve “yanlış” ve “zararları”nı göstermek üzerine. İlerleyen paragraflarda; İslâmî Bilim’in ayağını bastığı yerlere, Bilimsel Bilim’in değil gözü, hayâlinin bile yetişemediği anlaşılacaktır.

Bilimsel Bilim’in Eksik, Yanlış ve Zararları veya Niye İslâmî Bilim’i Tercih Edelim?

Elhasıl sorun, Bilimsel Bilim’in bir yöntem olarak kullandığı gözlem–ölçme/deney ve bunlardan elde ettiği ham veri/datalarda değil; Bilim’in bu bilgi parçaları/verilerini birleştirip, işlerken kurduğu Bilimsel İfadelerini, kendi ateist–materyalist ve natüralist–determinist felsefesinin, inanç/değer/tarafının rengine boyamasından kaynaklanıyor.

Diğer sorun; bir de bunu tarafsızlık ve objektiflik adına, Bilimsel olduğu iddiasıyla, kâinattaki evrensel, sana–bana göre değişmez ve ölçülüp–ispatlanabilir olaylardan, yani “olgu”lardan bahsettiği yalanıyla yapıyor.

Diğer sorun; maddeyi gene madde ile temellendirip, ilişkilendirerek (tavuk–yumurta kısır döngüsü gibi), kâinattan elde edebileceğimiz çok daha geniş ve zengin ve derin bilgi’yi elde etmenin yolunu kapatmasıdır.

Mevcut Bilim, dilini bilmediği çok boyutlu bir kitabın, harf ve cümlelerinin şekil, ölçü, özellik ve münasebetlerini öğrenme ve buradan elde ettiği bilgilerin teknolojiye dökülmesinden pek ileriye gidememektedir. Üstelik “Varlık ve faaliyetlerinin anlamı olduğu spekülatif ve felsefî; bilimsel değil, ispatlanamaz” diyerek yok saymaktadır; hiç değilse “anlamı olabilir/vardır” şeklinde bir hipotez/önvarsayım bile kurmamaktadır, çünkü maddî ve ölçülebilir olanı konusu olarak kabul etmektedir. Zaten gözlemlerini ifade edip, açıklarken kullandığı “tesadüfî, tabiî, deterministik zorunluluklarla, içgüdüsel” gibi reel dünyada karşılıkları olmayan kavramlara sıklıkla atıf yapmaları tahlil edilirse, “varlığın anlam ve taşıdığı mesaj yoktur, herşey tabiî ve tesadüfî süreçlerin oluşturduğu deterministik zorunluluk ve kazalar, ihtimaller, karşılaşmalardan ibarettir; maddenin kendi dışında olan doğaüstü bir varlık ve sürece işaret ve atfı yoktur” demektedir.

Eldeki verinin yetersiz olduğunu bil(e)mediği ve gözlediği şeyin sebebini henüz bulamadığı, herhangi bir etkiden kaynaklanıp–kaynaklanmadığını bilmediği zaman (meselâ Tanrı gibi); “bu olay/varlık, çeşitli tabiî süreçlerin bileşkesiyle tesadüfen oldu/oluyor” der, yani zihnindeki düzen şablonuna uymayan herşey tesadüfîdir. Düzen ve düzende oluşan zorunluluk, determinizm ve kanunlar bile; ihtimallerden birisinin gerçekleşmesidir. Bizim evren de olası evrenlerden sadece birisidir. Zaten var, yok ve yokta var olmaz (yani hiçbirşey yaratılmamıştır, hep vardı, madde–enerji ezelî ve ebedîdir), öyleyse Uzun Zaman+Madde-Enerji+Tesadüf=Herşey Mümkün.” demektedir.

Böyle demeleri, böyle sonuçlara varmaları mesleklerinin zarurî icabı. Çünkü evrende gördükleri eserleri ve bu eserlerin sebebi olan gördükleri fiilleri, ustasız/failsiz/öznesiz (Tanrısız) olarak anlatacağım diye, baştan Bilimsel Bilim’i ateist, materyalist, natüralist ve determinist olarak kurmuşlar.

Örneğin bir masanın imâl edilirken olan fiillere ve fiillerin sonunda ortaya çıkan masa eserine bakarak; “ben bu masanın ortaya çıkış sürecinin neden ve nasılını, faili ve ustası yokmuş gibi tasvir edeceğim/nedenselleyeceğim” diye niyetinizi baştan ortaya koymuşsanız; o fiilde gözüken faili (halbuki fiil, failsiz olamaz) ve o eserde görünen ustayı (halbuki eser, ustasız olamaz) gizlemek için; görünmeyen tesadüf, zihin dışında maddî gerçekliği olmayan tabiat, soyut olan kanun, içgüdü, mekanizma vs.’yi, usta ve failmiş gibi anlatmak zorunda kalırsınız. Yani binbir mugalata, safsatayla, Bilimsel Cümlelerdeki nesne öğelerini, özne/fail katına yükseltirsiniz.

Elhasıl Bilimsel Bilim’in; “Ben kâinattaki fiil/faaliyetlerin failinden ve eserlerin ustasından bahsetmeyip, direkt sürece ve olgulara odaklanacağım, böylece kişiye göre değişmez; objektif gözlem ve olgusal ifadelerde bulunacağım” sözü bir aldatmacadan ibaret. Çünkü bu şartları taşıyacak, yani olgusal ve kişiye göre değişmez, objektif tek bir cümle bile kuramayacağınızı yukarıda da açıklamıştık. Çünkü bir gözlem, bir süreçten bahsediyorsanız; “yüklem, özne, nesne” gibi öğeler barındıran cümleler kuracaksınız demektir ve bu öğeler herhangi bir cümlede bile bulunması zorunlu ki cümle kurulabilsin. Bunun anlamı şu: Siz “doğaüstüne atıf yapmayıp, sadece gördüğümden bahsedeyim” niyet edip, buna dikkat ederek cümle kurmaya çalıştığınızda, cümle içerisinde geçen kelime/zamir/nesnelerin bazılarını fail ve özne yapmak zorundasınız ki anlamlı bir cümle kurulabilsin. Masa örneğine dönersek; fail ve ustayı hesaba katmadan masanın nasıl imâl edilebildiğini tasvir edip, açıklayabilmek için; masayla ilgili başka şeyleri fail ve usta olarak atamak zorundasınız. Buna göre; çivileri çakan çekiç, zımparalama yapan zımpara, yapıştırma yapan yapıştırıcı, kısaca masayla ilgili ne varsa boya, kumaş, tahta vs.’yi fail/özne/usta olarak lânse etmek, cümlelerinizi böyle kurmak zorundasınız. Nasıl ki yukarıda arı ve ağaçtan örnek vermiştik.

Sonuç olarak; bir masanın bile değil “varlık sebebi ve gayesi ve nasılı”nı bile; fail ve ustasını hesaba katmadan (açıklamayı geçtik) tasvir bile edemezsiniz. Masa nasıl 4 ve eşit ayaklı olmuş? Zımpara masayı nasıl ve neden pürüzsüz hâle getirmiş? Çivi çakan çekiç kendi kendine nasıl hareket etmiş, nasıl uygun yerlere çivi çakmış? Çekici hareket ettiren kuvvet, neden ve hangi sebeple çekici çivi çakmaya yönlendiriyor? Çiviler buraya nasıl olmuşta gelmiş, kim zorunlu tutmuş? Koordinasyon ve eşgüdümü sağlayan sebep ne? Sebepleri, masa yapmakta içtima ettiren sebep ne? Elhasıl, kâinattaki herhangi birşeyin “nasıl”ını ve “nasıl oluyor da oluyor”unu hiç anlatamazsınız. Yani “Bilim nasıl’ı; din, felsefe niçin’i açıklar” sözü yanlış. Çünkü nasılla, niçin çoğu yerde birbiriyle kesişir.

Elhasıl, tarafsız ve objektif ve evrensel olduğunu iddia eden Bilimsel Bilim’in, iddia ettiği gibi tarafsız ve objektif ve evrensel olmadığı; ateizm, materyalizm ve natüralizmin inanç esaslarını “bilimsel ifadelerle” bilinçaltına aşıladığı, yani inançtan ve taraftan bağımsız ve evrensel olmadığı kendi bilimsel ifadelerinden anlaşılıyor.

Varlığı inançtan bağımsız ve ayrı gözlemek ve Anlamlandırıp, tasvir etmek niye mümkün değil? Objektif ve olgusal Bilim niye ol(a)maz?

Birşeyi ya “Yaratıcısı varmış” önvarsayımıyla veya “yokmuş” önvarsayımıyla inceler ve ta’rif edersin; üçüncü ihtimal ve tarafsızlık mümkün değil. “Fail/öznesi var–yok diye yargıda bulunmadan gözler ve nesnel olarak ifade ederim” demekte orta yol değil, çünkü o zaman gözlemlerini Yaratıcıya bağlamaktan özellikle kaçınmış olursun. Bu kaçınma sonucunda, gözlemlediğin fiil/faaliyet ve eser/sonuçlarını; “tesadüf, tabiat (ilâhî değil, tabiî), içgüdü (dışgüdü veya sevk-i ilâhî değil), madde, enerji” gibi soyut kavram veya bazı varlıklara bağlamaya özel gayret sarfederek; “Yaratıcı yokmuş” önvarsayımıyla hareket edenlerin kuracağı cümleleri kurmuş ve bir de onlara meşruiyet alanı açmış, onların davalarının savunucusu olmuş olursun.

Zaten Bilimsel Bilim’e göre tüm dinler, insanların sebebini bilmediği şeylerin veya ölüm, deprem gibi korktuğu olayların neticesi olarak veya mutlu olma, ahlâklı olma, aşkın olana inanma gibi ihtiyaç/arzuları gibi sosyopsikolojik ihtiyaçlardan doğmuş(*) ve mevcut iktidarlar tarafından iktidarı güçlendirme ve savaşçı asker bulma sebebiyle geliştirilmiş… Bilim doğadaki olayların, yağmurun vs. sebebini buldukça, bütün bunların Tanrı’nın işi olmayıp, doğal sebeplerle olduğu bir bir meydana çıkmış… Zaten “iman”, insanoğlunun sebebini bil(e)mediği olay/olguları, Tanrı’ya vermesinden doğuyor, yani cehaletten kaynaklanıyor. Bilim cehaleti aşıp, herşeyin sebebini buldukça (herşeyin İlâhî değil, tabiî ve doğal ve tesadüfî-zorunlu bileşkesi olduğunu gösterdikçe), herhangi birşeyi doğaüstü bir güce vermeye ihtiyaç ve zaruret kalmayacak. Yani Bilimsel Bilim’in ontoloji ve epistomojisine göre “iman”, “bilgi”nin konusu olmayıp, cehaletten beslenen bir duruma karşılık gelmektedir… Yani Bilim geliştikçe, dinin alanı daralacak; Tanrı’ya kâinatta en fazla “İlk Sebep” olma rolü verilecek… Gerçi var, yok; yokta var olmadığından; ayrıca bazı bilimadamlarının Paralel/Çoklu Evrenler, Açılır-Kapanır Evrenler vs. senaryolarına göre, İlk Sebep Tanrısına inanmak için de mantıkî bir gerekçe ve ihtiyaç yok!…

[(*) İnsanoğlunda, başta ölüm ve diğer korkular; ayrıca mutlu olma, ebedî yaşama, değişenler içinde değişmeyen sabit ve mükemmel bir gerçek/varlık (hakikât) arama gibi ihtiyaçlar ve istekler standarttır. Ama buradan yola çıkıp, hak–batıl ayırmadan “tüm dinleri insanlar uydurmuştur” diye bir akıl yürütme yaparsanız, şu gelecek örneğe benzer mantık hatası yapmış olursunuz: “Su’ diye bir varlık yoktur; böyle bir varlığın olduğuna inanma, bir de şu sıfatları taşıdığına inanma; insandaki biyolojik su ihtiyacı/susuzluk olgusu ve bunu doyurup, acıdan kaç-haz/mutluluğa ulaş gibi psikolojik arzularından kaynaklanmakta.” Doğru mantık şudur: Her insanda olan bu ihtiyaç ve arzu/istekler; Rabbimiz ve Ahiret’in hem varolduğuna ve hem de özellik/sıfatlarına hem delil ve hem de ispattır. Çünkü, Rabbimiz bize su vermek istemiş ona göre biyoloji ve psikolojimizi düzenlemiş; yemek vermek istemiş ona göre…; uyku vermek istemiş ona göre… Yani vermek istediği şeyi önceden maddî ve manevî vücudumuza ihtiyaç ve arzu şeklinde yazmış ki; anahtar–kilit vazifesi görsün; yoksa ihtiyacımız olmayan suyu zorla içirtse, şükür yerine itiraz eder ve ne kötü Tanrı deriz. Hasılı “vermek istemeseydi, istemek vermezdi” diye kitaplarda geçer.]

Mevcut Bilim, madde ve süreçlerinin ilâhî değil, tabiî olduğu önvarsayımıyla, yani herşeyin doğaüstü bir nedene ihtiyaç ve zaruret olmadan açıklanabileceği önvarsayımıyla, sadece madde–enerjiyi konusu içine almış ve bu önvarsayımlarıyla, gözlem ve tespitlerinde Allahu Teâlâ’ya çıkan mesajları gör(e)memiş veya “tabiat, tesadüf, içgüdü” vs. zihnî kavram ve isimlendirmelerle o mesajları kapatmıştır. Gözlediği ve ölçtüğü herşeyi yatay sebep–sonuç ilişki–şablonuyla açıklamayı metod olarak benimsediği için, daha işin başında kâinattan Allahu Teâlâ’ya çıkan yolları kapatmıştır. Yani başlangıçta kâinata sorduğu soru “bu varlık ve işleyişin doğanın içinde olan maddî–fizikî sebebi nedir?” olduğu için, soruya göre cevap aramış, böylece diğer cevaplar ağına takılmamış veya flu kalmıştır. “Zaten neyi ararsan, onu bulursun” temel kaidedir. Zaten varlığa hangi soruyu sorarsan onun cevabını alırsın ve sormadığın sorunun cevabını göremezsin.

Bilimsel Bilim’in incelediği varlığın failini baştan kabul etmeyerek, hatta reddederek; örneğin hücre veya organlarda gerçekleşen, olağanüstü bilgi ve ustalık ve bütün vücudu görüp, uyum sağlayacak bir göz–kulak–kudret gerektiren biyolojik faaliyetleri, kendinden bile habersiz hücrenin kendisi, yapıtaşları veya organa vermekten, onları sebep olarak göstermek hurafesinden çekinmemiştir! (Cümlede geçen nesne öğelerini, özne/fail katına yükseltme hokkabazlığı.)

Örneğin: “Karaciğer üçyüzden fazla kimyevî reaksiyonu yapar” Bilimsel İfadesi’nde geçen “yapar” kelimesiyle, karaciğer “fail/özne” yapılmıştır. Halbuki “yapar” kelimesi, sadece şuurlu ve bilerek iş yapan şahıslar için kullanılır ve kullanılmalı; kendi varlığının bile farkında olmayan “organ/et parçası” için değil. Bu eylemleri yapan/yapabilecek fail/öznenin, hangi sıfat/özelliklerde olması gerektiğini sizin insafınıza bırakıyorum.

Yukarıdaki Bilimsel İfadesinde Bilim(adamı), salt gözlemden veya bir olgudan bahsetmiyor ve yalın bir tasvir, objektif bir sunum yapmıyor. Bilimsel Bilim’in yöntem ve tanımı ve icabı, gözlediği herşeyde Tanrı’ya atıf yapmamayı amaç edindiği ama Bilimsel İfadelerde, cümle içinde özne/fail kullanma zorunluluğundan böyle yapıyor. Halbuki “Üçyüzden fazla kimyevî reaksiyon karaciğerde yapılır / karaciğere yaptırılır / Rabbimiz bu reaksiyonları karaciğer tezgâhında yapar” ifadeleri; bu faaliyetleri “et parçası/organın yaptığına inanma batıl inancından” çok daha akla uygun (ve doğru) değil mi!? Ve doğru çünkü, halının dokunduğu halı tezgâhına bakarak “bu halıların ustası/faili şu tahta halı tezgâhıdır” demeyiz, çünkü tahta halı tezgâhının alet/nesne/etkilenen olduğunu ve bundan aciz olduğunu biliriz…

Bilim’in “Arı, bal yapar. Ağaç, elmanın sebebidir.” gibi iddiaları mı daha makûl ve objektif; yoksa “Arı’dan bal çıkar; Ne yaptığını bilmeyen/yaptığına şuuru olmayan arıya, bilen birisi bal yaptırır; Bal, arı eliyle gönderilir/bu fabrikada pişirilir; Ağaçtan elma çıkar; Ağaç, elmanın çıkış yeri/sebebidir, varlık sebebi değil; Elma, ağaç zarfıyla gönderilir; Elma, ağaç tezgâhında dokunur” gibi ifadeler mi daha makûl ve objektif!?

Bilimsel Bilim; “Arı, bal yapar; ağaç, elmanın sebebidir” gibi masallarla, bal/elmanın sebebi, faili olabilmek için o bal/elmanın üretildiği tüm kâinat fabrikasının, kâinatın başlangıcından itibaren arının/ağacın kontrol, kudret ve bilgisinde olması gerektiğini saklamıştır. Bedi’üzzaman Hazretleri’nin (R.A.) ifadesiyle: “Bir şey herşeysiz; herşey bir şeysiz ol(a)maz.” Yahu “arı, bal yapar; ağaç, elma” cümlesindeki “yapar” kelimesi bile; “şuurlu, ne yaptığını ve nasıl yaptığını bilen ve bunu irade eden” gibi özelliklerde olan şahıslar için kullanılmaz mı; arı, ağaç için bu fiili kullanmakta nedir!? Yoksa edebiyattaki fabl tekniğini mi icra ediyorsunuz!?

Veya aynı Bilim, biraz daha Bilimsellik dozajını arttırarak; “Arı ve ağaç, sonucun olması için sebeplerden ancak birisidir” diyerek gene fail/özneyi (Rızık veren Allahu Tealâ’yı) gözlerden kaçırmış, bize de Rabbimize karşı içten duyulan minnet ve sevgi ve teşekkür hislerinden doğan ve taşan, emirsiz–zorlamasız “Elhamdulillah” yerine; kendimizi zorlayarak, resmî, ezbere söylenen soğuk bir “Elhamdulillah” kalmıştır.

Veya yakıcı oksijen ve yanıcı hidrojenin birleşmesinden sonra tam tersi özelliklerdeki su’yun nedeni olarak yapıtaşlarını göstermiş, olaya “bileşik” ismi vererek güya bilimsel bir neden keşfetmiş, bu isimlendirmeyle suyun yapıtaşlarına indirgenerek açıklanamadığı gerçeğini ve mekanizmasını güya çözmüştür. Halbuki ahşap ve taştan yapılan ev, ahşap ve taştan yapılmış ev olur, çünkü yapıtaşları ahşap ve taş. Yapıtaşları bu olan ev, inşası bittiğinde, yapıtaşlarından ayrı ve farklı özelliklerde meselâ altın olsa, bu sihre şaşarız. Demek Bilimsel Bilim’in kitaplarını okuyanlar, kulaklara üfleyenlerin yaptığı sihir çok daha etkili ki; şapkadan tavşan çıkması gibi H, O’den su çıkması bizi şaşırtmıyor!

“H2O”dan su çıkması (yatay sebep-sonuç ilişkisinin mi) “inşa, tesisin” mi sonucu; (dikey sebep-sonuç ilişkisinin mi) “icad, yaratılışın” mı sonucudur? Bu ardarda yaratılışa “bileşik” ismi vermek ve kimyasal karışımdan farkını anlatmak, suyun nasıl olduğunu açıklamak mıdır; yoksa sadece tasvir midir?

Konuyu biraz daha açarsak. “Su’yun sebebi nedir, nasıl meydana gelir?” sorusuna, suyu analiz ederek, bulduğun elementlere oksijen, hidrojen diye ismi vererek, sonra 2 hidrojen, 1 oksijenin birleşimi sonucu su olur demek ve bu olaya “bileşik” ismi vererek, karışımdan farkını anlatmak; suyun varlık (yaratılış) sebebini açıklamak, nasıl olduğu sırrını çözmek değildir. Senin dediklerin, “Suyun yapıtaşları nedir? Su’yun fizikî vücudunun sebebi nedir?” sorusunun cevabı olabilir ancak veya “suyun varediliş sürecinin tasviri” olabilir ancak; “Özelliklerinin nedir, nereden kaynaklanır?”ın değil.

Suyun yapıtaşlarını anlatıp, süreci tasvir ederek, buna bileşik ismi vererek; su’yun nasıl meydana geldiğini, sırrını açıklamış olmazsın. Bu şuna benzemektedir: Şapkadan nasıl tavşan çıkar? “İlüzyonist elini şapkaya sokar, sallar, sonra seyirciye gülerek, içinden tavşanı çıkartır. Bu olaya  “bileşik”, pardon “ilüzyon (gözbağcılık)” denir.” Bu ifadelerde sürecin tasviri, tavşanın ortaya çıkışının anlatımı var; fakat nasıl tavşan çıktığının (su’yun nasıl meydana geldiğinin) cevabı yok.

Su gibi, hayat’ın da özellik ve sıfatları onların parçalarında bulunmaz, o hâlde onların parçalarına indirgenerekte açıklanamaz, bu açıklama mantık kurallarına uymaz. Mantık kurallarına uysaydı, tuğladan örülmüş duvarın, bittiği zaman altından duvar olmasına şaşırmamamız gerekirdi. Hiçbir rasyonalitesi yoktur, çünkü cebinde parası olan başkasına para verebilir, ışık sahibi olan ışık verebilir, ilmi olan ilim verebilir; parçalar, kendinde olmayanı birleşse bile veremez; çünkü hiç parası olmayanların biraraya gelmesi, toplamda ilmi arttırmaz, bilâkis fakirliği arttırır; cahil veya ışık sahibi olmayanların da böyledir. Elhasıl bütün’ün özellikleri, cüzlerinde yoksa; cüzlerinden kaynaklanmaz; bütün’ün dışına bakmak gerekir, resmin bütününe.

Kâinatın, Asıl ve Tek Sebep/Faili olan Allahu Teâlâ olmadan İşlemesi ve Ürün vermesi Mümkün değil

Çünkü Allah’ın İlâhlıkta ortağı olmadığı gibi, icraatında da yoktur. Çünkü icraatta yardıma ihtiyacı yoktur. Çünkü O’ndan bağımsız ve kopuk bir varlık yoktur. Çünkü tüm sınırlamalar, kayıtlardan bağımsız, bizatihî/bizzat var olmak ve varlıkta durmak ilâhlık sıfatıdır…

Yukarıdaki paragrafta su ve diğer bileşikler ve hayat’ın parçalarına indirgenerek nasılı’nın ve nedeni’nin çözülemeyeceği; burada rasyonel ve bildik kurallar işlemediği; çünkü bunların sebebinin “inşa (tuğladan örülen tuğla duvar gibi, varlıktan yaratılış)” değil, “ibda (tuğladan örülen altın duvar gibi, hiçten yaratılış)” olduğundan bahsetmiştik.

Bunu biraz açarsak; örneğin halı tezgâhı, halının faili/ustası (halıdaki bilgi, sanat, motifler, renk, şekil vs.’nin sebebi/faili/ustası) değildir. Kitap basılan matbaa, kitaptaki bilgi ve sanatın sebebi/faili/ustası değildir. Aynen bunun gibi, su ve diğer bileşiklerin özellik ve sıfatlarının sebebi/faili/ustası, kaynaklandıkları/çıktıkları yer/yapıtaşları değildir. “Canlılık, şuur, akıl, irade” başlıbaşına birer sıfat/özelliktir ki, bunun kaynağı/faili/sebebi/yaratıcısı da atom–hücre vs. değildir. Bu örnekler, atom–yumurta–civciv; atom–toprak–ağaç–meyve, yaprak, çiçek vs.’ye uyarlanabilir…

Bunlardaki ilişki rasyonel değil, çünkü cüzlerinde olmayan, bütün’ünde var demiştik; güya cahiller toplanmış cehalet artacağına tam tersi ortaya ilim çıkmış; akılsız–şuursuzlar toplanmış, akılsızlık–şuursuzluk (ve anarşi, ihtilâf) artacağına tam tersi akıl–şuur çıkmış ve artmış demiştik. Buradaki ilişkinin rasyonel olmadığı şuradan da belli ki; bu tür ilişkilerin bilgisi, rasyonel bilgi değil, yani akıl yürütmeyle bulunmuş bilgiler değil; deney ve gözlemle elde edilmiş, ampirik bilgilerdir. Yani deney–gözlem yapmadan önce, 2 hidrojen ve 1 oksijen atomunun birleşimi sonucu ne gibi özellik ve sıfatlarda birşey çıkacağını, deney–gözlem yapmadan bilemeyiz/bilmiyorduk. Uzaydan birisini getirsek eline elmayı verip, çıktığı sebebi bul desek veya suyun yapıtaşlarını bilmeyen birisinin eline 2 hidrojen 1 oksijen versek, bunların birleşiminden ne gibi özellik/sıfatlarda bir şey çıkabilir/çıkacak desek; hidrojen–oksijenin özelliklerine bakarak akıl yürütmeyle bunu mantığından çıkarsayamazdı. İşte bu alanda mantık kuralları işlemediği için, 3 oksijenin birleşiminden ne gibi özellik/sıfatlarda bir şey çıkar; 1 sodyum ve 2 klordan nasıl bir şey çıkar vs. hep deney–gözlemle öğrenilmiş ampirik bilgi çeşitlerinden olup, rasyonel bilgi olarak sınıflandırılmaz… Su’yun parçalarına indirgenerek açıklanamaması ve su’yun özellik/sıfat ve bilgisi’nin, parçalarıyla nedensellenememesi, yani bileşikler için geçerli bu kural, bileşiklerin yapıtaşı olan tüm atomlar için de geçerlidir. Meselâ hidrojen atomunun özellik ve bilgisi, parçaları olan proton ve elektrona indirgenerek çözümlenemez ve açıklanamaz ve nedensellenemez… Yani varlıklar arasında, indirgemeye mâni kalın duvarlar vardır. Bu sebepten meselâ kimya ve biyoloji, fiziğe hiçbir zaman indirgenemez şimdi ve gelecekte.

“Cansız atomlardan hayat, topraktan ağaç, ağaçtan elma, arıdan bal, inekten süt, hidrojen–oksijenden su çıkması mümkün; yani mantıkî ve rasyonel temelleri var” da diyemeyiz. Çünkü “Mümkün olduğunu nereden ve nasıl biliyorsunuz?” derim. Evrende devamlı gerçekleşen herhangi bir fizikî hâdisenin gerçekleşmesinin ve gerçekleşmeye devam etmesinin “mümkün” olduğunu nasıl bilir ve karar veririz? Devamlı gerçekleştiği için mi “mümkün, olağan” diyoruz, yoksa mantıken “mümkün” olduğunu biliyor muyuz? Yukarıda izah edilmeye çalışıldığı gibi; kâinattaki varlık ve faaliyetler mümkün olduğu için olmuyor, bilâkis olageldiği için mümkün diyor, öyle inanıyoruz. (Halbuki herşey, Rabbimizin yaratmasıyla, “mümkün ve vâki olan” bir imkânsızlıklar silsilesi! Ve hiçbiri rasyonel ve mantıkî prensiplerle açıklanamaz! Yumurtadan kuş çıkması; cansız atomlardan canlı organizma olması; dişsiz ve sindirim sistemi gelişmemiş bebeklerin önce karnına bağlanan bir kordonla, sonra memelerden gönderilen en gerekli tek gıda olan sâfi bir sütle doyurulması gibi.)

Bu yazdıklarımızı Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de “Ölüden diriyi, diriden ölüyü Allah çıkartır” meâlinde anlatır; Kitap’ın tefsiri Risale-i Nur’da ise “Bir şeyi herşey, herşeyi bir şey yapmak Allah’ın taklit edilemez mührüdür” anlamında anlatılır ve insanın yediklerinden vücudun azalarının yapılmasının, “herşeyi bir şey yapmaya” örneklerden biri olarak sunulur. Evet Rabbimiz’den başka Bilim’in gösterdiği hiçbir sebep ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaramaz ve gene Rabbimiz’den başka hiçbir sebep herşeyi bir şey ve bir şeyi herşey yapamaz.

Yazının ilerleyen sayfalarında, kâinatın varlık ve işleyişinin, Bilimsel Bilim’in paradigması olan neden–sonuç ilişki/etkileşimiyle açıklanamayacağı; tüm denklemlere Rabbimizin isim ve sıfatlarının eklenmesinin zorunlu olduğunun farkedilmesi gerektiğinden bahsedilecektir. Aksi hâlde bir sürü hurafeye inanmamız ve doğru kabul etmemiz gerektiği, hatta her bir zerreye Tanrı’lık özellik–sıfatlarını vermemiz gerektiği izah edilmeye çalışlacaktır. Tıpkı gökteki tek Güneş’in varlık ve özelliklerini kabul etmeyen, üstelik red ve inkâr eden birisinin, yerde şekil veya (ısı, ışık, renk gibi) sıfatlarının yansıdığı her birşeyin içinde aynı özelliklerde bir Güneş kabul etmeye mecbur olması gibi. Çünkü yeryüzündeki ısı–ışığın kaynağı olarak gökteki Güneş’i kabul etmez, bir de “yok” diye red ve inkâr edersen; yeryüzündeki ısı ve ışığın kaynağını yerde aramak ve ve yerde olduğuna inanmak, öyle de teori geliştirmek zorunda kalırsın. Yani gökteki tek büyük Güneş’i kabulden kaçmanın bedeli, yansımaları adedince Güneşleri kabul etmeye mecbur olmaktır, maddeyi ilâhlaştırmaktır, herbir zerresini…

İslamî Bilim’e göre ve İslâmî Bilim’le uyum içinde olan insan mantığına göre; maddenin özellik ve sıfatları yapıtaşlarında bulunmadığı için, kendinden kaynaklanmaz. Yani H2+O=Su; terkip (inşa) değil, yaratmadır. H ve O, su’yun özellik ve sıfatlarının sebebi/kaynağı değil; fizikî vücudunun sebebidir, yapıtaşıdır, yaratılışta kullanılan malzemelerdir. Mona Lisa tablosunun yapıtaşı/inşa malzemesi, tuval ve boyalar olması ama tuval ve boyaların Da Vinci (Mona Lisa’nın sebebi) olmaması gibi. Da Vinci gibi bir sebep yani fail olmasa, boya ve tuval, inşa malzemesi sebebi dahi olamazdı! O hâlde tek sebep ve asıl sebep, ressamdır. Bilimsel Bilim gözleyip, ölçtüğü vak’aları sebep sonuç paradigması ve yatay nedensellik zinciriyle açıklayacaksa, resim içinde resim olan başını kaldırıp dikey sebebi görmeli. Çünkü asıl ve gerçek nedensellik burada, diğeri zihinde kainatın yanlış bir kurgusu. Hepimiz bu sahte gerçeklikle efsunlanmış, Bilim’in penceresinden evrenin gerçek resmini seyrettiğimizi zannediyoruz.

Buraya nereden geldik: Bilimsel Bilim’in tüm bilimsel ifadelerinin doğduğu, beslendiği ve bu ifadelerin arka plânında bilinçaltımıza enjekte edilen “herşeyi doğaüstü bir neden ve faile gerek görmeden, gene madde ve yatay neden–sonuç ilişkileriyle açıklayacağım, varlık ve oluşu açıklamak ve nedensellemekte Allahu Teâlâ’ya ihtiyaç ve zaruret görmüyorum, kâinatta O’na bir işaret görmüyorum, belki ilk neden olabilir ama Paralel Evrenler varsa ve zaten var, yok ve yok, var olmadığı (yani madde ezeli ve ebedi, yani yaratılmamış olduğu) için, İlk Neden Tanrısına da inanmak ve var kabul etmek için bir zaruret ve gerek kalmayacak” yanlış bilgi virüslerinden geldik. Yani Bilimsel Bilim’in tarafsız ve objektif olmadığı/olamayacağı, olmadığı da ateist–materyalist ve natüralist–determinist tarafta olmasıyla aşikâr olduğundan.

Eskiden Peygamber, şeyhlere teslim olunur, delilsiz taklid edilir; ne yiyelim, nasıl içelim, nasıl yatalım sorulurdu; şimdi ise uzmanlara, bilimadamlarına teslim olunuyor, onlar taklid ediliyor. Anlattıkları masal bile olsa, birkaç bilimsel terim ve ifadeyle süslediklerinde, anlamasak bile büyüleniyoruz. Eee ne de olsa, söyledikleri doğrudur; yanlış olsa, televizyon, bilgisayar nasıl bulunurdu!

Elhasıl mantıken ve uygulamada tarafsız ve objektif olmak mümkün değil, gözlem ve ölçme ve anlamlandırma hep sabit bir noktaya referansla, sabit bir  noktadan bakmakla ve birşeyi elde amacıyla ve zihinde mevcut dünya görüşüyle yapılır. Bununla birlikte tarafsızlık denilen davranış bir erdem değil, doğru ve güzel ve iyi olan davranış, doğru ve haklıdan yana taraf olmaktır. İslâmî Bilim, bu yönden de Bilimsel Bilim’in mevcut felsefesinden farklı ve ayrıdır.

Sonuç olarak mevcut Bilim’in zihinlerde inşa ettiği kâinat kurgusu ve anlayışının zannedildiğinde çok daha fazla eksikler ve artı olarak yanlışlarla malül olduğunu göstermeye çalıştık. Bilimsel İfadelerin altına yerleştirilmiş olan bilinçaltı mesajlar, o ifade ve telkinleri tekrarlayarak, kendini hipnotize eden kişilerde, yanlış bilgi virüsleriyle hastalanmasına sebep olmuş ve olmaktadır. Bilincinde olmadığımız telkin ve programlamaya, yani bilinçli aklımıza takılmayıp, farkında olmadan filtrelerimizi aşan emir ve telkinlere karşı koyamayız. Tıpkı vücudumuzdaki zararlı virüsleri farkedemeyen bağışıklık sistemimizin kendini korumaya almaması, savaşmaması gibi. Programlandığını farketmeyen, hapiste olduğunu bilmeyen birisi, kurtulmaya çalışmaması gibi. Maddî vücudu hasta olan birisine yürümek, ayakta durmak gibi basit bir fiziksel hareket bile yapmak zor geldiği gibi; Manevî vücudu hasta olana da namaz gibi kılması yüksek efor ve enerji sarfiyatı gerektirmeyen fiziksel hareketler zor gelir…

Bilimsel İfadelerin yapıçözümlerinin yapılması ve hangi paradigmaları şuurumuzun filtrelerine takılmadan, şuuraltımıza enjekte ettiği tespit edilmelidir. Dinimiz İslâm’ın ve özelde İslâmi Bilim’in zihin ve kâlplerde yerleşip, oradan bakış ve davranışlarımıza yansıyabilmesi, öncelikle bu virüslerden temizlenmeye bağlıdır. Bu virüslere karşı panzehir yapıp, sağlığımıza kavuşmadan, aldığımız faydalı bilgi besinleri bile sindirilmeden vücuttan atılır, reddedilir; kulaktan kalbe ve davranışa inmez.

Rabbimiz’in “kûl” emriyle yazdırdığı Kur’ân-ı Kerîm Kitabı ile “kün” emriyle yazdığı Kâinat Kitabı’nın anlaşılması buna bağlı. Unutmamalıyız ki; okuma–yazma bilmeyen Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimiz’e ilk inen ayet/emir “Oku, Yaratan Rabbi’nin adıyla (Bismillah’la) oku…”dur ve ayetin devamında da neyi – nasıl okuyacağı bildirilir. Kâinat Kitabını Allah’ın adıyla okumazsak; madde, tabiat, tesadüf adına okumak zorunda kalırız; çünkü ortası veya dışı (objektivite/tarafsızlık) yok. Sadece Allah’ın yapabileceği ve yaptığı eser ve fiilleri, maddî veya tabiat, tesadüf gibi vehmî ve zihnî birşeylerle nedensellemek zorunda kalarak; o şey(ler)i ilâhlaştırmış oluruz. Bilimsel Bilim’in eksik ve yanlış ve batıl inançlarına TÜBİTAK’ın web sitesinden alınmış somut örnekleri, web sitemize (www.metabilgi.org www.metabilim.org) havale ederiz.

Allah’tan başka hangi sebep, aynı topraktan türlü renk–koku–şekilde ni’metler; tavuktan yumurta, arıdan bal, inekten süt gönderebilir? Allah’tan başka hangi sebep atmosferi başımızın üzerinde bir filtre ve kalkan yapıp; vücudumuzu deriyle, hücremizi ayrı bir deriyle, ağacı kabukla korur? Hangi sebep yeryüzündeki tonlarca suyu göğe kaldırıp, arıtıp, rüzgâra taşıtıp, tekrar muhtaçlara indirir?…

Gerçek nedir?

 Görecelilik Teorisinde bile ışığın hızı sabit kabul ediliyor.

Yazının başlığına bakarak yanılmanızı istemem; bu yazı ne dinî, ne felsefî, ne de bilimsel bir yazıdır. Çünkü gerçek gerçektir, dinîsi–dinsizi, felsefî veya bilimseli ol(a)maz. Bu tür kategorileştirmeler, öğretme/öğrenmeyi kolaylaştırma amaçlı, kainatta olanları insan zihnine uydurma, zihnî kalıplara dökme amacıyla yapılmış basitleştirmelerdir. Bilgiyi öğretme ve öğrenme açısından faydalıdır, fakat kâinata bütüncül bakmayı engellediği için zararı tahmin ettiğimizden çok daha büyüktür.

Başlıktaki soruyu tekrarlarsak, “gerçek” nedir? Ve bu sorudan çok daha önemlisi: Tanımadığı, bilmediği ve hayatında hiç karşılaşmadığı bir insanı arayan kişinin, yolda karşılaştığı zaman yanından geçip, gitmesi gibi; “gerçek”i bilmeyen ve tanımayan bir insan, “gerçek”i aramak için yola çıktığında, karşılaştığıı şeylerden hangisinin “gerçek” olduğunu nasıl bilecek, bulduğu şeyin gerçek olduğunu nereden bilecek? İşte bu kişinin, gerçeğin mahiyet ve tanımı icabı ne gibi özellik ve sıfatlarda olması gerektiğini yola çıkmadan önce bilmesi gerekir; ki bu aslan avına oltayla çıkmamak için de gereklidir.

Gerçek’in özelliklerinden birisi, sabit ve değişmez olması, yani izafî olmamasıdır. İnsan ayağını yere basacak sağlam ve kaygan olmayan bir zemin arar ki, kâinattaki değişmelerden ve uçuruma düşmekten ve köksüz bir biçimde kendini savrulmaktan korusun ve o değişmelere uyum sağlayarak varlığın armonisine katılabilsin, orkestradan cırtlak bir ses çıkmasın. Yani insan gerçek’e hava, su gibi muhtaçtır ve gerçeğe ihtiyacının sebeplerinden birisi budur, belki siz de bu yazıyı bu sebepten okuyorsunuz.

Gerçek, diğer ifadesiyle “hak”; mahiyet ve tanımı icabı, sana bana göre değişmez, yani gerçek’in izafîliğinden bahsedilemez, izafî olan birşeye zaten gerçek denil(e)mez. İzafî olan insannın gerçek’e göre kendini konumlayış ve gördüğünü ifade etme biçimidir. Yani gerçek’in ontolojik olarak göreceliğinden sözedemeyiz, ama epistomojik olarak insanın “gerçek hakkındaki bilgisi’nin” değişkenlik, eksiklik, yanlışlık ve izafîyetinden sözedebiliriz.

Gerçek izafî değildir derken mesela bir “biberin acı olduğu” gerçeğinden bahsediyorsak; o acı biber o biberi tadan herkes için acıdır, burada vücudunda bir arızadan dolayı acı tadını almayan istisnaî birkaç örneğe bakarak, biberin acı olduğu gerçeğinin izafiliğnden bahsetme safsatasına girmenin gereği yok; çünkü gerçek tanım ve varlığı itibariyle izafi değil ama kişilerin gerçeğe karşı konumları izafidir (acı biber örneğinde olan da budur); kişilerdeki izafilik ve eksiklik, yanlışlıkla gerçek’e atfedilmiş o kadar.

Düşman karşısında geri çekilen ordu, birine göre geri çekilmiyor başka yönde ilerliyordur ama bu o ordunun savaşmaktan kaçındığı gerçeğini değiştirmez. Gerçeğin bilgisinin, kişilerin kendini konumlayış ve gördüklerini ifade biçimine göre farklılık arzetmesi; gerçek’in göreceli olduğu yanılsamasna yol açmış. Gördüğümüz bir vâkıayı, şahit olduğumuz bir gerçeği yanlış veya eksik ifade etmek, gerçek’in izafi olduğu yanlışına sebep olmuş. Halbuki herhangi bir vakayı tüm konumlardan, bakış açılarından aynı gözükecek, en azından çelişmeyecek şekilde, bir üst kümeden ifade edebiliriz. Fakat bu gerçeğin reddedilmeyeceğini garanti etmez; çünkü gökteki Güneş’i gerçek azametiyle temaşa eden birisinin anlattığı Güneş; yerde basit ve kırık ve boyalı aynasında azıcık ısı veren küçücük Güneş’i temaşa eden birisi için gerçek değil, bilâkis saçmadır.

Konuyu biraz daha açarsak; falan kişinin bugün yaşıyor olması gerçeği’nin, birgün ölmesi gerçeği ile yer değiştirmesi; gerçek’in değişken olduğu ve zaman/kişiye göre izafî olduğu anlamına gelmez; böyle bir ifade, yaptığımız gözlemin, eksik ve yanlış bir ifadesidir ancak. Halbuki bu gözleme daha yukarıdan bakarak, şöyle bir üst küme kurabiliriz: İnsanlar, doğar, yaşar ve ölür. (Hatta bu cümle bile, yaşadığımız gerçeği eksiksiz ifade etmiyor, çünkü bazı insanlar doğma-yaşama-ölme evrelerinin hepsini yaşamayabilir; ölü doğan bebekler gibi. Hatta bu son cümle bile, reel/olan gerçek’i ifade edemiyor; çünkü dil’in de sınırları var.)

Asıl konuya başlamadan önce bu kısa açıklamayı niye yaptığım, yazının devamında anlaşılabilir.

Gelelim konumuza.

Bilimsel Bilim ve İslâmî Bilim Arasındaki Farklar

Konuya başlamadan önce şu notu düşmeliyiz: Bilimsel Bilim evrende olan şeylerin açıklaması değil, ancak tespit ve tasviridir. Ve bilim (science) ile ilim (bilgi, knowledge, info, data) farklıdır; Bilimsel Bilim; kâinattaki bilgiye ulaşmaya çalışma yöntemlerinden sadece birisidir. Ama Bilim’in bu yöntemi ve dayandığı felsefe hem eksik ve hem de yanlıştır ve hem de zararlıdır. Yazının devamında bu eksik ve yanlışlarının bazıları anlatılacak; zararları ise sona bırakılacak.

“Bilim”le “İslâm’i Bilim” arasında ne fark vardır? Ve hangisi olan’ın (varlık ve faaliyetlerinin) eksiksiz ve doğru ifadesidir? Hangisi madde–enerji ve hareketini eksiksiz ve yanlışsız tasvir eder ve taşıdığı mesajı okur. Bilgi elde edebilme ve bilgiyi çoğaltma ve çeşitşlilik açısından hangisinin sınırı vrdır, hangisinin sınırları yoktur? Hangisnin yöntemleri ve inceleme alanı sınırlı, hangisinin sınırlı değildir? Hangisi, bu dünya hayatı, rahatı ve maddeyle sınırlı; hangisi ölümden sonrasına ışık tutar, gösterir? Hangisi indirgemeci (analiz) parçalayıcı; hanmngisi bütünleyici (holistik)dir? Bilim, suyu anlam kiçin atomlarına indirger, çözer; ama su atomlartın aindirgenerejk anlaşılmaz, çünkü su inş adeğil, icad/ibda/yaratılmadı; teşkil/teşekkül/inşa değildir. Böyl eolmadığı için suyun özellik ve sıfatlarının kaynağı ve nedeni, parçalarında bulun(a)maz. Ama şekerli suyun nedeni şeker, bak analiz edip, ayrıştırarark, içinde şu kadar şeker tespit ettim denilebilir. Çünküşekerli su inşa dır, tüm karışımlar için bu geçerli ama bileşikle riçin bu geçerli değil. Allah-u Teâlâ’yı kabul etmeden ve denklemlere dahil etmeden, suyun varlık sebebi ve sıfatlarını bile parçalarına indgeyerek açıklayamazsınız. Temel de yapıtaşları aynı olan tüm atom ve elementler ve bunlardan meydana gelen tüm maddeler ve özellikleri için geçerli bu.

Bilim ancak tasvir ve tespit yapar, varlık ve hareketinin taşıdığı, vermek istediği mesajı okuyabilmek için elinde araç ve kıstaslardan yoksundur. Bu sebepten, örneğin “niye insanların siması, sesi vs. farklıdır?” sorusunun cevabı, bilim açısından saçma ve anlamsızdır ve bazı tesadüfî-zorunlu kanun/olayların bileşkesi sebebiyledir, başka cevabı varsa bile pragmatik açıdan teknolojiye uyarlanabilir olmadığından, işe yarar değldir. “Temelde her insanın iki eli kolu, ayağı, 5 duyu organı, saçı, dişi var ve hep aynı yerlerdeyken; niye simalar, sesler vs. farklı herbir insanın” sorusunun cevabını İslâmî Bilim “hukuk” der. Eğer herkes aynı hacim, yüz, seste olsaydı, insanlararası hukuk ve münasebet kurulamazdı. “Parayı kim çaldı, benim kocam, kardeşim kim vs.” işte bu farklılık sayesinde cevabı mümkün. Yoksa iş tabiî-fizikkimyevî bir hadise olsa, yüz kadar ufak bir alanda, göz, saç, burun, ağız gibi 5-10 malzemeyle ve bu 10 nmalzemenin de sınırlı şekilde burun, kısıtlı bir göz ve saç-sakal renk-şekil paletiyle, milyarlarca doğmuş-doğan-doğacak herbir insanın farklı olması hem hem kainattaki abesiyete aykırı ve hem de ekonomik değil, kanunların işi hiç değil.

Ve daha önemlisi; bu çeşitliliği böyle birtakım fizik-kimya, biyoloji parametreleriyle açıklamak sadece “nasıl”ı anlatmaktır, “niye/niçin”i değil. Bu “deprem niye oldu?” sorusuna, cevap olarak “fay hatları, gerilme–boşalma vs.” demek gibidir ki, fay hatları vs. “deprem nasıl oldu/oluyor?”un açıklama ve tasviridir; “deprem niye/niçin oldu/oluyor?”un değil. Bilim “niye/niçin” sorularına, “nasıl” sorusuna verdiği aynı cevabı kullanarak; bilinçaltına (yani şuursuz bilincimize); “bu olayın niye sorusunu yöneltebileceğimiz bir faili yok, failsiz ve gayesiz olup, tesadüfî ve bir takım gerilmenin boşaltılması zorunluklarındandır” virüsünü göndermektedir.

“Ölümden sonra hayat var mı?” sorusuna, yöntem ve amaç ve tanımı icabı cevap veremez ve kainattaki gözlemlerinden bunu ispatlayamazken; İsl. Bilim, kainattaki gözlem-ölçümlerinden, ölümden sonra hayat olduğunu gösterip, ispatlayabilir; hem de delili olmayan yarın’ın geleceğinden veya ispatı olmayan bizim yarına çıkacağımızdan, daha kesin (çünkü delil-ispatlı) ve net bir biçimde.

Örneğin: Anne karnındaki bebeğe, içinde bulunduğu rahim dünyasından başka bir dünya daha olduğunu ispatlamak için şu delil–ispat yöntemini kullanabilirdik: “Bak zerrelerin hariç, senin organ ve kimliğini yoktan yaratan Zât’ın, seni buraya getirmesinin ve beslemesinin bir nedeni olmalı. Hem görüyorsun sana takılan hiçbir organ boşuna değil, bir fonksiyonu  var. Şu anda fonksiyonsuz gördüğün bazıları da, daha sonra işine yarayacak, yoksa abes olurdu… Bak ayakların var, bunlar sana boşuna verilmedi, şu anda bulunduğun dünyadan çok daha geniş ve ferah, koşup oynayacağın bir dünya daha var. Bak bu eller, göz, kulak gibi organlarını kullanacağın bir dünya var ki bu organlarının veriliş nedeni gerçekleşsin. Henüz doğmadığın bu dünya, şu anda yaşadığın dünyadan çok daha farklı. Orada ağzını kullanarak yemek yiyeceksin, sana bir de dişler verilecek ki onunla yemeklerini çiğneyeceksin. Hiç bilmediğin renklerde çiçek denilen bitkiler, şu ana kadar hiç duymadığın sesler var. O dünyada şimdiki gibi suyun içinde yaşamayacaksın. Bak sen de artık bu dar yerde 9 aydır sıkılmışsın ki çıkmak istiyorsun. Bu maddî organların ve bu manevî istek, arzu ve ihtiyaçların; herbirisi delil ve ispattır ki, bu maddî–manevî arzu ve ihtiyaçlarını dolu dolu giderebileceğin bir âlem var.”

İşte aynen bunun gibi; dünyaya gelen bir kişiye de öbür dünyayı (ahiret) ispatlamak için şu delilleri sayabiliriz: Bak vücudundaki her bir organın bir sürü fayda ve fonksiyonu var, demek bunları sana veren Zat israf ve abes, hikmetsiz iş yapmıyor. Gözkapağının istek ve iraden dışı istemsiz açılıp kapanması gibi anlık bir hareket dahi gereksiz değil ki böylelikle gözüne giren tozlar süpürülüp, silinirken, aynı zamanda gözünün kuruması engelleniyor, diğer yandan gözkapağının gözüne sürdüğü sıvıyla mikroplara karşı da korunuyor o gözün. Yani koskoca evrendeki mikrop kadar bile mekan işgal etmeyen cisminde, gözkırpma kadar süre ve hareket bile boşuna ve gayesiz değil. O Zât sana maddi mide vermiş ve manevi açlık hissi vermiş ve o maddi–manevi ihtiyacının karşılığını da vermiş. Göz, kulak, dil, ayak, kısaca biyolojik ihtiyaç ve psikolojik isteklerinin hemen hemen hepsinin karşılığını çeşitli tat, renk, koku ve gıdalarla vermiş. Bütün bunlarda anla ki, vermek istemeseydi, istemek vermezdi; ihtiyacını karşılamayacağı ve fonksiyonu olmayan o tür organı da yaratmazdı. Gıda vermek istemeseydi maddi mide, dil, ağız, diş yaratmazdı, o maddi organların manevi istek ve arzularını da sana vermezdi.

Her an havaya ihtiyacın var onu burnunun dibinde yaratmış; susuzluğa 3–5 gün dayanırsın, onu biraz uzak yaratmış; açlığa daha uzun süre dayanırsın onu daha uzağa koymuş. Maddi mide–manevi açlık ihtiyacı; maddi vitamin, kalori–manevî gıdayı sağlayan renkli–kokulu gıdalarla senin tüm ihtiyaç ve isteklerini gideriyor. Vücudumuzda aza olarak karşılığı olan (mide-gıda-su-böbrek veya göz-eşya-renk veya kulak–ses gibi) ihtiyaçlarımızı karşıladığı gibi; organ olarak karşılığı olmayan (ebedî yaşama duyulan açlık, mutluluk–huzura duyulan ihtiyaç, emniyet ve güven zarureti gibi, vicdan gibi) ihtiyaçlarımızın da karşılıkları var. Bütün bu arzu ve duygular, öte aleme bakan pencere, menfezlerdir ki, ruh bu pencerelerden nefes alabilir. Çünkü fiziksel vücudumuz gibi; manevî ruh ve duygu–düşüncelerimiz de her ân nefes almaya muhtaç ki manevî vücudumuza kan pompalansın…

Acaba senin göz ve midenin en alelade ihtiyaç ve isteğini, en güzel bir şekilde ve çeşit çeşit ni’metlerle karşılayan o Zât, tüm bu ni’metlerden çok daha kıymetli olan “ebedî hayat” ve bu “nimetlerin ebediyetini” vermemesi muhâldir. Nimetin devamı, nimetten daha kıymetlidir; en kıymetli nimette var olmaktır; çünkü diğer nimetlerin de kaynağıdır. Evet insanın kendisinin ve üzerindeki nimetlerin devamiyeti, kesilmemesi ve bunu bilmesi; o nimetlerden çok daha kıymetlidir, yoksa içtiği suyun son su, aldığı havanın son hava olduğunu bilen veya bunların elbet birgün sonu olduğunu bilen kişi için (asılmak için daraağacına giden bir insana, yolda verilen en kıymetli evler, arabalar, yiyeceklerin, o adama tat vermemesi gibi, sonunda hepsinden ve hayattan ayrılık var) o ni’met nikmete dönmez mi ve o n’metlerine şükredip, sevgi ve minnettarlık duyduğumuz Zat’a karşı tepkimiz, nefret ve şikâyete dönmez mi!? Varlık ve hayat ve içinde insan, kesilmek için mezbahabeye gelmiş hayvanlar staüsüne inmez mi!? Bu psikolojideki bir kişi için hayattan haz almak ancak öleceğini unutmak (tıpkı utanılacak bir günahı işleyen bir adamın, o ân Allah’ın, meleklerin kendisini gördüğünü unutması gibi) veya aklını uyuşturmak ile mümkündür ki, buna “insanın kendisini aldatması” denir. Evet, Cennet’te alacağımız mutluluk ve huzur gibi; dünya hayatının da Cennet gibi olması, dinimizi anne-babadan gördüğümüz gibi değil, geçmişte İslâm Âlimlerinin anlattığı ve yaşadığı gibi hakkıyla uymakla mümkün. Yoksa sadece Rabbimiz sadece camide, namazda hatırlanan, parttime müslüman oluruz. Böyle müslümanlık bizi dünyada bile mutlu etmiyorsa; ahirette edeceği şüpheli…

Hem düşün ki; bir Zât, seni ve milyarlarca insanı sarayında yemeğe davet etmiş. Birinci katta türlü türlü ziyafet veriyor, ikinci katta çok daha güzel ziyafet veriyor, besliyor, her katta türlü türlü arabalar, evler hediye ediyor, çeşitli elbiseler veriyor vs. Böylelikle iyice tanış muuhabbet oluyoruz, aramızda sevgi ve güven ve dostluk doğuyor, sonra o güvendiğiniz, sevdiğiniz ve sizi önceki katlarda hiç aldatmamış o dostunuz sizi ve milyarlarca insanı çatıya gelince pattadak aşağıya atıyor. (Nitekim öyle de oluyor, dünyada hergün istatistikî olarak bilmem kaç milyon insan ölüyor; yani ahiret olmazsa durum bu.) Böyle birşeyi dostunuzdan bekler misiniz, böyle bir kişi ancak psikopat olmalı ki öyle bir şey yapsın, peki siz psikopat olduğna dair aykırı bir davranışına rastlamış mıydınız şimdiye kadar, hayır. Demek çatıdan aşağı atarak, önceki yaptığı iyi davranışlarına aykırı ve zıt ve boş bir davranış sergilemez.

Evet yarının geleceği veya bizim yarına çıkacağımız kesin değil ama ahiret’in geleceği kesin. Evet müjde ölüm yok, sadece başka ve bu dünyadan çok daha geniş ve ferah bir dünyaya doğmak var. Çünkü ebedi hayatı vermek istemesyedi, böyle bir ihtyaç ve isteği de vermezdi; vermiş ki verecek. Buna tüm maddi organlarımız ve manevi ihtiyaç ve isteklerimiz haber veriyor. Abes olarak yaratılmayan evrendeki tüm varlık ve hareketler gökgürültüsü gibi “ebedi hayat var” diyor, evrendeki hacmi mikrop kadar bile olmayan birkaç inanmayanın ellerinde delil-ispat yokken “yok, olmaz, inanmam, aklım almıyor vs.” demeleri hiç duyulmuyor. Mikrodan makroya tüm varlığın ayrı ayrı ve birlikte şehadet edip, imza attıkları bir davada, delilsiz–ispatsız birkaç “yok” diyen insancığın sözlerinin ne kıymeti olabilir! Onlar “annemizin karnından başka bir dünya yok” diyenlerdir, dikkat edin, şimdi de bu dünyadan başka bir dünya yok diyorlar. Kanıt – ispat – şahitli inananlara karşı; kanıtsız – ispatsız – şahitsiz olmadığına inananlar. Hadi okuma – yazma bilmedikleri ve bilen birinden öğrenmedikleri veya duymadıkları için varlık ve hareketinin taşıdığı mesajı okuyamayan agnostikler bir nebze anlaşılabilir ama bunlar “olmadığı inancına” hangi delil veya akıl yürütme sonucu vardılar bilmiyorum. (Birisi bana süpermen gerçekten var diye iddia etse tabiiki inanmam, ama bunun delil – ispatlarını gösterse; inanmamamı haklı gösterecek yeni bir argüman bulmalıyım. Hem argüman sunmuyorum ve hem de gene inanmamakta diretiyorsam, bunun adı artık “inanmama” değil, “inkâr” olur.) İşte delil–ispatlı ahiretin olduğunu itiraf etmek yerine, delilsiz-ispatsız olmadığına inananlara ahirette ceza verilmesinin hikmetlerinden birisi bu.

Katı, sıvı, gaz cinsinden olmadığı için beş duyusuyla algılayamadığı/hissedemediği “yerçekimi”ne; yani uzakta olduğu için küçük görünen yıldızları büyüten “teleskopla” ve küçük olduğu için uzakta görünen mikropları büyüten “mikroskopla” bile varlık ve vücudu görünmeyen “yerçekimi”ne; sadece etkileriyle inanan veya “nesneleri biribirine bağlayan bir kuvvet olmalı, yoksa uzaya uçardık, gezegenler dağılırdı, hem bak matematikî olarak hesaplayabiliyoruz düşüş hızları, ivme vs.” diye mantık kuran Bilimsel Bilim’in, Allahu Teâlâ, ahiret, melekleri(*) denklemlerine almaması tam bir çelişki. Çelişki çünkü henüz en küçük bir delil–ispatı bile olmayan Paralel Evrenler, Sicim Kuramı, 11 boyut gibi senaryolar en yetkin bilimadamlarının dillerinde.

(*) Dünyada hayattan çok daha kesif ve katı 1 gram toprak ve denizde bile oraya uygun ve müsait milyarlarca canlı olup, yani Rabbimiz en küçük bir mekânı bile boşluk, israf ve abesiyetten koruyor ve şimdi sayamayacağımız diğer maksatlarla canlılara ikâmet yeri ediyorken; dünyadan kat bekat büyük gezegen ve yıldızlarda, orada yaşamaya uygun canlılar yaratmamış olması Rabbimiz’in adetine, hikmetine ve bizim de mantığımıza uygun değil. (Oradaki canlıların, biyolojik olması şart değil, çünkü hayat biyolojiye has değil.)

Kısaca gözün önündeki kibrit çöpünün koskoca dağı kapatması gibi, Bilim maddeyle gözü perdeli olduğu için, arkasını göremez, madde ve faaliyetlerinin bütüncül şifre ve mesajlarını göremez, görse de çözemez, şifresiz olanları bile okuyamaz. Çünkü elindeki aletler kısıtlı, gördükleri kısıtlı, sorduğu sorular kısıtlı, aradığı kısıtlı. İslâmî bilim’in sorup, araştırdığı ve çözüme kavuşturduğu meseleler, aklına bile gelmez Bilim’in…

Rabbimiz, ahiret, melekler delil–ispat burada yazılanlardan ibaret değil diyerek, konumuza devam edelim.…

Mevcut Bilimsel Bilim herşeyi “madde–enerji”nin değişik şekli görerek, herşeyi “madde–enerji”ye indirger/indirgemeye çalışır. İslâmî Bilim ise varlık ve katmanları arasında, indirgenemez katman/sınırlamalar vardır der, yani herşeyi madde–enerjinin değişik bir biçimi olarak görmez ve birbirine indirgemeye/çıkarsamaya çalışmaz.

İslâmî Bilim, ayrıca kâinattaki varlığı “madde–enerji” olarak görme/sınıflandırma biçimini de bir indirgeme olarak görür; yani madde, enerji dışında başka cins varlıkların da olduğunu söyler. Zaten kâinatta Bilimsel Bilim’in de varlığını kabul ettiği “enformasyon/bilgi, denge, birlik, ölçü, kural/yasa vs.” gibi varlıklar madde–enerji cinsinden olmayıp, buna indirgenemez veya bunlardan çıkarsanamaz. Bilimsel Bilim’in varlığını kabul ettiği bu madde–enerji cinsinden olmayan varlıklara, İslâmî Bilim “tevhid/vahdet, temizlik, şefkat, şifa, adalet, hikmet” gibi Allahu Teâlâ’nın diğer isim–sıfatlarının tecelli–tezahürlerini de ekliyor o kadar…

Mevcut bilim, kendisinden ve yöntemlerinden başka bir bilgi kaynağı kabul etmezken; İslâmî Bilim böyle mutaassıp olmayıp, her türlü bilgi kaynağını delil–ispatı yapılabildikten sonra kabul etmekte bir sakınca görmez, bilakis gerekli ve faydalı görür.

“Yumurta nasıl oluyor”a cevap verdiğini düşünen Bilim için “Yumurta niye var?” sorusu anlamlı ve faydalı ve uygulanabiir değildir. Zaten mevcut Bilim soru’nun meşruiyetini ve geçerliliğini kabul etse bile, Bilim’in bu yöntemleri içinde kaldıkça, bu soru’nun cevabı bulunamaz. Aslında yumurta Rezzak A. T. old. böyl eolmasını irade ettiği için var. Eğer A.T. olmasa ve yumurtayoı irad eetmese, değil yumurta, yumurta olma kimyasala-fiziksel süreçleri dahi (faraza süreçler olsa bile yumurta sonucu çıkmayacaktı bu süreçlerden) olmayacaktı. o hâlde A.T., aynı zamanda yumurtanın nasıl olduğuna da cevaptır… Bilim nasıl’a faili unutturarak cevap vermeye çalışrıken, sanki niöin’e de cevap verdiği, faile gerek olmadının ispatını yaptığı zehabındadır… Bilim evrenin sahte bir mecazını veriyort.

Evren niy ekaim sorosuna da, çünkü evrenşn kuvvetleri ve işleyişi yeterli ve dengede cevabı verir. Zaten biz d e evrenşn kuvvetleri ve işleyişi niçin yeterli ve dengede diyesoruyoruz zaten. Hem sizin bu bu cevabınızı kabul geçerli bir cevap kabul edersek; evrenşn kuvvetleri ve işleyişi yeterli ve dengede olduğu için kaim olduğunun bilşimsel delil-gözlemi nedir? Yok. Sadece dengede ki kaim der. Yani A. T. Yok önv.’la çelişmeyecek ve tutarlı olacak şekilde olmak zorunda oldı-ukları iççin böyle diyorlar. Yani ilk inaç-önv. Yeni inançları doğruyor.

Birşeye bakarken objektif olmak mümkün değil, çünkü bazı değer ve kıstas ve amaçla baakıyorsunuzdur. Bu baktığnız olay/olguda, tarafsız ve nesnel nolmadığınız, bu gözleminizi başkasına anlatırken meydan açıkar. Bazı hipotez ve önvarsayım eşliğinde gözlem konusunu belirleyene Bilim için için bu hayli hayli geçerlidir. Diğer yandan siz incelediğiniz şeyi mesela atomu, ya Yaratcısı var önvarsayımıyla inclersiniz veya yokmuş önvarsayımıyla, orta yol 7 üçüncü ihtimal yoktur. “Yok ben Y.’yı işe karıştırmayacağım, sadece gözlediğim şeyi olan’ı anlatacağım” derseniz, siz “Yar. Yokmuş” önv. Hareket edeceğim demiş olursunuz, çünkü b ilimsel ifadfelerinizi Yar. Yokmuş gibi kuracaksınız demektir ve gördüğünüz herşeyi Yar.’a bağlamayacak, çıkmayacak şekilde kurgulamak için hiçbir zaman Allah diyemeyeceksiniz, çünkü baştan demeyeceğiniz deklare ettiniz zaten, A.’a çıkan gözlemleri bile tabiat, tesadüf, içgüdü gibi isimlerle-isimlendirmelerlevkörelteceksnizç demektir ve siz A. T.’yı iş ekatmayacğım demekle “kainat ve süreçleri sebebi olarak A. T.2yı saymam gerekmiyor, çünkü kainatın varlık ve işlemesi için O’na ihtiyaçta yok, zorunlulukta öninancından bu yönteme başvuruyorsunuz. İmanını muhafaza etmek isteyen bilimadamlarına da ; “kainatı yaartı, bıraktı,saat gibi işliyor, izliyor, belki arasıra müdahale ediyor…” diyerek O2nu kainatın başlangıcında “ilk sebep” kategorisi sıfatı vererek imanlarını mumu ışığıyla aydıtlatma kuytusu bırakıyorsunuz. Atesitlere de Paralel Evren, yaratılmamış evrenler iddia/hipotezlerşulgöz kırpıyorsunuz ve “var, yok; yok, var olmaz” diyerek, A. T. Gibi doğaüstü ilk sebep yok diyorsunuz.

BiliM’in var yok, yok var olmaz sözü yanlış, en azından bilimsel bir i,fade değil çünkjü test edilemez, edilemediği için doğruuk – yanlışlığı gösterileez. Üstad 23.Lem’â’da çiçek( ve renk, koku, şekil, doku gibi sıfatları), vs. yoktan yartıldı der, bilim hayır atomları öyle değil der, atomda daha önce proton – nötronları ayrıydı, atom da çiçek gibi sonradan yartıldı yani derim, o zaman bilim atomun parçaları yaratılmaı hep vardı der, ben de Big Bang derim, bilim: Big Bang’te yaratıldı sonra yaratılma olmdı der, ben de Big Bang’ten önce başk aBig Bangler olmadığını nereden biiyorsun veya Big Bangt eyaratıldıysa, var yok ve yokt avar olur demek derim…

Diğer yanlışta; eğer biz imanimizi bilimin sebebini henüz bulamadıği veya hiçbir zaman bulamayacagi veya bilimsel kriterlerle deney-gözl. yapamadigimiz (big bang öncesi gibi) şeylere; yani cehaletimize bina edeceksek, bu iman etme / iman güçlendirme yontemi yanlış. Böyle bir iman, delil ve bilgiye degil; delilsizlik ve bilg.’e dayanmis olur… Fizik kimya kanunlari vs. yerine Kuddus gibi kanunlarla tasvir ve modellenmeli, anlamlandırilmali evren… (Bunun örnekleri var R. Nur’da.) bilim, sebeplerle nasılını açıkladığıkabul edilirse; A.T. inancı için ne zaruret ve gerek ve iht. olacak? O zaman sebeplerle açıklayamadığın abakarak mı A.T.’ye inanacağuız, yoksa bilim’in ölçemediklerine bakarak mı kör inanç geliştireceğiz?

Kur’an (Hakan YALMAN bunu R. Nur için der) bilimadamlarının, sanatçıların, mutasavvıfların, mütefekkirlerin, felsefecilerin elindeki bulunan hakikat’ın parçalarını (H. YALMAN yap-bolzarını der) toplayıp; hakikatin / bütünün resmini verir; varlığı doğru tefsir ve yorumlar ve okur bve anlamnlandır…

 

Madde, evrende herhangi bir süreci anlatan Bilimsel Bilim, en obj. tarafsız olduğunu iddia ettiği süreçsel bilimsel ifadelerinde bile,-gözlem ve anlamlandirma isebepl.  kalıbına döküp, bu par.-şemayla modellediginden; “kâinatın varlık ve işlemesinde A.T.’ya ihtiyaç ve zaruret yok” yanlış bilgi virüsünü bilinçaltına yerleşBil. en obj. tar. haliyle bile, gözl.’nitiriyor. Halbuki gerek bu bilgi virüsü ve gerekse bu virüsün dayandığı sebep-netice arg.’ı yanlış.

Bilim nasılı, din niçini açiklar sözü yanlış; A.T. kitapta hep nasıla (keyfiyet) bakın der. Yani ve aslında bilim nasılı da açıklayaamiyor, çünkü sebeplilik paradigm. yanlış…

5 sebepten Bilim evrendeki varlık ve süreçlerin nasıl olduğunun ve hangi nedenlerle olduğunun cevabını ver(e)mez.

1) Fail’i işe katmadığı için. Sürecin aşamalrında rol alan madde – enrjileri ve süreçteki rollerini anlatarak, güya o olayın failsiz olduğu izlenimi çizer, bilinçaaltına olayın A.T.’da bağımsız olduğu (olabileceü,ş) ,nancını zerkeder. Ortada bir kru faqsğülye varsa, aşçıdan hiç bahsetmeden, sadece kur fasülyenin içindeki malzeme ve oranlarını ve yapılış sürecini sayarak, kuru fasülyenin nasıl olduğunu, ne sebeple olduğunu açıklamabnız mümkün değil. Kur fasülye için geçerli olan bu kural, daha kompleks bilgi barındıran ve sanatlı madde i.çin hayli hayli geçerli… (Mesela bir hücredeki bilgi ve çalışma, bir fabrikanın işleiyşimden daha kompleks ve düzenli.)

2) Süreç içerisinde failsiz açıklayamayacağı cveya cümle kuramayacağı yerlerde, bazen tesadüf, tabiatı,içgüdüyü; bazn de süreç içi.ndeki sebeplerden birini ön plana çıkarır; bu da mümkün olmazsa falanca kanuna bağlar, halbuki kanun sebep değil, sonuç ve o olayın işleyiş biçimidir, tekdzüeliklerdir.

3) Sebepler’in sonuçları yapması mümkün değildir. Örneğin ağaç, elma’ya sebep olabilir mi? Sebep olabilmesi için Güneş’i de yönetmesi lazxım… Hem ağaca sorsan, ben tyaptım demez, haberi bile yok, o halde “ağaç, elmaınb sebeptir” cümlesi yanlıştır…

4) Cümleyi yazan, cümle içindeki kelimeleri yazandan ve kelimeleri yazan onlardaki harfleri yazandan ayrı değildir, aynı kişidir. Tıpkı ormanı yaratan ağacı yaratanın aynısı olması gibi…

5) Hakikî sebep, yani fail/usta/özne olabilmek için “ilim – irade – kudret” şart; yoksa edilgen ve münfail bir nesnedir ancak. Edilgenlerin cümle içinde failmiş gibi gösterilmesi, hakiki failden gafletle veya inkarla mümkündür ancak…

Bilim varlık ve işleyişin A. T.’yla olan bağlantılarını kapatıp, keserek (resim – ressam ilşkisini koparttaraka), bakışı tuvalin dışına taşmamasına ve resmi fırçanın hareketi (burada kalem – fırçanın kainat sayfasındaki temas noktası ve izdüşümü olan atom noktasının hareketine ve resim – boyalaron şekline, nispetine odaklar. Böyle resme bakonca, ressamın akla gelmesi refleksi, kainat – Rab gözleminde çalışmaz. Böyl ebi rkişi için Rab, sadece camide, namazda, ramazanda ve belli ritüelrrde akla gelen parttime müslüman düşünme – yaşama şeklin edönüşür.

Matbaa kitabın basımının sebebidir, içeriğinin değil… H ve O =Su gibi diğer bileşikler de öyle.

Buraya kadar Bilimsel Bilim’in bazı eksik ve yanlışlarını göstermeye çalıştık. Buradan hareketle; Bilimsel Bilim’e tek alternatif olan İslâmî Bilim’in bir ihtiyaç ve zaruret olduğunu bazı örnekler üzerinden göstermeye çalıştık. Fakat Bilimsel Bilim’in dünya ve içinde yaşayan canlılara verdiği zararlardan bahsetmeye vakit kalmadı. Konunun tamamlanması için buna da birkaç paragrafta değinmek yerinde olacak.

Bilimsel Bilim’in Zararları ve Muhtemel Zararları

Atom bombası ve diğer nükleer, kimyasal bombaların keşif ve kullanımı ve bunun sonucunda 1 . ve 2. Dünya Savaşlarında ölen  insan sayısının, tüm dünya tarihinde savaşlarda ölen insan sayısından çok daha fazla olması; diğer yandan sömürgeci ve ırkçı–milliyetçi anlayış ve politikalara bırakın engel olmak, (Darwin Teorisi gibi teorileriyle) meşruiyet/onay mekanizması sağlaması, bu anlayışla yapılmış savaş–çatışmaları “doğal ayıklanma–adaptasyon” süreci olarak gösterip, doğallaştırması, normâlize etmesi gibi insanlık ve ahlâki değerlerine verdiği zarardan sarfı nazar; belki 50 yıl sonra, küresel ısınma, ozondaki delik, içilebilir su kaynaklarının azalması, toprağın ölmesi gibi ekolojik felaketlerin sayısı ve şiddeti arttıkça, yani Dünya ve yaşam formları tükendikçe, Bilimsel Bilim’in insanlığa (ve diğer türlere) zararının, faydasından kat be kat çok olduğunu göreceğiz. Çamaşır–bulaşık için 10 çeşit kimyasal, yoğurt–çikolata bozulmasın diye 20 çeşit katkı maddesi, meyvesi kurtlanmasın, iri olsun ve çabuk büyüsün diye 50 çeşit tarım ilâcı/hormon kullanan; mide çeperi biraz daha yağ bağlasın diye televizyonu uzaktan kumandayla kontrol eden günümüz insanına bütün bunlar bugün için mecburî ve normâl gelebilir… Böyle giderse yakın bir gelecekte “otomobil kullanmak” gibi nisbeten zararsız ve mecburî/normâl görünen şeyler bile, “uzun zaman/mekâna yayılmış cinayet” kategorisinde suç kabul edilecektir.

“Eğer bunlar suçsa, bunun sebebi Bilim değil, Bilim’in yanlış kullanımı” iddiası da geçersiz, çünkü ateist–materyalist ve natüralist–determinist olan ve hiçbir şeyi kutsal kabul etmeyen Bilim’den; insana yaptırımı olan/insanın kendisini isteyerek veya istemeyerek uymak zorunda hissedeceği ahlâk kaideleri çıkartmasını bekleyemezsiniz ve böyle sınırları olan bir Bilim, sanki yanlışa alet olmak için doğmuştur diyebiliriz. Günümüzde durum nasıl bilmiyorum ama; teflon, internet, cep telefonu, bilgisayar vs. gibi hayatımızda olan teknolojik aletlerin çoğu, savunma ve savaş sanayiinde yapılan teknolojik araştırmaların sonucu veya yan ürünü olup, askerden bilmem kaç yıl sonra halkın arzına sunulmuş olması bunun diğer kanıtı.

Dünyadan bugün silinmiş bazı yaşam türleri gibi; meselâ bir nükleer savaş veya kaza sonucu insanlığın çoğu veya tamamı yeryüzünden silinirse; bunun faturası da, freni olmayan Bilimsel Bilim’e ve onun otokontrolsüz ve denetimsiz teknolojik ilerlemelerine kesilmeli. Evet teknoloji hayat kolaylaştırıyor ama bunun gelecek nesillere mâliyeti henüz hesaplanmış değil. Kâr–zarar hesabı şimdi bile yapılsa, zarar hanesinin çok kabarık olduğu görülecektir. Meselâ sadece dinamit veya bombanın icatıyla, 1. ve 2. Dünya Savaşlarında ölen insan sayısı, o tarihe kadar savaşlarda ölen insan sayısından kat be kat fazla…

İLÂHÎ FİZİK KANUNLARI

Bilimsel Bilim’in gör(e)mediği veya ateist-materyualist felsefesi icabı görmek istemediği İlâhî Fizik Kanun-Hakikatleri/Fiil – Eser Örnekleri:

Rabbimiz’in “El Hafiz” (hıfzeden, koruyan) isim – sıfatının tecellisinden doğan “Hıfzıyyet (Koruma ) Kanunu : Bu “isim ve sıfat”tan medet alan heryerde geçerli fiilleri görünce, “Lâ  Hafize illallah”ın ne kadar doğru olduğunu anlaşılır. Rabbimiz tüm varlığı, zerreden – şemse kadar her nokta ve parçasına kadar “zarar ve düşmanlarını uzak tutarak ve ihtiyaçlarını yknınlaştırıp, eline vererek” hayatını, vücudunu, yani herşeyini koruyor. Yoksa bıraknız yşamamayı, varlıkt abile durmamız mümkün değildir. İşte gündüz güneşinin ılşıkları gibi hreyere yayılmş ve ihata etmiş bu fiil ve faaliyetleri Rabbimiz’den başka hangi güç, hangi sebep, hangi ilah yapabilir anlamında “Lâ  Hafize illallah” diye, bundan gafil olup unutmamak için dilimizle her daim zikirle tekrarlarken, şuur e tefekkür ve hayalimzile de bunları düşünerek onlara da zikir (hatırlatma) yaptırmak gerekir ve “Ya Rabbî, gecede ayın, gündüzde ışığın güneşe hem delil ve hem de netice olmaıs gibi; bu ışıktan daha yaygın ve zahir ve parlak bu fiillerin de seni gösteriyor!” demeliyiz.

İşte mikrodan makroya evrenin her noktasında geçerli ve yayılmış bu fiilin sonucu olan eser ve süreçlere bakalım : Kainatlarda tek ve yegâne Hafiz olan Rabbimiz herşeyi zararlardan koruyor ve ayrıca ihtyçlarını da veriyor. Ağaçların dış etkenlerden koruyucu elbise ve kalkanı olan ağaçkabukları; içeridekini muhafaza edip, dışarıdaki soğuk, mikrop gibi zaraldarn koruyan zırhımız olan derimiz; hem bizi e hem de dünyayı göktaşı ve zararlı ışınlardan ve uzay soğuğpundan vs. koruyan atmosferin tabakaları; vücudumuzu mikroplardan koruyan ve savaşan alyuvarlar; gözümüz koruyan gözkapağı; hegün yüzlerce olan kanserli hücrelerin tedavisi gibi… Hasılı atom ve atomaltından tut ta Samanyoluve ötesine kdar herşeyin bir elbis, bir zırh, bir kalkan, bir kabuk, bir duvar, bir zarla vs. koruyor bizi El Hafizolan Rabbimiz. O bu fii – eserleriyle varlık ve hayatı koprumasa, bizi hiçbir güç, hiçbir sebep koruyamaz; çünkjü hiçbir sebep, bu fiil ve faaliyet ve eserleri yapamaz, zerreden şemse herşeye ihtiyacı olan korumayı bilemez ve sağlayamaz!

Rabbimiz’in “El Kuddûs” (temizleyen, temiz tutan) isim – sıfatının tecellisinden doğan “Kuddûsiyet (Temizlik – temizleme) Kanunu : Bu “isim ve sıfat”tan medet alan mikrodan makroya heryerde geçerli fiilleri görünce, “Lâ Kuddûse illallah”ın ne kadar doğru olduğunu anlayacağız. Kainat devamlı işleyen ve girdi – çıktı ve artıkları olan bir fabrika ve her sene, her gün dolar – boşalır bir misafirhane gibi olduğunu düşünürsek. Bununla birlikte kend vücut temizliğimizi her hafta dikkatetmezsek ne kadar çabuk kirlendiğimiz ve küçcük evimizin (hatta evimizdeki küçücük akvaryumumuzun) temizlik ve tertibine dikkat etmezsek ne kadar çabuk kirlendiği ve kokmaya başladığı malum. İşte ayne bunun gibi, mikrodan – makroy atüm kainata temzilik ve tertibe dikkat edilmezse, devamlı temzilik yapılmazsa, kendi vücut vey ahanemizden çok daha önce pislenir ve bozulur. İçinde yaşayan insan ve bitkiler bir günde boğulur veya hastalanır. İşt ebu sebepten Rabbimiz, El Kuddus (C.C.) isminin tecelli – tezahürüyle bize şefkat ve ve nimetini göstererek, değişik süpürge ve filtrelerle herşeyin kirlenmesini engelliyor, kirlenenleri de temizliyor. Temilizği, imanın nurlarından (ve ibadetn şartlarından) sayıp, bize emreden Rabbimiz; aynı emri canlı – vansız, küçük – büyük herşeye deemretmiş olduğundan, herşey bu emre bilerek – bilmeyerek itaat etmekte, kainattaki umumi temizliği bozmamakta.   “Kendini ve bulunduğun mekanı temiz tut, temizle” emrini vücutttki ak ve alyuvarlar dineleyerek kan ve hücre enkazlarını toplayıp, temizlediği gibi, nefes dahi kanı temizleyerek emre uygun hareket eder. Aynı emri gözkapağımız, demalı açılı- kapanarak gözü temiz e taze tutaraka dinler. Raüzgarlar kirli havayı süpürüp, toplayıp – dağıtarak ve dağ – denizlerden geçirip, filtreleyerek itaat eder. Evet bu emirle, her sene vefatlarla ölen milyonlar hayvan, bitkilerin enkaz ve cesetleri yeryüzü ve denizlerden temizlenerek, milyonlar leş ve kokular ve cenazeler arasında kalmıyoruz. Hasıl güzellik imajını gene o deniz ve yeryüzünün parlak yüzlerinde buluyor ve resmediyoruz. Evet insan eli karışmadığı müddetçe herşeyin kendi olağan hali temiz ve saftır. Deniz, havadan tut, t aormanlara, ta uzay akadar heryerde temizlik hakim… Aynı emirle, kendi temizliklerine el, ayak, baş ve kanatlarını temizleyerek dikkat eden sinekler, yine pis olan yerleri keşfederek oralarda toplanıp, kir üzerindeki zehir ve mikropları istihaley euğratıyorlar; aynı şekilde kend temizliklerine dikkat eden karınca, martı, kartal, kurt, akbaba gibi sıjhhiy memuru hayvanlar, yeryüzündeki küçük – büyük ceset ve çöpleri toplarlar. Hele akbaba, kartal gibi hayvanlar, bu işe özel gözleriyle kilometrelerce uzaktaki bir cesedi görüp, hareket egeçerler…

İşt eRabbimiz’in mikrodan – makroya, canlı – cansız heryerde uygulanan ve geçerli bu emir ve fiil ve kanununyla herşey temizdir ve kirlenirse derhal temizleniyor ve lüzusmzu, faydasız, gayesiz hiçbirşey bulunmuyor, varsa temizleniyor veya görev yerine sevkolunuyor. Yoksa oturduğumu zevi veya evimizdeki akvaryum, kafes veya vücudmuzu temizlemeyip, kend, haline bıraksak, bir haftada kirlenir ve kokmaya başlar ve bu kirlilik devamlı arttığı gibi ;kainatı da Rabbimiz bir an kendi kendine bıraksa, temizliğin ekarışmasa, kainatın büyüklüğüyle orantılı büyük çöp ve kirler gözümüze devamlı çarpmalıydı ve en başt avücudumuzda hergün meydana gelen kanser hücreleri ve karnondikasit ve diğer mikrop evartıklar, bizi 1 gün yaşatmaz. Hava ve yeryüzü ,denizler ceset ve enkaz ve çöplerle dolar ve kokuşup, bozulmaya başlar. Hem öyle deniz, atmosfer ve dünyada (ve kainatın hiçbir yerinde), öyle otomatik işleyen mekanizma – dişliler yok. Mekanizma, kainat abakrken tasavvurumuzun inşa ettiği bir şablon, zihnimizin algılarımızı biçimlendirmesinin bir sonucu, gözlemlerimizin döküldüğü bir kalıp, bir şema, bir paradigma sadece; harici, dış dünyada somut ve maddi – fiziksel gerçeklik ve vücudu yok.

İşte bu bir tek “temizle(t)me” fiilinin eseri olan , “temizlenme” sonucu, bu “temizlik” hakikati, tüm kainata teleskopla bakınca bir bütün olarak ve mikroskopl aayrı ayrı olarak bakınca ayrı ayrı her yer ve zamanda geçerli ve inanan – inanmayan kimsenin inkar edemeyeceği bir hakikat, bir olgu, İlâhî bir Kanun. Çünkü eser (sonuç) — temizlik —, fiilsiz — temizleme — ve fiil de, failsiz —- temizleyen — ol(a)maz. Eğer bu “temizleme – temizlik” fiil ve sonucu, Rabbimiz’e verilemzse ve O’ndan olduğu bilinmz ve inkar edşlirse; çok daha büyük muhal ve imkansızlıkları kabul eve itikad etmek lazım gelir. Şöyle ki : Ya kainatta umumi geçerli olan temizlikle alakalı tüm zerre, hücre, hayvan, bitki ve diğer canl ı- cansız eşya, koc akainatın temizlik, tanzif ve nizamını bilecek, düşünecek ve ona göre uygun ve çelişkisiz davranacak kabliyet ve potansiyeld eolacak veya Rabbimiz’eait “El Kuddus” (temiz) gibi kudsi sıfat ve özellşkleri kendisinde olacak veya kainatın temizlik ve düzeninin nasıl ve nicelik ve denges ve uyumluluğunu planlamak ve uygulamak için tüm bu zerre, hayvan, bitki, hücre ve diğer canlı – cansız varlıklar böyle bir meclisin üyeleri olacak ve öylebir ortak kara alacaklatr ve üyürülüğe sokacaklar. İşt eiçinde miltonlar hurafe ve muhal ve safsatalar bulunan bu 3 ihtmaiden birisinin gerçekleştiğinin mümkün olduğuna ve sonra bumümkünün vuku bulduğuna itikat ve iman etmek gerekir ki; kainattaki bu umumî temizlik ve tanzif gerçekleşmiş olsun ve böyle bu umumi temilizk ve tertibi ‘rasyonel’ olarak nedenselleyip, açıklayabilelim! Eğer güneüdüzn aydınlığı ve zeminde parlak şeylerde yansıyan timsali güneşçikler gökteki tek güneşe verilmezse ve “gündüzdeki aydınlık ve parlayan herşedeki timsali güneşlerin nedeni, gökteki tek güneşin yansıma ve sonucudur” denilmezse ve öyl eiitikad edilmezse; o vakit zemin üyüznd eparlayan bütün cam parçaları, su damlaları, hatta havanın her zerresinde birer hakiki güneş’in olması lazım gelir ki, tâ gündüzün aydınlığı meydan agelsin, vücut bulsun. Ya gündüzün aydınlık ve yerdeki güneş timlsallerinin sebebi, gökteki ek güneştir diye kabul etmek lazım; aksi halde görünen ve parlayan ve Güneş özellik – sıfat ve aksini gösteren her zerrede aynı hakiki güneşin tüm özellik ve sıfatlarıyla olduğunu kabul eye hurafesin, kabul etmek zorundayız; yoks agünzüün aydınık ve parlayan her şeydeki güneşin aksinin rasyonel izah ve ispat ve açıklamasını yapamayız!… Yani bu heryerdeki alenî temizlik fiili ve kaninatın apaçık “tertemi zolması ve lüzumsuz, işe yaramaz ve gayesiz, menfaatsiz hiçbir şey bulunmaması” sonuç – eseri; Rabbimiz’in isimlerin şualarının soncudur.

Elhasıl eser fiilsiz ve fiil de failsiz ol(a)maz; ve kainatın herşyinde ve herbirşeyinde umumi olarak geçerli olan bu temizlik hakikati, temzilik sonucu; temizleme – temiz tutma fiilini elbette Rabbimiz’den başk ahiçbir şey yapamaz. Çünkü bu birtek fiil, zerreden – şemse heryerde ve her zaman geçerli, bu büyük ve umumi ve geniş fiil ve sonucuna Rabbimiz’den başka hiçbir şey yapamaz, karışamaz, sahip çıkamaz. Hiçbir tabiat, hçbir sebep, hiçbir tesadüf, hçbir made bu fiil – faaliyet – esere sahip çıkamaz.

Elhasıl kainatı tertemiz tutan bu umumi tanzif, elbette temiz olan ve temiz olanları seven Rabbimiz’in El Kuddus ismi şerifinin gereği (muktezası) ve o ismin yansıma ve tecelisidir.

——— o ———

 

Yazının Genel Konu Çerçevesi / Anahatları / Tezi: Metabilgi – Metabilim. Bilimsel İnançların Yapısı. Sebepler, Sebep değildir. Anlamanın Anlamı. Ne bildiğimiz değil, bildiğimizden ne anladığımız önemli. “Bilim” (science) ile “bilgi” (ilim, knowledge, data, info) arasındaki Fark. Kâinattaki varlık ve faaliyetler mümkün olduğu için olmuyor, bilâkis olageldiği için mümkün diyor, öyle inanıyoruz. (Halbuki herşey, Rabbimizin yaratmasıyla, “mümkün ve vâki olan” bir imkânsızlıklar silsilesi! Ve hiçbiri rasyonel ve mantıkî prensiplerle açıklanamaz! (Sebep ile sonuç ismi verdiğimiz 2 olay / nesne  arasındaki ilişki–etkileşim mantıkî olsaydı, deney yapmadan önce sonucu bilmemiz gerekirdi.) Yumurtadan kuş çıkması; cansız atomlardan canlı organizma olması; dişsiz ve sindirim sistemi gelişmemiş bebeklerin önce karnına bağlanan bir kordonla, sonra memelerden gönderilen en gerekli tek gıda olan sâfi bir sütle doyurulması gibi.) İnançtan bağımsız ve tarafsız, (nötr) bilgi ve ifade biçimi yoktur. Her bilgi, inanca ve her inanç, bilgiye dayanır. “Bilmek” ile “inanmak” arasındaki ayrım gerçek değil, yapaydır. İnsan 5 duyusuyla algılayamadığı birşeyin varolduğunu, etkileriyle anlar ve bilir ve algılayamadığı için de inanır; “yerçekimi (kütleçekimi)” gibi. Bir Rabbin olduğunu biliyor muyum, yoksa inanıyor muyum? Allah’ı bilmek ve tanımak; inancın konusu mu, bilgi’nin konusu mu? Bilim ve İslâmî Bilim arasındaki Farklar. Bilimsel Bilimin Metafiziği. Bilimsel Hurafeler. İslâm ve Bilim. Bilim ve Din. Bilim ve İnanç. Gerçeğin Yapısı, Gerçeğin Dokusu. İslâmî Bilim Çalışmaları. Bilimsel İnançların Yapısı. Bilimsel Bilim’in Metafiziği : Bilimsel Hurafeler. Bilim’in, eşyayı Yaratıcısından kopartma faaliyetleri! “Putlar” out; “putların maddesi” in! Bilim, hiçbir şeyi açıklamıyor ve çözmüyor; sadece neyin neyden sonra geldiğini söyleyip, tasvir ve ölçme, tespit yapıyor… Bilim’in “Arı, bal yapar… Ağaç, elmanın sebebidir…” iddiaları mı daha makul ve objektif; yoksa “Arı’dan bal çıkar”, “Ne yaptığını bilmeyen arıya, bilen birisi bal yaptırır”, “Ağaçtan elma çıkar”, “Ağaç zarfıyla elma gönderilir” ifadeleri mi daha makul ve objektif!?

Bu yazı, cevabı içinde saklı aşağıdaki şu sorulara cevap verme ve konuyla ilgili yanlış veya eksik bilinen bazı kavramları netleştirme amacıyla yazılmıştır.

“Bilim” (science) ve “bilgi” (knowledge, data, info) arasında ne gibi farklar vardır?

Bilimsel Bilim hangi inançlarla hareket etmektedir., Modern Bilimsel Bilim’in metafizik inanç ve hurafeleri nelerdir?

“Paralel Evrenler, Çok Boyutlu Sistemler, Sicim Kuramları, Kurt Delikleri vs.” varlığına-varolabileceğine inanmak ve varsaymak ile Öte alem (ahiret) inancı arasında (bilgi-inanç kategorisi açısından) niçin fark yoktur?

“Bilmek” ile “inanmak” arasında fark var mı veya ikisi birbirinden bağımsız olması niçin mümkün değildir?

Bilimsel Bilim’in “kütleçekimi, yerçekimi” gibi görmeden (aletli-aletsiz varlığı 5 duyu ile hiçbir şekilde gözlemlenemediği halde, sadece etkileriyle varlık ve özellikleri tespit edilen) varolduğuna iman ettikleri nelerdir? Allahu Teala da, göremediğimiz halde (görünmeyen değil, göremediğimiz) fiil-iş-eser-etkileriyle niçin Bilimsel Bilim’in konusu dışında tutuluyor?

İnanan-inanmayan herkesin kabul edebileceği bir İslami Bilim nasıl mümkündür? İslami Bilim’e örnek olacak fiziki olay-olgu, gözlem örnekleri nelerdir ve bunların ifade biçimi nasıldır? Bilim’in bilimsel yöntemleriyle evrende gözlenemeyipte, İslami Bilim’le gözlenebilen (ve ayrıca delil-ispatın da mümkün olduğu) olay-olgular nelerdir? İslam ve diğer dini-felsefi inançlar (hıristiyanlık, yahudilik, budizm, hinduizm, ateizm, agnostizm vs.) niçin aynı inanç-din kategorisine sokulamaz? (İneğin kutsal olduğuna inanmakla, Allahu Teala’ya inanmak niçin farklı kategorilerdir?) Allahu Teala’nın olduğuna inanmakla, olmadığına inanmak arasında fark var mı?

“Deprem nasıl oldu/oluyor?” sorusuna “fay hatları, yerkabuğu hareketi, kıta kaymaları vs.” diye cevap verilirken; “Depremin niçin olduğu?” sorusuna niye aynı cevap verilemez?

Bilim gerçekten “nasıl”a, İslam “niçin”e mi cevap vermeye çalışır?

Herhangi bir fiziki hadisenin Allahu Teala’dan bağımsız “nasıl”ı izah ve ispat edilebilir mi?

Bilim’in fiziki olayların ‘nasıl olduğu’nun açıklamasında kullandığı “sebep-sonuç” (illiyet, nedensellik, determinizm) şablon (ve zinciri), niçin rasyonel ve mantıki değil?

Dünyanın öküzün boynuzlarında döndüğüne inanmakla, gezegen-yıldızlararası kütleçekim kuvvetiyle durduğuna, döndüğüne inanmak arasında niçin kategorik olarak fark yoktur?

Kainatın yaratıcısı olmadığına inanmakla (yani kainatın yaratılmadığına, yani madde-enerjinin başlangıcı ve sonu olmadığına / ezeli ve ebediliğine inanmak) ile madde-enerjinin değil, Allahu Teala’nın ezeli ve ebedi olduğuna inanmak arasında inanç bakımından niçin fark yoktur? Bu 2 inanç arasında, delil-ispat ve bilgi kategorisi açısından ne gibi farklar vardır?

Taştan deve çıkması mı mu’cize, yumurtadan kuş çıkması mı?

Kainatın tesadüfen, rastgele olduğuna ve devam ettiğine (delilsiz-ispatsız, gözlemsiz) inanmakla, varlık ve işleyişinin Allahu Teala tarafından olduğunu (delil-ispatlı) bilmek arasındaki farklar nelerdir?

Agnostikler (bilinemezciler) hiçbir şeyin doğruluğundan emin olamayacaklarına, hatta bu inanç/yargının bile doğruluğundan emin olamayacaklarına niçin veya kesinliğinden emin oldukları hangi bilgiyle varmışlardır?

Aşağıdaki yazımız bu sorular ekseninde dönerken, yazının genelinde şu anahtar kavram ve ifadelerde bir netliğe ulaşılması hedeflenmektedir:

Bilim (science; evrendeki bilgi’yi arayışın yanlış ve eksik bir yöntemidir; evrenin varlık ve işleyişinde Allahu Teala gibi herhangi bir doğaüstü güce gerek olmadığını, bütün bu varlık ve işleyişin gene kendi içinde madde-enerjinin dönüşümüyle açıklanabilip, yani maddeye indirgenebileceği inancını izah ve ispat etmeye çalışma ve ezeli, başlangıçsız olduna inandıkları maddenin bir yaratanı varsa bile, kainatı kendi kendine işleyecek bir kudrette yarattığını zanneden, yani Allahu Teala’ya en fazla “ilk sebep, ilk muharrik” olarak bir rol biçen felsefi inanış. Bu açıdan “bilim”; kainatın realitede olmayan/vakıaya mutabık olmayan kainatın yanlış bir kurgusunu yaparak, Allahu Teala ile olan münasebetini gözlerden saklamanın ilüzyonu ve usulü olmakta…), bilgi (knowledge, data, info), inanç-iman ayrımı, İslami Bilim, Bilimsel Bilim’in Metafiziği/Bilimsel İnançlar, Bilimsel Bilgi Virüsleri, agnostizm/septizm (bilinemezcilik/şüphecilik), ateizm (İlahın olmadığına inanma/İlahlık vasıflarını madde-enerji, tesadüf, tabiat vs.’ye verme), materyalizm (maddecilik/İlahlık özelliklerini madde-enerjiden bilme/herşeyi maddeye indirgemeye çalışma), natüralizm (tabiatçılık/görmediği tabiatın varolduğuna inanma/tabiatı ilahlaştırma), içgüdü (sevki tabii/dışgüdüyü, Sevki İlahi’yi kabul etmeyenlerin, varolduğuna inanmak zorunda kaldıkları; hayvanların şuur ve bilgi gerektiren bazı davranışlarını çözdük, açıkladık ilüzyonu uyandıran sihirli kelime), determinizm (nedensellik/kozalite), mu’cize (aciz bırakan; herşey Rabbimiz’in taklid edilemez fiil-iş-eseri olduğu ve yani canlı cansız tüm sebepler ayrı ayrı ve birlikte bundan aciz olduğu için herşey mu’cize, yani herşey salt varlığıyla bile Rabbimiz’e hem ayna hem pencere, çünkü başka fail yok, fail olan elbet İlah olmalı ki bütün bu eşyayı var ve devam etirebilsin…), epistomoloji (bilginin bilgisi), ontoloji (varlığın bilgisi), teoloji, sebep (neden), niçin (niye), sonuç (netice), etki-tepki (su, bitkinin ıslanmasına mı sebeptir, büyümesine mi veya çürümesine mi veya …?), nedensellik (illiyet), sebep-sonuç ilişki/ilişkisizliği, tesadüf, tabiat (doğa), tabii-İlahi-tesadüfi, fizik-tabiat kanunları, İlahi Kanunlar, delil-ispat çeşitleri, mantık, dilin mantığı, kuvvet, imkansızlık-zorunluluk ve olasılık, enerji, olay-olgu, anlamanın anlamı, objektif-subjektif yapay ayrımı, nötr bilgi/ifade imkansızlığı…

Ağaç, meyveyi uzun kollarıyla bize uzatan tablacıdır, Rabbimiz’in ikramını bize sunan hizmetçidir, Rabbimiz’in meyveyi yaratmada ve pişirmede kulllandfığı dokuma tezgahıdır, Rabbimiz’in ni’metini taşıyan merkeptir. Nasıl merkebin yükünden haberi yok, ne taşıdığı, nereye ve kime,  hangi maksatla taşığını bilmez, aynen ağaçta öyle. Yani ağacın değil meyvenin sebebi olması, haberi bile yok varlığından. Burada belirtilen “hiçbirşeyin, hiçbir fiil/faaliyet ve eser/soncuna sebep/fail sebebp ol(a)mayacağı kuralı”, herbirşey için geçerli bir fizik kuralı/bir fizik kanunudur.

Su’yun sebebi nedir? Suyu analiz ederek, bulduğun elelmentlere oksijen, hidrojen diye isim verk, sonra 2 hidrojen, 1 oksijenin bileşimi sonucu su olur demek ve bu olaya bileşik ismi vererek, karışımdan farkını anlatmak; suyun yaratlışını/oluşunu açıklamak değildir. Bu suyun yapıtaşları nedir sorsunun cvabı olabilir ancak. Yani suyun meydana gelişinin esrarengizliği, ilginçliği, mucizeliği, bilinmzeliği hala devam diyor. Yani bizim suyun meydana geliş şekline hayret etmememmizin geçerli bir mazereti yok. Su, canlılık gibi parçalarına indrigenerek açıklanamaz, mantıklı hale getilemez. Bütün’deki özellik ve sıfatlar, cüzlerinde yoksa ki yok, o zaman suyun sebebi 2 H, 1 O değil. Burada belirtilen “….. …… …… ……. ….. ……. ol(a)mayacağı kuralı”, herbirşey için geçerli bir fizik kuralı/bir fizik kanunudur.

Konuyla ilgili daha detaylı bilgi için, önümüzdeki yıl kitap olarak yayımlanması planlanan www.metabilgi.org web sitemize bakılabilir.

Sağlığın kıymeti bilgisi, 2×2=4 eder bilgisi, syunun 100 derecede kayn. bilgisi gibi farklı bilgi çeşit/tabakaları var. Bu tabakalardaki bilgilerin doğr.-yanl. delil-ispatı farklıdır. Rü’ya olup olmadığımızın idelil-ispatı, hangi bilgi kategorisindendir?

“Halbuki, bir dostumun “Bir bilginin doğru olup olmadığını önkabüllerimizden bağımsız olarak anlamamız mümkün mü?” sorusu. Ve”Önkabullerden /aksiyomlardan bağımsız bilgi çeşidi var mı?” sorusu.

Bilim eşyayı manayı ismi olarak okur; anlam/mesajı ilgilenmez, hatta yok sayar.

Yazının sonunda; sebeplerin sebep olamayacağı; kainatın varlık ve işlemesinde Samed olmadığı; ağacın elma yapamayacağı, elmanın teşkil, inşa, terkip veya yoktan yaratılmasına sebep ve tesir sahibi olmasının mümkün değil, muhal olduğu; elhasıl tek sebebin Rabbimiz olup, hiçbir şeyin hiçbir şeye sebep olamayacağı, yani eşya arasında yatay sebep-sonuç ilişkisi (etkileşim, sebep olabilmesi mümkün değil anlamda) olmayıp, herşeyin her haliyle her an Rabbimiz ile sebep-sonuç ilişki, etkileşimi olduğu ve nasıl gündüz ortasında gökteki tek Güneş’i varlığını kabul etmemek, üstelik inkar etmek, mecburen yerdeki her yansımasında, her su kabarcığı, her deniz yüzeyinde milyarlarca aynı ve esas Güneş’in varolduğunun ve yeryüzündeki ısı ve ışık ve renk vs.’nin sebebinin bu milyarlarca aynı ve esas Güneş’ten kaynaklandığına inanmaya ve bu delil-ispat aramaya mecbur bırakır insanı, öyle de … izah ve ispat edilecek inşaallah… Tabiat sel gibi akan ısı, ışık, hava ve zerre-unsurları durdurmak ve şekil vermek ve devamlı tazelenen o kalıpta tutmak için maddi kalıpları yok ki herhangi birşeye sebep olsun, İlahi değil, tabii, doğal olsun. Yani tabii-İlahi, mu’cize olan-olmayan ayrımı yanlış… İman (Çoğumuz yanlış olarak ‘inanmak, inanç’ olarak biliyoruz, doğrusu kök anlamı itibariyle ’emin olmak’ demektir. Anlamının böyle olduğunu tespit ettiğimiz zaman, bunun en genel sonucu olarak; dinimiz İslam’da ‘iman’ inancın değil, ‘bilgi/bilme’nin konusu ve sonucu olmaktadır. Zaten bu, İslami Literatürde (Kur’an-ı Kerim, Hadis-i Şerifler, İslam Alimlerinin söz ve görüşleri gibi) ‘ilim, bilgi, bilme, alim ve akledip, düşünme ve tefekkür’e verilen önem ve değer ve teşvikin ve ilim öğrenmenin farz olmasının nedenlerinden birisi budur. Örneğin, ilmi artanın Allahu Teala’ya sevgi ve saygı, haşyet ve korkusunun artacağından bahsedilmesi; ilmi artanın — doğru orantılı oğarak — dinde anlayış ve ibadette derinliğinin artacağının belirtilmesinin hikmet ve nedenlerinden birisi budur. Yani dinimizde ‘bilgi ve kesinliğe ulaşma cehdi, doğru bilgi, bilme’, başka din-inançlar da olduğu gibi, ‘iman’a aykırı ve zıt ve tehlikeli değil, yukarıda yazılanlardan da anlaşılacağı gibi durum tam tersidir… Yani iman, evren hakkındaki gözlem ve bilgimiz azaldıkça değil, bilakis arttıkça kuvvetlenir veya parlar… Evet Rabbimiz bizden körükörüne, anne-baba, içine doğduğu çevre-kültürden gördüğü gibi taklidi ve gözükapalı, dogmatik bir inanç istememekte ve iman ve İslami olgunluk ve kemalin, ancak enfüs ve afakı okumak ve bunlarda tefekkür edip, akletmek ve içselleştirmekle mümkün olacağını belirtir ve ilim, akletme, düşünme, araştırmayı gerek Ayet ve gerekse Hadisler’de defalarca vurgulama ve teşvik, hatta emretmesinden. Böyle bir mü’min olmayı idealleştirir. Zaten nüfus cüzdanında yazılı kalmayıp, şehadet ederek, yani iman ve İslamiyet’in doğru olduğuna şahit olup, tanıklık edebilmek için “Eşhedü …” diyerek ikrar ve ilan etmenin şart olması bu sebeptendir; yoksa bilmeden, görmeden nasıl şahitlik yapılabilir, delil-ispatları tartmadan nasıl hüküm verilebilirki!… “İman” içindeki ‘akleden kalp’ (“akleden kalp” kavramı Kur’ani bir terminolojidir ki, kafa-kalp bütünlüğüne ve bu ayrımın yapaylık ve yanlışlığına işaret eder) aleminde emin olmak, mutmain olmak ise; “İslam” buna dış kalıp, davranış ve aleminde de teslim olmak, yani göstermek ve ilan etmek: böylece her iki dünyada dehşetli acılardan salim olarak, selam ve selamete ermek demektir. Yani her iki dünyada Cennet’i yaşamanın ve çevrendekilere yaşatmanın adı ve yöntemi olmaktadır; tanıyan tanımayan herkesin senden emin ve selamette olması demektir…)

Okuma yazma bilmediği tarihen de sabit olan Hz. Muhammed Efendimiz’e (S.A.V.) gelen ilk vahyin, ilk emrin “oku!” olması (Alak Suresi ilk 5 ayet); okumaktan kastedilenin “kitap” olmadığını göstermektedir. Zaten “oku”dan sonra gelen Ayetler neyin-nasıl okunması gerektiğinin yöntemini vermektedir: “Oku! Ya…”

Öyleyse biz de; Kur’an dış dünyamızdan ‘akleden kalb’imize şimdi nazil oluyor, şimdi iniyormuş gibi buradan başlayacağız.

Demek kainattaki varlık ve hadiselerde her neye bakarsak, “besmele, Bismillah’la, Allah’ın ismiyle, Allah adına, O’nun namıyla, O’nun halife ve vekil ve temsilcisi sıfatıyla” bakacağız ve okuyacağız. Aksi halde bunun dışındaki tüm bakış, nazar ve amaç-niyet, açılar “tesadüf adına, tabiatın işi, doğa kanunları, fiziki kuvvetlerin tesiri, maddenin eseri, doğanın mu’cizesi adına/Allah’ın fiil ve iş, eseri değil” olacaktır. Böylece her nereye bakarsak, gördüklerimiz bize Rabbimiz’i görme ve çağrışım yapıp, hatırlamamıza engel kesif ve katı bir duvar, bir engel olacaktır. Yani herhangi bir varlık veya hadiseyi okuyup, anlamaya çalışırken ya “Yaratıcısı var(mış)” veya “Yaratıcısı yok(muş)” tarafından bakar ve gördüklerimizi buna göre ifade ve tasvir ederiz. Üçüncü bir taraf veya tarafsızlık yoktur. Kur’an besmele-Kainat bütünlüğü; tevhidi-bütüncül holğstğk düşünce; nazar-niyet…

Kanun nedir? (imam-cemaat): İtibaridir kanun yani maddi ip-kuvvet değil ve sebep değil, sonuçtur iradeyi gösterir. Yani failin iradesini kanun olarak algılar ve isimlendiririz, yani trafik kanunu ile fizik kanunu arasında fark yoktur. (Ayrıca; bu yasa niye var, bu yasanın zorunlu olmasının nedeni ne, bu yasanın sebebişş ne?) Şimdi bir adam var ‘şu hareket ofsayt’ demiş bir kanun-kural koymuş; burada bir kişi ofsayta düşünce ceza aldı diyelim… Veya suyun belli sıcaklık-basınçta sabit bir ısıda kaynaması tespiti-kanunu-olayı; bu sabitlik suyun tabiatındaki (ki eşyanın kendi içinde-zatında mündemiç bir tabiatı oldunu varsayarsak) bir özelliğin doğurduğu bir zornluluk mudur? Yani dışarıdan bir zorunlu iradeye gerek yok mudur? Eğer bu inanç-zanda-hipotez-varsayımda isek, bunun delil-ispatı nedir veya nasıl ispatlayacağız? “Tesadüfen zorunluluk doğdu”ya inanmk ve ispat etmek zorunda kalırsın, A.T.’nın irade ve tercihini inkar edersen veya denkm/teorilerine eklemzsen! Arasıra olan şeyler tesadüfe verilebilirken, devamlı olan şeylerin tesadüfe verilebilmesi, tesadüfün tanımını değiştirmek olur. Peki suyun sabit sıcaklıkta kaynamasına zorunlu tutan sebp neidrveya atomları nelma yapmaya zorunlu tutan sebep nedir? Elmanın olma ihtimaliz yüzde 20 ihtimalse, bu ihtm niye hep yüzde yüzmüş gibi hep gerçeklewşiyor?

Eser fiilsiz, fiil failsiz ol(a)maz. Yani fail-fiil-eser. Yani yazı yazarsız; kitap katipsiz; inşaat mimar-mühendis-ustasız olmaz; harf-kelime-cümle gibi bilgi paketçiği taşımatan, karmakarışık bir karalama bile karalaynsız-yazarsız, yani failsiz ol(a9maz. Fail demek hayattar olup, cansız nesne-maddeleri etkileyen-hareket/faaliye geçiren, kullanan demektir. Yani fail asıl sebeptir; diğer sebebpleri sebep eden vasıta kılan, kendi başına hareket edemeyen cansız sebep-araçları harekete geçiren/faaliyete sokan demektir. Yani ‘fail’ tanımı icabı canlıdır, ilim-irade-kudret sahibidir. Karar veren, tercihte bulunan, uygulayan demektir. Yani fail ‘kim’; sorusunun cevabıdır, ‘ne’ sorusunun değil. Buna göre arı bal yapan/veren değil, ağaç meyve üreten/veren değil, tavuk yumurta imal eden/veren değil, toprak bitki inşa eden/veren değil, bulut yağmur terkip eden/veren değil, dünya atmosferi teşekkül ettiren/veren değil; fail (asıl sebep) değiller hçbiri. Elmanın olabilmesi için hangi nesnelere ihtiyaç var dünya, toprsk, güneş, hava, yağmur (su), ağaç-dal-yaaprak kabaca. Başka? Bunların senkronixe edilmesi ve faalite sokulması. O zaman elmanın faili/asıl sebebi kim, elmanın olması için tünm kainat fabrikasına ihtiyaç var. Elmayı bixe rızık olarak kim ni’met edebilir? Rabbimizden başka hiçbir sebep sebep olamaz. Çünkü tüm kainatı alet çantası olarak kullanan bir sebep ancak İlah olabilir, Rabbimiz olabilir. Bunu kabul etmemek için, elmanın sebebi/faili olarak tüm kainata sözü geçen Rabbimiz kadar güçlü bir sebep bulmalı ki bilim, iddiasını ispatlayabilsin. Bilim’in tek bulabildiği sebep “tesadüf”, halbuki arasıra olan şeyler tesadüfe verilebilse de ewlma gibi devamlı olan şeyler verilemez. Tesadfü zorunluluk doğrdu da denilemez; ünkü tesadüf tesaüftür zorunluk doğrmaz; zorunluluğu ancak hayattar bir ilim-irade-kudret sahibi sdoğruabilir…

“Bulutları taşıyan ve sevkden fail/özne kim?” Sorusunu sormak literatüründe yasak ve haramdır bilim’in ama “bultları taıyan ve sevkeden sebep ne(ler)dir?” Çok farz bir sorudur Bilim’de… Halbuki rüzgar edilgen/nesne lup; fasil/özne olarak lanse edilmeai safsatadır. Safsatadır çünkü rüzgar’da fsaşil/özne lmak için gerekli ve yeterli şartlar yok…

Bilimsel Bilm’de “kim, fail kim, özne kim, tüm sebepleri koordine edip, kullanan fail/özne kim, yani asıl sebep kim” sorusu yoktur; gözlemledyip, incelediği olaylarda fail/özne aranmaz. Bunun yerine “özne/fail kim” sorusu, “ne, sebep ne” sorusu ile takas edilmiştir. Özne/failden bahsetmek zorunda kaldığı durumlarda; “nesne”yi failmiş/asl sebepmiş gibi gösterir.

Bilim olay/olgulardan baaahseder de denilemez, çünkü olgusal yani nötr ve tarafzı /objektif ifade/tasvir mğümkün dewğildir, çünkü failde/özneden bahsedilmeyen bir ifade/tespit/tasvir/gözlem; olgusal bir ifade değildir. Fail/özne yani katilden bahsetmedden “tüfek adamı vurdu” demeye benzer bu. Veya arı bal yapar demeye benzer; burada tüfek ve arı fail/özne mertebesine yükseltilerek; bir durum/olatın tespit/tasvirin olgusal ifadesinden değil, yorum katılmış/nötr olmayan yani faili  gizleyen veya yok kabul eden bir ifadeyle karşı karşıyayız…

Halbuki fiil failsiz ol(a)maz. Bu sebepten; ne sorusuna verdiği cevap, fail yerine ikame edilmiştir. Yani Bilimsel ifadelerdeki “nesne”ler, özne olarak sunulma safsata ve demagojisi yapılmaktadır. Böylece insan zihnine nesneleri, olayın faili/cümlenin öznesi gibi göstererek, hurafe ve safsatayla sahte bir gerçeklik inşa edip, kurgulsmıştır.

Peki fail kim sorusu niye sorulmaz, fail niye aranmaz? Bu Bilim’deki en temel varsayımlardan olan; “olayların arkasında mddeyi kontrol eden, sebepleri biraraya getip, koordine eden canlı ve ilim-irade-kudret sahibi biri yoktur” inancıdır.

Bilim kainatta tespit ve tasvir ettiği ve isimlendirip, sınıflandırğı maddi hadiselerin failini-öznesini yani asıl sebebini söylemez, saklar ve akla böyle bir soruyu da getrimemek için, nesnesini failmiş gösterir. Yani tüfek sebebiyle adam öldü der, yani etkilnen nesne olan tüfeği failmiş/sebepmiş diye gösterir; tüfeği ateşleme ilim-irade-kudretine sahip olan kişide bahsetmez. Bu tercihte bulunan, niyet eden ve cansız tüfeği/nesneyi kaldırandan bahsetmez. Evet tüfek nesnedir, etkilnenedir; insan fail-öznedir, etkilyenedir.

Bilimsel Bilim’in kainattaki varlık ve olayları “açıklama, izah, tasvir” diye yaptığı bilimsel ifadeler, dikkat edilirse ilk ve son tahlilde “fabl”dır. Yani cansız eşya ve bitki – hayvanları kişileştirmedir, onlara insani özellik ve sıfatlar yüklemektir. Bilinmdiği gibi edebiyat’ın fabl türünde cansız nesne veya hayvanlar konuşur, mantıki tercih ve davranışlarda bulunurlar… “Ağaç, elmanın sebebidir. Arı, bal yapar. Tavuk, yumurtanın failidir. Bitkiler, fotosentez yapar. Toprak, bize ürün verir. Hücre, protein sentezler. İnek, süt verir.” Bu cümleler, fail yokmuş gibi ifadeleridir veya nesneyi, özne (fail) gösterme ilüzyou bilinçaltına (bilincimizin filterelerine takılmadan, ki takılsa saçma olduğu anlaşılacak) şırınga edilir. “Tüfek adamı vurdu” cümlesi ne kadar doğruysa, yukarıdaki cümlelerde o kadar doğrudur, yani saçmadır, göz boyamadır. Bu cümlelerdeki 3 yanlış şu: 1) Nesne, fasil (özne)ymiş gösteriliyor, 2) Mesela 3lmanın sebebi tüm kainatken, tek bir sebep var ve yapabilirmiş gibi gösteriliyor, 3) Fail/özne, tanımı itibariyle ilim-İrade-kudret ve tabiiki hayat, görme, işitme gibi özellikleri olmalı ki fsail/özne olabilsin. Halbuki arıya sorsak ne yapıyon veya ağacaelmayı nasıl yapıyon? Değil nasılı, varlıklarından bile haberleri yok. Peki bilim neden böyle bir yalan  kurguluyor? Aslındahemen hemen tüm bilim dalları, hemen hemen tüm ifadelerinde, bilinçaltımıza şu mesajı tekrarla telkin ederek bizi programlar, efsunlar. O mesaj şu: Evrendeki herbirşeyin var olması ve varlığını deam ettirme ve işleyişinde herhangi bir doğaüstü sebep/neden/fail/özneye gerek ve ihtiyaç yok; yani varlık ve hadiseler, ene sistem içinde başka bir sebeple açıklanabilir; yani herşey ‘(Madde ve enerji+Tesadüf ve zorunluluk)xZaman’ formüküyle nedensellenip, izah ve tasvirve açıklanabilir; yani Samed olan A.T. değil, maddedir; ezeli ve ewbewdi olan A.T. değil, maddedir; rızık veren bir Rezzzak yok, madde var; hayat veren bir Hay yok, madde var; şifa veren bir Şafi yok madde var; yani herbşrşey madde-enerjiye indirgenebilir; yani A.T. gerek  yok, ihtitaçta yok. Bilim herşeyi çözdükçe A.T. inacına gerek kalymacak, yer tanrısı, gök tanrısına gerek yok. İnsanlar sebebini bilemedikleri-bulamadıklaeı şeyleri eskiden, tanrılara verirlermiş.”

Çocuk anne-baba ve çevresinden hep A.T.’ya rahmet hazinesinden ihsan ettiği ni’metler için O’na karşı sevgi ve minnet hisleri duymayı öğrenmiş, O”nun sevgi ve ihsanına karşılık fıtratında bulunan kendini sevdirme ve karşılığında teşekkür ve ve sevgisini gösterme iştiyakıyla şükür ve ibadetlerde bulunuyormuş; ta ki okula başlayıp, eline birkaç fizik-kimya, biyoloji kitabı geçinceye kadar. Okuduğu ders kitaplarında o çok sevdiği A.T. hiç geçmiyormuş. Derslerde alatılan madde ve kainatta A.T.’nın hiç geçmemesi, çocuğun biliçaltına şu virüsün girmesinini sağlamış: “Kainatın varlık ve işleyişinde doğaüstü bir güce hiç gerek ve ihtiyaç yok, kainat bir saat gibi tıkır tıkır işlemektedir”. Bu drumdayken hiç kimsenin çocuğa ateizm ve materyalizmin propagandasına yapmasına gerek yokmuş; bilimsel bilim bunu çok daha ince ve etkili ve farkettirmeden zaten yapıyormuş. Öğretmenlerinin çiziği kainat tasvir ve kurgusuyla, ane-babasının anlattığı kainat , birbirine hiçbenzemiyor, benzemek şöyle dursun birbiriyle çatışıyormuş. 2 kainat arasındaki mesafe ve uçurumu görünce şaşkınlık ve yaşadığı şokla sendelemiş çocuk; bir ara tökezleyip, ayağı sürçerek uçurumdan yuvarlanıyormuş. Sonra 2 meafe arasındaki uçrumu nasıl dolduracağını, hiç değilse arada geçiş için bir köprü kurup kuramayacağını düşünmüş. Evet çelişkiyi gidermesi gerekiyormuş, yoksa 2 kainattan herbiri diğerine yaşam şansı tanımıyormuş, biri ya ölecek veya gidecekmiş. Okuduğu dersler çocuğun tabi olduğu İslamiyet’e “metafizik” diyerek fiziki kainat ve yaşamdan ötede bir yaşam hakkı tanıyormuş. İslamiyet’te bilim’e ateist-materylizmi (ve natüralist ve determinist) enjekte ettiğini, bilimin kainat tasvirinin asıl fiziki evrende bir karşılık ve geçeliliği olmadığını, yani bilİmin kainat kurgusun asıl metafizik olduğunıu söylüyormuş. Mkrodan maroya her varlık ve işleyişin asıl faili olan A.T.’yı gözlerden saklmak için, binler sahte fail ve sebep ve sanal kavram uydurduğunu söylüyormuş. Evrende yaptığı gözlem ve incelemeleri yalın olarak (yani vakıaya mutabık) ifade etmeyip, ateist ve materyalist yorumlarıyla iade ettiğini söylüyormuş. Mesela ağacın elma, arının bal yapamayacağını bile bile “ağaç elma yapar/elmanın failidr/elmanın sebebidir/sebeplerinden biridir” diye defalrca tekrarlamasını telkin-proopaganda-hipnoz kapsamında olduğunu, iNsanların artık bu krguya inandığını söylüyormuş. Gözlemin hak ve yalın ifade etse, görülenin sadece “ağaçtan elma çıktığı, arıdan bsalbal çıktığı” olduğymuş…

Görüyoruz ki cansız ve şuursuz ve bilgisiz ve iradesiz ve güçsüz ve kör ve sağır atom noktacıkları, mantıki olarak imkansız bir biçimde, kendi özelliklerinin zıttı hareket ediyorlar ve bunun sonucunda kendilerinde olmayan özelliklerde yapılar oluşturuyorlar; mesela cansız aomlar belli şekilde organize olunca canlı organizma çıkıyor. Yani hareketleri ve hareketlerinin soncunda ortaya çıkan iş, eserlere “biz kafa kafaya verdik, aramızda anlaşarak şu meyveli ağacı inşa ettik, şu nakışlı çiçği yaptık, bu düşündne canlı insanı yapt” diye yalan bile söyleyemzler, çünkü başta canlı değiller! Faraza canlanıp, deseler bile kimseyi inandıramzalar. “Yok bunları atomlar yapmıyor, onlar sadece binadaki tuğlalar gibi yapıtaşı”. Ya kim ya da ne yapıyor? “Tabiattaki bazı sebep, enerji, fizik-kimya kanunları atomları yönlendiriyor, yönetiyor, onları organize ediyor.” Yönetmek, organize etmek bir hayat ve şuur ve ilim ve irade ve kudret sahibi bir Zat’ın işi olabilir, sakın atomları yönetip, organize eden A.T. olmasın! Çünkü tabiat, sebepler, fizik-kimya kanun, enerjilerinde bunların hiçbiri yok. Ayrıca cümlenizdeki bilgi ve mantık yanlışları var. 1) Tabiat diye somut bir varlık yoktur, bu süreçlere bakarak zihnimizin üretip, isimlendirdiği bir soyutluktur. 2) Aynı şey fizik-kimya kanunları için de geçerli. Hem kanun, neden değil sonuçtur. Yani maddenin davranış şeklidir, maddeyi öyle davranmyay zorlayan bir kuvvet değil; zaten adı üstünde “kanun”, kuvvet/enerji değil ki maddeye etkisi olsun. 3) Kainatın bütünü vahdet, herbir cüzü de ehadiyet damgasıyla damgalanmıştır. Ve bu damgayı, faraza sebepler failimuhtar dahi olsa taklid edemez. Cümleyi yazan kelimesini yazandan, kelimeyi yazan harfi yazandan başkası olamaz. Ormanı yaratan, içindeki ağacı yaratandan, meyveyi yaratan ağacını yaratandan başkası olamaz. O halde elmanınsebebi kim ise ağacın da sebebi o, dünyayı çevirip elma mwevsimini getiren de o, güneşi oraya, ayı buraya çakan da o olmalı ki “elmanınsebebi” unvan ve payesini alabilsin! Elma kainat fabrikasında imal edilioyr. Demek “sebep-sonuç” dierek, eşyayı biribir arasında yatay münsasebet kurmak zihni birşemadır, yanlış bir zihni kurgudur, realitede karşılığı yokktur. Demek herşeyin dikey olaarak sebebi A.T.’dır. 4) Sebep-sonuç isimlendirmeleri yapay olup, bir de hakim-mahkum çelişkisine yol açar. 5) kalıbın da kalıbı gerekir gibi, sebebin de sebebi gerekmesi zorluğunu doğurur ve sebebplerin de sonsuzluğuna yol açar. 6) Bütün’ün her zerresi için ayrı sebep; bütün’ün parçaları için de ayrı  ayrı sebbepler gerekir. Sebbep mikrodas mı, makroda mı?

Ahiretin geleceği delil-ispatlanabilir ama yarının geleceği  veya bizim ulaşıp-ulaşamayacağımız ispatlanamaz. Demek ahiretin elceği yarından daha kesin ve dellillidir.

Sıcak-soğuk tekvini emirlrdir ki cansız madde o emre göre hareket eder. Yani Rabbimiz soğuğun lisanıyla suya “”don” emrini verdiği  zaman su bu mere itaatsizlik edemez. Uzaktan kumanda…

Şeytan direkt inkarı hemen hemen hiç kimseye yutturamayacağını bildiği için, şirkle işe başlar. Yani küçük küçük lokmalar halinde Rabbimizin malını hırsızlar, tabiat-tesadüf-sebeplere havale eder. Böyle böyle tüm kainat ve içindekileri çalar; kainatın içindekileriyaış/yapıyorsa kainatı da sebepler yaratmış demektir; ağacı sebepler yapmışsa, diğer ağcı, sonra tüm ağaçları/ormanı sebebler yaratmıştır der. Hırıszlamak için ancak ve sadece A.T. Gibi sıfat/özellikleri olan bir Zat’ın sıfatlarını daçalar sebeplere taksim eder; ezeliyet gibi… Zaten K.K.’de putlara tapanlar ortak/vesile/şefaatçi diyor onlara yoksa kendi elleriyle yaptıkları odun parçalarının güçleri olmadığını bilmeyecek kadar geri zekalı değilllerdii! Nitekim ayette “elbette Allah diyecekler” buyuruluyor. Şeytan aynı şekilde ebedi yaşayacağına inandırmayacağını bildil ği insana yarın yaşayacağını/ölmeyeceğini söyleye söyleye sahte bir devamlılık vehmile ömrünün sonunu getiririr…

Bir ağacı sebebp-tabiat-tesadüfün yaptığına itikat için, bunun ispatı gerekir. Hem bir uzay gemisinin özelliklerine barındırdığı bilgi ve teknojiye bakıp, bunu tabiat-tesadüf-sebeplere vermenin hiçbir nedni ve gereği yok ve bunu ancak birden çok fabrika ve bilgili insan ve org.’nun işi olabildiğini düşünür ve hatta kesin bilirken ve diğer ihtimale değil ihtimal mümkün, bilakis muhal olduğunu bilirken; o uzay gemisinden binlerce kat daha bilgi ve teknolji ve kainat fabrikası ve org. Gerektiğini bilmemize rağmen bunu A.T. Yerine hayatsız, şuursuz, kör, sağır sebebplere; nere duracağını bilmeyen kalıpları / sınırları da olmayan kuvvet/enerji-zerrelere vermenin mantığı ve tutarlılığı yoktur! Bir araba için bile ihtimal vermeyeceğimiz, hatta aklımızın ucundan geçmeyecek şeye, kainattaki eserler için değil olabileceği, olduğuna kandırmıştır bilim…

Eser tesadüf değil, zorunludur der bilim. Kainatların süresi ve denemeler, avantajlı olanların devam etmesi, bir zorunluktur ve ihtimalhesaplarına göre zorunludur der bilim. Yanimadde+uzun zaman=herşey der. Halbuki bunun ihtimalle ilgisi yoktur; yani cansız zerrelerde olmayan özellik toplamında/bütününde olmasu imkansızdır. Mümkün hatta vaki olsaydı, o zaman ihtimal hesapları yapmanın bir anlamı ve tutarlılığı olurdu…

Bilgi ve inanç diye 2 ayrı kategori var mı? Halbuki tüm ve her türlü bilgi “inanç” dayanır başlanıgıçta ve sont ao bilgi’nin işlenmesinde de diğer “inançları” doğurur bu ilk inanca dayalı bilgi… Doğru bilgi olduğu inancı (doğur biliyorum, yanlışeğil), bu doğru bilgi yarın doğruluğunu kaybetmeyeceği inancı (değişmezliği inancı). “Ateş yakar” bilgisi gibi bilgiler için bile geçerli bu. ELini uzattığın ateşin yaktığı bilgisi, tüm eline tutmadığın ateşlere doğru bir genellemeye yol açar. Elini tuttuğun ateşin yaktığınının delil-ispatı elini tutman sonucu elinin yanması ama diğer elini tutmdığın hatta görmediğin ateşlerin yaktığının delil-ispatı yapılmamış; sen 3-5 örenek ve gzölem -deney üzerinden tüm ateşlerinyaktığı inancı/teoiris geliştiriyorsun tümevarımla…,

İslâmÎ Bilim’in aksiyom/postulat/paradigması/temeli nedir?

Tevhid’dir. Yani :

Köken olarak “şirk” çoktanrıcılıkla eşanlamlıdır, (asıl tek Tarnrı’ya aracılık edenlerin varlığı veya birden fazla Tanrının varlığı veya Tanrıya ait bazı sıfatların başka nesnelere verilmesidir/ osıfatlarda ortak koşulması-olunduğu inancı) fakat burada şirk yaratılmış bir nesneye, A.T.’dan (nesnenn varlık ve devamında) bağımsız bir ömevcıdiyet atfetmek anlamın agelir, bu da bazı Tanrılık sıfatlarının o nesnede olduğu inancı/önvarsayımı anlamın agelir; bu da kainatın tamamı veya bir kısımındaki varlık v enesnelerin A.T.’dan bağımsız/A.T.’ya ihtiyacı olmadığı ve böyl ebir hipoteze gerekte olmadığı inanç/iddiası anlamın agelir…

Bunun delil-ispat süreci nereden sağlanır?

2 temel yoldan : Enfüsî Araştırma-Gözlem-Deney ve Afakî Araştırma-Gözlem-Deney. Yani:

Enfüsî olarak “İnsan (insandaki benlik, kâlp, akıl, vicdan, hayal, vehim, göz, kulak, burun gibi cihazların optimize edilmesi, odak ayarı ve optimizasyon edilerek çalıştırılması” ve AfAkî olarak “Kainat – Kur’ân’-ı Ker.-Peyg.”den gelen araştırma-gözlem-deney ve bilgilerin burada işlenmesi.

Kainat onu sorgulayış biçimimizden bağımsdız değildir; yani ona ne/nasıl sorarsak ona göre cevap alırız. MesElâ: Yağmurun yağma hadisesi neden – nasıl-niçin olduğuna dair bir araştırma-gözlem-deney ve bunun sonucunda teori inşa edecek 2 kişi düşünelim… 2 türlü incelenir; ya A.T.’dan bağıumsız/kendi kendine/İlahî değil tabiî bir fizik olayı/tesadfi inancına göre vay atam tersi.

1’e göre gözlem – deney araştırma yapan, her elde ettiği ham veriyi bu inanç – ontolojik kurgusuyla çelişki arzetmeyecek/tutarlı olacak şekilde anlyacak ve bilimsel ifadelerini öyl ekurgulayacaktır (oluşturduğu teordei mecburen A.T.’ya atfetmesi gereken çözemediği boşlukları “tesadüfi, tabii” gibi inanç ve kavramlarla doludracaktır) ve bu sürecin sonucu elde ettiği resim, bilgi ve anlayışı, o temel inancının delil-ispatı olarak görecektir. Kendisi bu fasid daire içinde dönecektir.

2’si de A.T.’nın kanunu/sünneti/ayetini inceliyorlar, fakat 1’cisi buna tabiat-fizik kanunu diyor, diğeri ilahi kanun diyor. 2’si de okanunlara uygun hareketettiği için aynı teknolojik başarıları elde ederler. K.K.’deki namaz kıl emri-kanunun uyduğu gibi; soğukt akalma üşürsün, yüksekten atlama yerçekimi kanunu mucibince düşersin gibi… K.K. kanunlarına uymamanınz eczası ekseri ahirette; Kevni Kainat Kan. uymamaının cezası ekseri dünyadadır çünkü.

2. bilimadamı önce K.K.’e sonra H.Ş. ve Sahabe-Tabbin-T.Tabiin ve müçtedid ve sonra diğer İslam Alimlerinin söz-eserlerin ebakacak. Mesela K.K.’de “yağmuru indirdik” A.K.’ne bakarak; teorisini bu ontolojik düzlemde kuracak ve bulduğu herşey bu ont. düzleme uygun puzzle olacak… EWnbaşta “indirdik” kelimesine bakarak,yağmurun yeryüzüne inişinin, yerçekimine bağlı olan bir fizik kuralı olarak bakmayacaktır (yani “A.T. olsa da olmasa da o yağmur damlası zaten yere düşer yerçekimiyle, çünkü ilahi değil fiziki ve tabii bir doğa olayı bu, ilahi olat-icraat-faaliyet değil” demeyeceketir… Artı olarak A.T.’nın icraatı olması, yerçekimiyle düşmesine zıt çelişik dğil; bilakis tutarlı ve A:T.’nın icraatı olduğunun delil-ispatı yerçekimi zaten.)… Sonra yağmurun hızının sabitliği ve yavaşlığı ve aerodinamiğini inceleyerek, bunun hızını ve yeryüüne okşar gibi inişini yeryüüzndekileri bilir ve düşünür birisi ayaramış olmalı, bu da ancak A.T. olabilir, çünkü O’ndan başkası bunu planlayacak ilim-irade ve kudrete ve merhamete sahip değildir der. Bunun sebebi olarak ve faili olarak, A.T.2dan başka sebep/fail olma ihtimali olursa -ki ben yok diyorum – o zaman teori ve kurgusu güvenilirkten düşer… Diğer bilimadamı kendi inancıy akurguladığı ontoloj ve terisiyle bunu tesadüfe verecektir; yani A.T.’ diyeceği boşlukları “tesadüf” kavram/inancıyla doludracaktır.  A.T. olduğunun delil-ispatı yaümurun hızı ama tesadüfün delil-ispat ne? Yok!… Yani A.T. diyen bunun delil – ispatlarını heryerde gösterebilir; ama tesadfü diyenin delil-ispatı teorik ve pratik olarak mümkün değildir; yani tesadüf olsaydı bile bunun delil-ispatı mümkün değil. Birşeyin tesadüf olduğunun delil-ispatı ne olabilir? Ama tesadüf olmadığının delil-ispatı hem kainattaki düzen ve birlikle düzenle ve hem de A.T.’nın yaptığının delil-ispatı yapılarak 2 yolla gösterilebilinir.

Peki Ate-Mate-Nat.-Det. Bilim yerine İsl. Bil.’e geçmenin pratik değeri ve ek artıları olmalı ki, bunu diğerine tercih edelim. Aynı tekn. souçlara ulaşacaklar ama ham veri ve işlnemiş bilgiyi farklı ifade ve yurmlayacaklarsa, niye değiştirelim şimki Bil. Bilim’i?

(“Bilimsel Bilim” ve “İslâmî Bilim” Arasındaki Farklar ve Hangisinin Kurgu, Hangisinin Kâinatın Gerçek Resmini Verdiği Hakkında.)

Bilimsel bilim için kainat samed ve ebedi ve ezeli ve kayyum vs…

B. B.’in eksik, yanlış ve zrarlrından dolayı bırakmalı, bu durumla lekelenm. İ. B.’e bu sebepten geçmeliyiz. 1) İnsanı fakirl., 2) 2 dünya savaşı, (gerçi bunalrın tek sebebi bilim değil) … + 3) hayatı kolaylaştırmıyor, yan, çam. Mak.’l açam. Yıkanınca hay. Kolaylaştırıken, 10 yerden zorlaştırırarak bunun bedelini pahalıya ödetiyor… 4) Ekoloji…

İsl. Bil. Olsa ve uyg. İdi; atom bombası yapılır ve 2 Dünya Sav. vs. çıkar mıydı?

‘Tohum ve toprak, ağacın sebebidir’ demek; tohum ve toprağı (gizlice) Cd ve bilgisayara benzetmek ve öyle olduğuna inanıp, karşımızdakini de buna ikna etmeye çalışmak demektir. Halbuki ne toprak, bilgisayara ve ne de tohum, Cd’ye benzemez.

‘Bir an’ geçmiş ve ‘bir an’ geleceğe gidemiyorsak; fizikî ve maddî vücudumuz o ‘1 an’da sıkışmış, sadece ‘an’lık mevcudiyetimiz var demektir. Demek varlık ve hareketi, ‘an’lık yaratılmalarla oluyor (yer değiştirmek, bilgisayar ekranındaki pikseller gibi; burada yok olup, orada var olmak gerekiyor). O hâlde, nesneler arasında ‘sebep – sonuç’ gibi, yatay nedensellik ilişki ve mekanizmaları yoktur, bu ilgi – ilşkiyi zihin kuryoe, sonra eşyaya giydiriyor.

Kainatın yaratıcısı olmadığına inanmakla (yani kainatın yaratılmadığına, yani madde-enerjinin başlangıcı ve sonu olmadığına / ezeli ve ebediliğine inanmak) ile madde-enerjinin değil, Allahu Teala’nın ezeli ve ebedi olduğuna inanmak arasında inanç bakımından niçin fark yoktur? Bu 2 inanç arasında, delil-ispat ve bilgi kategorisi açısından ne gibi farklar vardır?

Taştan deve çıkması mı mu’cize, yumurtadan kuş çıkması mı?

Kainatın tesadüfen, rastgele olduğuna ve devam ettiğine (delilsiz-ispatsız, gözlemsiz) inanmakla, varlık ve işleyişinin Allahu Teala tarafından olduğunu (delil-ispatlı) bilmek arasındaki farklar nelerdir?

İçgüdü mü, dışgüdü mü?

Tesadüf’ neden Bilimsel değildir ve neden olmadığı halde var kabul edilmiş ve tesadüf neden ispatlanamaz?

Zorunluluk’un delili var mıdır veya zorunluluk neden ispatlanamaz?

Mantıkî İmkansız ile Deneysel (ampirik) İmkansız farklıdır.

Kainatta herşey, imkansızın gerçekleşmesidir.

Tabiat diye somut bir varlık var mıdır? Zihin dışında somut bir varlık değildir.

Fizik Yasaları maddeye neden etki edemez?

Tabiat Kanunları var mıdır?

Bilimsel Bilim’e hâkim olan paradigmalar

Kuvvet, enerji, alan, uzay soyut mudur, somut mudur / gösterilebilir mi?

Bilimsel Teoriler ile Fiziksel Realite (varlık/gerçeklik) arasındaki mesafe.

Bilim neden A. T.’yı sebep olarak görmez varlık ve işleyişin?

Bilimsel Bilim’in gör(e)mediği veya ateist-materyualist felsefesi icabı görmek istemediği İlâhî Fizik Kanun-Hakikatleri/Fiil – Eser Örnekleri:

Temizleme Fiili – Temiz olma Eseri – Temizlik Hakikati (Kanunu) – Temizleyici Faili

(İsm-i Kuddus’ün Tecellisi)

Biraz sonra yazacaklarımız şu temel üzerine bin aedilecek : Herhangi bir konu veya eser üzerinde görüş belirtriken ve herhangi bir fikri savunurken; sözlerimizi doğru olduğuna inandığımız, doğruluğu (ispatlı vey aispatsız) baştan kabul edilmiş bazı önvarsayımlarımıza (veya aksyiom, postulat) bina ederiz. Herhangi bir konu hakkındaki düşünce ve sözlerimiz, bu arka plandaki zemin üzerinden yeşerir ve büyür.

Öyle de, kâinat üzerinde herhangi bir şeyi gözlemyip, konu hakkında tasvir ve açıklamalrad bulunurken ya “Yaratıcı İlahı var(dır)” önvarsayımıyla hareket eder veya “Yaratıcı İlahı yok(tur)” önvarsayım, inançlarıyla hareket eder (ikisi de bir inanç biçimidir) ve ifade biçim – tespitlerimizi buna göre şekillendiririz. Yani her fikir ve bilgiyi ifade biçiminin bir ontoloji ve metafizği vardır. Bu başlangıç noktası, birbirinden giitkçe uzaklaşan bir yol ayrımının başlangıcıdır. Bizim kainat ve işleyişi hakkındaki ifade biçimimiz ve açıklamalrımızın rengi ve keşiflerimizin (hatta sınıflandırma, isimlendirmelerimizin) ne olacağı (vey ne olmayacağı) konusu burada belirlenmiştir artık. Bu 2 yoldan biriiçin tercihe bulunup, yol açıkmış birisi için, bu yoldan vazgeçip, diğer ukzalştığı yoal girebilmesi, başlangıç noktasındaki seçimini değiştirmekle mümkündür, yani diğer yolda mesafe alabilmek için, gerisin geriye dönüp, başlangıç noktasına dönmesi gerekir.

Başlangıç noktasında yaptığımı zilk tercih, diğer tercihlerimizi belirler ve son tercih, ilk tercihe bağımlıdır.

Buraya kadar yazılarnları bir örnek üzerinde izah ve ispat etmeye çalışırsak, zihnimizde dah anet bir resim çizebiliriz.

Görmediği için Rabbimiz’i kabul etmeyenler, görmedikleri Tabiata Rab’lk vermekte bir çelşki görmezler. Ve Rabbimizin fiil – eserlerini, Rabbimiz’den görmeyip, kopartarak, bir ihaın yapabileceği – yaptıı fiil – eserleri, aciz – camid, şuursuz “tabiat- tesadüf, içgüdü vs.”nin yaptığı – yapabileceğine körükörüne inanmak zorundalar. Tıpkı yerdeki güneşin yansımalarını tek ve devamlı olangökteki büyük güneşe vermeyen birisinin, yerdek milyonlarca her güneş yansıma, aksini aynıgökteki güneşin büyüklük ve özelliklerinde kabul etmeye ispatsız körükörüne inanması zarureti hasıl olması ve günzün aydınlık ve ısıısının kaynağının bu milyonlarca güneşten kaynaklandığına inanması mecburiyeti hasıl olması gibi… Yani tabiat, tesadüf vs demelerinin nedeni bunu ispat etmiş olmaları değil; ilk başlngıç noktalaıdır asıl neden. Allah dememek için, tesadüf, tabiat,içgüdü vs. diyorlar, hem de ispatsız olarak inanmak zorundalar buna, çünkü ilk çıkış noktaları bun amecbur ediyor kendilerini…lan, detayları görmekten vazgeçecek veya detay parçaları görmek isteyen bütün’ü görmeyi amacının dışında tutmak zorunda kalacaktır.

Örneğin seyrettiğimiz bir filmde, oyuncuların hareketlerine ve olaya odaklanan bir kişi için, filmdeki diğer detaylar (meselâ “duvardaki tabloların sayı ve içeriği, odadaki halının rengi” gibi) bilincine yansımayacak veya zihnine kaydedilmeyecektir.

Demek gözlediğimiz şeyin “nokta” gibi çok küçük bir parçasına odaklanabiliyoruz, diğer binlerce noktayı (ve noktaların oluşturduğu bütünü) görmüyoruz.

Kişi hangi konuda uzman olmayı düşünüyorsa, sadece o konuya odaklanacak; ihtisası dışında kalan olaylar onun için ya flu gözükecek veya hiç gözükmeyecektir. Biyoloji, fizik, kimya, tıp, astronomi ve alt dalları, herbirisi böyle değişik bakış açı ve amaçlarına örnektir.

Sonuç olarak : Kâinata bakarken amacımız; nereye – nasıl bakacağımızı, yani bakış açı ve yöntemimizi belirler. Bakışımız, bir kameranın objektifi gibi olup; nereye odaklanıp, zoom yaparsak, diğerleri flu olmak veya objektifin menzili dışında olmak zorundadır. Buradan “bakış açısı ve amaç”ımızın ayrıca sınırlarımızı belirlediğini anlıyoruz.

Kaynağını unuttum : “Sorgulamalarımız, bakış açımızdan bağımsız değildir” ve “Neyi ararsak, onu buluruz.” ve “Evrene hangi soruyu sorarsak, ancak onun cevabını alırız.”

Bu kısa girişten sonra gelelim asıl konumuza.

BİLİM’E HÂKİM OLAN FELSEFE veya BİLİM’İN BAKIŞ AÇI – AMACI

Sonda söyleyeceğimizi başta söylersek : Doğuşundan bugüne Bilimsel Bilim’e hâkim olan felsefe, (bilim felsefesi) yanlış, yani Bilim’in huy ve karakteri ve buna bağlı olarak şekillenen bakış açı ve amacı ve bundan kaynaklanan bilimsel ifade ve davranışları yanlış ve eksik.

Bilim’in makrodan – mikroya kadar yaptığı gözlem – ölçmeler doğrudur ve yanlış olanlarını da ileride düzeltir; fakat gözlemlerini maddede sınırlı tutarak (halbuki maddeyi gene maddeyle açıklamak ve böylece madde ötesine atıf yapmaya gerek kalmaması için; ilk önce, maddenin sonsuz sayı – süre – mekânda olduğunun imkân ve ispatı gerekir ki evren ve işleyişini gene evren cinsinden bir maddî madde ile nedensellememizin rasyonalitesi, sağlam bir tabanı olsun!) ve bu gözlemini de yanlış anlamlandırma – ifadelendirmede çok büyük yanlış ve eksikleri var.

Bilim bu hâliyle, bulduğu doğruları bile, bu yanlışlarına meşruiyet sağlamak için kullanmaktan çekinmiyor. Ve daha kötüsü, bu bir yanılma ve sürçme değil, bunu bile bile yapıyor! Yoksa genelde (başlangıçta bozulmamış olan) tüm hak dinleri ve özelde İslâmiyet’i, mistik ve irrasyonel görüp; din’i, psikolojik ve toplumsal ihtiyaçlardan doğmuş sosyolojik bir insan ürünü diye nitelendirip; “görmediğime inanmam” diyerek reddederken; görmediği ve laboratuvarda bile ispatlayamadığı (ki laboratuvardaki kontrollü olduğu için, “tesadüf”ün tanımına zıt) “tesadüf”e kâinatın işleyişinde en temel ve birinci rol vermesi, bütün bu varlık ve işleyişin İlâhî değil, tesadüfî olduğu önvarsayımına, görmeden ve delil – ispatı olmadan inanması, bunu bile bile yaptığının ispatı.

Bilime hâkim olan ateist ve materyalist felsefe ve “tesadüf” gibi metafizik hurafelerin etkisi altındaki bilimadamları, İslâmiyet’e gösterdikleri eleştirel bakışı, kendi yöntem ve önvarsayımlarının doğurduğu inanç esaslarına bakarken kullanmazlar. Kendilerini hiyerarşik olarak en üstte konumlandırıp, diğerlerini eleştirirken kullandıkları söylem ve kriterleri, kendi mesleklerinde uygulamayıp, kendileri için filtrelerini epey geniş tutarlar. Halbuki Bilimsel Bilim’in hak din(ler)i reddederken kullandığı ölçüt ve argümanların çok daha fazlası kendi Bilimsel İnançları için de geçerli. Bunu görmek için, İslâm için kullandıkları filtre ve kriterleri ve eleştirel bakışı, kendi amentüleri için de uygulamaları yeterli.

Meselâ kitaplarında defaatle bahsettikleri “sevki tabiî, içgüdü” inancının açıklaması nedir? Ve kitaplarında herşeyden sorumlu tuttukları “tabiat” nedir ve o tabiat tanrısı nereden bilir ve nasıl gücü var ki, hayvanlar için faydalı olanları bilir ve o davranışlara sevkeder veya “içgüdü” denilen şey içten geliyorsa, bundan hangi organ, hormon sorumlu ve nereden biliyor hayvan için faydalı ve yaşadığı çevresiyle de uyumlu ve ekolojiye de yararlı ve tutarlı olanı ki hayvanı o davranışa sevkediyor ve nasıl sevkediyor, nasıl yaptırım uyguluyor?

Meselâ arıya bal yapma yöntemini bildirip, yaptırıyor; diğer hayvana avını nasıl yakalayacağını öğretiyor veya yaptırıyor; başka bir çeşit hayvana nasıl ağ örüleceğini, bunu nerede, nasıl kullanacağını öğretiyor; diğer bir nev’e mantar yetiştirmeyi öğretiyor, diğerine baraj yapmayı, başka bir cinse ev yapmayı veya nerede konaklayacağını; diğer bir türe nasıl kamuflaj yapacağını öğretiyor; başka bir familyaya, avı için hangi kimyasalın zehir veya uyuşturucu etkisi yapacağını bilip, o kimyasalı ürettiriyor ve nasıl kullanacağı konusunda yönlendiriyor!? Yönlendiriyor, çünkü hayvanın neyi – nasıl – niçin yaptığına dair bir fikri ve bilgisi ve yaptıklarına şuur ve akıl yürütmesi yok.

Bilimsel Bilim bu kötü felsefe ve ahlâkıyla, kâinat hakkındaki gözlemlerini söz ve kelimelere dökerken kullandığı bilimsel ifadelerinde, bize kâinat ve kâinattaki işleyişin yanlış bir resmini çiziyor, zihnimizde sahte bir kâinat kurgusu inşa ediyor ve bizim bu ülüzyona inanmamızı istiyor. Dışımızda olan evrenle, bilimin bize çizdiği evren birbirine 180 derece ters!

Teknolojik başarılarının efsunuyla bizi sihirleyen Bilim’in bu evren ilüzyonundan uyanmak için epey çaba sarfetmek, bunun için zamanımıza hâkim olan Bilimsel Düşünce’nin (ve buna bağlı olarak temellenen kültür ve medeniyetin) biraz cahili olmak ve yerine, doğru alternatifini, yani İslâmî bir bilimi göstermek gerekiyor…

Varlıkları ölçme – ilişkilendirme sonucu bulduğu genelgeçer kanun ve keşifleri, insan hayatını konforize ve kolaylaştırma açısından değerlendiren “bilim”, bundaki pragmatik başarılarından aldığı referansla; bir sürü Bilimsel Hurafeyi literatüre kazandırmış ve bu “Yanlış Bilgi Virüsleri”yle kafa ve kalbimizi hasta edip, bizi zehirlemiştir. Fakat bu virüsler bizde tanımlı olmadığı için, antivirüs programlarımıza takılmayıp, bünyemizi istilâ etmiştir.

Bu sebepten günümüzde çoğumuzun kalbi müslümanken, zihni ve eşyayı algılama biçimi bir ateist veya materyalisten farklı değil ve daha kötüsü, zihin yoluyla bulaşan bu virüsler, diğer organlarımızı da istilâ edip, oradan da davranışlarımızı bozup, bizi kendisine benzetmekte!

Bağışık olmadığımız bu hastalık neredeyse hepimize bulaşmış, hemen hemen hepimiz bu kafa – kâlp hastalığıyla mâlul olduğu için; anormâl ve hasta, yani standartdışı görülenler; Bilim karşıtı, yani “Bilimsel Düşünmeyenler” olarak etiketlenmiştir. Bilimsel Düşüncenin bu kibrinin arkasında, kendisinin “insan aklının ulaştığı en gelişmiş aşama, en son düşünme biçimi” olduğuna inanması yatmakta.

Bilim’in “bilimsellik ve tarafsızlık” şırıngasıyla zihnimize enjekte ettiği bu yanlış “bilgi virüsleri” hastalık olarak görül(e)mediği için, bu virüsü almış hiç kimse hasta olduğunu kabul etmiyor. Halbuki hastalık kabul edilmeden, tedavi yoluna gidilmez veya ilacı aranmaz…

BİLİM, TARAFSIZ VE OBJEKTİF Mİ?

Hayır. Bilim tarafsız ve objektif olmadığı gibi, olması gereken tarafta da değil. Mutlak tarafsız ve objektifliğin mümkün olmaması bir yana, dar anlamda dahi olsa “tarafsız ve objektif” olmak doğru değildir. Çünkü her zaman iyiden ve doğrudan taraf olmalı ve onu desteklemeli, yoksa susup, birşey yapmayarak, en azından yanlışın varlık ve devamına izin vermiş oluruz. Bu sebepten, doğru olduğunu düşünenler, en aşağı yanlış tarafta olanlar kadar cesur olup, risk alabilmeli ve böyle yapmayan doğrulara, kötü olmak için bu kadarı da yeter…

Bilim’in nesnel ve objektif olmadığından bahsediyorduk. Bu iddiamızın açıklaması şu : Kâinatta herhangi bir varlığı incelerken, ya “Yaratıcısı – işleticisi var(mış)” gibi inceleriz veya “yok(muş)” gibi inceleriz. Bu gözlemimizde, bu iki bakış açısına eşit mesafede olan, ortada 3. bir tarafsız, denge noktası yoktur. Yani seküler (yani din ve dinsizliğin ortasında, iki tarafa da eşit derecede uzak) bir bakış açısı ve ifade biçimi yoktur.

Bizlerin “mümkün – imkânsız” ayrım, sınıflandırma, isimlendirmelerimiz “vukuat”a bakarak gerçekleşiyor; yani olduğu için “mümkünattandır” diyoruz, yoksa “mümkünattan” olduğu için olmuyor o olay! Evrende olanların, oluyor olmasına bakarak; o madde ve faaliyetlerinin “mümkün” ve “tabiatı icabı” olduğuna delil getirilemez. O olay (suyun yerçekiminden dolayı, tabiatı icabı yere düşmesi), “mümkünât cinsinden ve suyun tabiatı icabı” olsaydı, gözlem – deney yapmadan (yani suyu yukarıdan yere bırakmadan) önce, su ve yeri inceleyerek, yere düşeceğini bilmemiz gerekirdi. Halbuki bizim bu tür bilgilerimiz, gözlem ve deneylerden sonra elde edilmiş bilgilerdendir, salt mantıkî akıl yürütmeyle bulduğumuz rasyonel bilgi kategorisinde değildir.. (1)

DİPNOT :

(1) Bu verdiğimiz yağmurun yağması örneğinde olduğu gibi; kâinatta devamlı birşey(ler)in birşey(ler)den önce – sonra gelmesi ve aralarındaki zemin – zamandaki yakınlık ve bitişiklik; bu şeyler arasında bir sebep – sonuç ilişkisi ve etki – tepki otomatik mekanizması olduğunu göstermez; hele bu “sebep” ismi verdiğimiz olay – olgudan sonra “sonuç (eseri)” ismi verdiğimiz olay – olguların meydana gelmesinin “mümkün, normâl ve olağan” olduğunu hiç göstermez. Mümkün olduğu için olmuyor, olduğu için mümkün zannediyoruz. Yoksa Bilim’in gösterdiği hiçbir “maddî sebep, hiçbir fiziksel açıklama” (ve hiçbir tesadüf — çünkü olayın zar atmada olduğu gibi tesadüfle ilgisi kurulamaz —, hiçbir tabiat, mekanizma); basit ve cansız yumurtadan, kompleks ve yumurtada olmayan farklı ve ayrı özelliklerde canlı kuş çıkmasını veya bir saksı topraktan, içine hangi tohum atılırsa, farklı ve ayrı ve kat kat üstün renk, sanat, koku, tat, doku vs.’de bitki, meyve, çiçek, yaprak, ağaç vs. çıkmasının aklen mümkün ve rasyonel olduğunu ve mantık kurallarıyla uyumlu olduğunu gösteremez!

Eğer bu işleyişler, akıl – mantığın kurallarıyla uyumlu olsaydı, deney – ölçme gibi ampirik yöntemlere gerek kalmadan, “sebep” dediğimiz şeye bakarak, sonucunu (neye sebep olacağını) bilmemiz gerekirdi! Meselâ dünyayı hiç görmemiş bir uzaylıyı dünyamıza getirsek ve saksımızdaki toprak ve tohumu göstersek ve bunların sonucunda ne çıkacağını veya çıkabileceğini (“ağaç mı, ot mu, meyve mi, sebze mi, çilek veya armut mu,hangi meyve veya çiçek veya yaprak mı?” gibi) sorsak — toprak ve çekirdeği analiz etse dahi — nasıl birşey çıkacağını bilemezdi, hatta birşeylerin çıkacağını, biz sormadan önce tahmin bile edemezdi! O uzaylı, “sebep”e bakarak, bunun bir sonuç doğuracağını ve sonucunun da şu olacağını; deney, ölçme yapıp, gözlemeden bilemez, bulamazdı! Çünkü sonuç, sebebin içinde bulunamaz, çünkü yok: Çünkü sebep ile neticesi dediğimiz şey arasındaki nedensellik (illiyet) mesafesi, gök ile yer kadar, ama bilim’in bakışı bize gök ile yerin ufuk çizgisinde birleştiğini iddia ediyor!

Evet sadece hayvanlar, his ve gördüklerine göre hareket ederler ve sadece insanlar akıllarına uyarak, gördüklerinden gör(e)mediklerine ve somuttan soyuta geçiş yaparlar! Yoksa Mona Lisa tablosuna bakarak; bu tuval, resimdeki sanat ve ölçüyü, gene gördükleri resim içerisinde boya – fırçaya bakarak, gördükleriyle  açıklamaya kalkmazlar (hele boyaların bir rüzgârla devrilme ve karışması sonucu bu resmin tesadüfen olduğunu hiç iddia edemezler); “Hiç görmesek ve deney – gözlemle bilimsel olarak görüp – göstermemiz mümkün değilse de, bu muhteşem resmi Da Vinci denilen bir sanatkâr yaptı. Çünkü elimizdeki deliller bunu gösteriyor” derler. Halbuki toprak tuvalinde, ağaç tezgâhlarında, zerrelerin fırça uçlarıyla her ân milyarlarca renk, tat, koku — yani varlıkların iki boyutlu sahte resimlerine kıyas edilemeyecek derecede — özellik, sıfatlarda trilyarlarca sanat eseri yapılıyor! Birbirinin aynı, sadece elektron – proton sayıları farklı olan zerreler veya 100 küsur element alfabesiyle, sayısız eser yazılıyor – siliniyor kâinat kitabında, dünya sayfasında; öyle mu’cize bir kitap ki her harf içerisinde başka bir kitap yazılmış ve yazılmaya devam ediyor!

Evet Rabbimiz’in varlık ve büyüklüğüne iman etmek; inanç konusu değil, bilgi ve gözlemin konusu; tıpkı yapanı, fabrikasını görmediğim şu bilgisayarın, bilgisayar cinsinden olmayan, ondan farklı ve üstün ve âlim bir ustası olduğunu akletmemiz gibi! Şu bilgisayarın, parça veya zerrelerinin kendi kendine veya kuvvetlerin tesadüfî çarpıştırması sonucu toplandığı veya “tabiat” denilen hayalî (somut ve fiziksel olmayan, gösterilemez) bir varlığın yaptığı zannına inanmamam, hatta bunu ihtimal bile vermemem gibi!

Bilimsel Bilim gerçekten iddia ettiği gibi dışımızdaki dünyayı olduğu gibi tespit ve tasvir ediyor olsaydı, yani kişiye göre değişmesi mümkün olmayan gerçeklerden bahsediyor olsaydı, meselâ, “Ağaç, meyve yapar. Ağaç, meyvenin sebebidir.” gibi cümleleri bilimsel ifadelerinde kullanmaması gerekirdi. Çünkü ‘ağacın, meyve yaptığı, meyvenin sebebi olduğu’ bir olgu değil, görünen birşeyin olduğu gibi ifade ve tasviri değil, sadece ateist ve materyalist inançlara boyanmış ve yoruma tabi tutulmuş bir gözlemin ifadesi, gerçeğin çarpıtılmış bir versiyonu. Ağaç – meyve gözleminde görünen sadece şu : “Ağaçtan, meyve çıkar.” veya “Meyve, ağaç üzerinde yetişir.”

Bilim’in inancını karıştırarak gözlemini çarpıttığı ve yoruma tabi turarak yanlış ifadelendirmesiyle,  bizim aynı olayı ifadelendirmemiz arasındaki fark; “Anne, bebeği yapar. Anne, bebeğini karnında imâl eder. Anne, bebeğin sebebidir” ile “Anneden bebek doğar. Bebek, anne karnında dünyaya hazır hâle gelir. Anne, bebeğin inşa yeridir.” arasındaki fark kadardır.

Bunun gibi, Bilimsel İfadelerinde, örneğin : “Arı, bal yapar / yapıyor” yerine, “Arıdan bal çıkar” demesi gerekirdi. Çünkü “yapmak” fiili burada bir davranış belirtir ve Bilim’in bu cümlesinde de “arının bal yaptığı” iddia ediliyor. Halbuki arı ismi verilen hayvanın, ne yaptığından kendisinin bile haberi yok!

Aynen bunun gibi, ağaçlar üzerlerinde neler yapıldığını, neler olduğunu; toprak, kendisinde vuku bulan faaliyet ve çıkan ürünleri ve bunun sonuçlarını bil(e)mez. Güneş ve dünya niye döndüğünü ve bunun evren içindeki tutarlılık ve sonuçlarını bilmez. Su neden buharlaştığını, rüzgâr niye bulutları dağıttığını veya topladığını bilmez. Vücudumuzdaki akyuvarlar, mikroplarla neden savaştığını ve bunun vücut ve topluma ne gibi faydaları olduğunu bilemez…

Görüldüğü gibi; Bilim’in olguları eğip – büktüğü bu gibi cümle ve ifadeler hem semantik ve hem de mantıkî açıdan yanlış…

“SEBEP” KAVRAMINDAKİ BULANIKLIK NASIL GİDERİLİR?

Herhangi birşeyin, üzerinde vuku bulan faaliyet ve sonucunda çıkacak eserin faili, yani sebebi olabilmesi için o şeyde asgarî 3 özelliğin bulunması gerekir : İlim, irade, kudret. Örneğin ağacın meyve yaptığını, meyve yapımının özne ve faili olduğunu iddia edebilmek için o ağacın “ne yaptığını” ve sonra “nasıl yapması” gerektiğini bilmesi gerek. Bundan başka; “seçenekleri bilme, doğru seçeneği tercih etme, amaçlama, amaçlama nedeni ve sonuçlarını bilme” gibi bir sürü vasıf ve özelliğin daha ağaçta olduğunu kabul etmek gerekir ki “Ağaç, meyve yapar / yapıyor” sözünün bir değeri olsun! Şimdiye kadar arı, inek, ağaca teşekkür eden ve minnettar olan hiçbir bilimadamı görmediğimize göre, bunların bize onlar tarafından verildiği (çünkü “vermek” fiil – davranışı için ilim, irade, kudretleri yok) hurafesine onlar da imkân ve ihtimâl vermiyor demektir.

Elhasıl, ağaç meyve, arı bal yapamaz; meyve ve bal yapacak “ilim, irade, kudreti” olan birisi tarafından arıya bal yaptırılır, arı hizmetçi – zarf – kuklasıyla bal bize gönderilir. Meyve, ağaç tezgâhı üzerinde dokunarak, bize hediye edilir. Yani Bilim’in evrendeki faaliyet ve eser – sonuçlarına fail ve sebep gördüğü herşey edilgendir, etken değildir; nesnedir özne değildir; eski tabirle, bunlar fail değil, münfaildir.

Gökteki tek ve daimî güneşi göz kapayarak veya gece olmasına bakarak kabul etmeyen, üstelik bir de inkâr eden Bilim, inkâr ettiği bu güneşin yerdeki her yansıma ve sıfatını, o yansıyan milyonlar şeye vermek (o şeylere güneşin sığmadığını, o şeylerin ışık – ısı kaynağı olmadığını gördükleri hâlde) ve öyle de kabul etmek zorundadır! Onlar arının değil bal yaptığını, hiç değilse arının bal yapabileceğini ispat etsinler ki bu hurafeleri, “varsayım” kategorisine yükselsin! Arıya sorsak; “ne yapıyorsun”, “ne bileyim” bile diyemez! Tüfekle adam öldürülünce, tüfeği “katil” diyerek hapse atmıyoruz; tüfeği hareket ettirip nişan alan, tetiği çeken faili hapse atıyoruz! Çünkü tüfekte “ilim, irade, kudret” gibi sebep – fail olmanın, asgarî şartları yok.

Gördüklerimizden “sebep, fail” kategorisine alabileceğimiz, kısıtlı da olsa, cüz’i “ilim – irade – kudreti” ve “hayat, akletme, şuur, görme, işitme, koklama, bilme, bilgiyi kaydetme ve aktarma” gibi özellikler sadece “insan”da var. Ve biz bile değil eşyayı etkilemek ve birşeyler üretmek, kendimizle ilgili en küçük bir fiili bile nasıl yaptığımızı bilmiyoruz. Örneğin : “Elimizi hareket ettirme” fiili.

Elimizi kaldırırken bile o eli şuurumuzla değil kaldırmayı kontrol edip, başarmak; nasıl kalktığını bile bilmiyoruz! Beyninizden elinize kadar olan hücrelerde (Kolumuzu kaldırırken, beyinden kola kadar olan her hücrede 70’den fazla kimyevî reaksiyon – sentez ve bunun  sonucu elektrik akımı olmalı ki o kol kalkabilsin) ve beyin, sinirler, kan ve damarlarımızda hangi kimyasal, biyolojik, fizikî, mekanik, biyokimyevîelektrikî hâdiseler sonucu o elimiz kalkabiliyor bilmiyoruz! Biz sadece elimizi kaldırmak “istiyoruz” (diliyoruz, dua ediyoruz) ve sanki otomatik işleyen bir makinaymış gibi elimiz anında hareket ediyor! (2)

DİPNOT :

(2) “Otomatik Makina” değil elimiz, benzetme olarak bile yanlış bir mecaz bu. Çünkü dediğimiz gibi; sinir, kas, hücre ve hatta atom bazlı; yani bazıları fiziğin, bazıları kimya, biyoloji gibi ilimlerin konusuna giren milyonlarca içiçe fiil ve faaliyetlerin sonucu tek “el kaldırma” fiili!

Bu, şuna benziyor: Hayatında hiç helikoptere binmemiş, hatta görmemiş, helikopter kullanmayı bilmeyen, helikopterle ilgili; nasıl ve hangi kanunlarla uçar, hangi maden / alaşımlardan yapılmıştır, benzin deposu nerededir gibi konularda bilgisi olmayan ve helikopterin elektrik, mekanik, bilgisayar, yazılım gibi sistemleri konusunda da bilgisi olmayan, hatta böyle şeylerin olduğunu bile bilmeyen birisi bu helikopterdeki pilot koltuğuna oturuyor. Diyelim ki helikopter düşünce gücüyle yönetiliyor. Yani acemi pilot bile olmayan pilot koltuğundaki o kişi; “sağa – sola, yukarı – aşağı git, yüksel – alçal, uç – in” gibi talimatları zihninden vermesiyle, bu kablosuz bağlantıyla helikoptere bir kısım komutlar vererek, helikopteri kullanıyor. Bu kişiye; “Helikopteri sen mi kullanıyorsun?” desek herhâlde “Evet” diyecektir. “Peki helikopter nasıl sağa dönüyor; sağa dönmesi içim helikopterde ne gibi teknik, bilgisayar, elektrik, mekanik vs. faaliyetler oluyor / olması gerekir?” Cevap veremeyecektir. O şahsın “Helikopteri ben kullanıyor / yönetiyorum” derken, demek istediği şey : “Ben zihnimle ne emir veriyorsam, helikopter o yöne hareket ediyor” anlamına gelir. Yani helikopteri kullanmak için, düğmeye basmak kadar bile enerji harcamayan o kişi, o helikopteri kendi gücüyle ve ilmiyle kullanmıyor. Tıpkı, bir helikopterle kıyas bile edilemeyecek kadar, muhteşem ve kompleks olan vücudumuz ve organlarımızı kullanırken, bizim “Elimi ben kaldırıyorum., Ben yürüyorum., Sağa – sola ben yöneliyor, gidiyorum., Düşünce ve hayâlimi ben yaratıyor, oluşturuyor., Ben yapıyorum…” demesi gibi. Halbuki yaptığımız sadece “iste(me)k!”

Tüm fiillerimiz gibi, “yeme – içme” gibi fiiller(imiz) için de aynı kural geçerli. Yani bu fiilde iradî (ihtiyarî) olarak yapmayı istediğimiz tek şey lokmayı kopartma ve sonra ağzımızda çiğneyip, yutma; geri kalan tüm fiil, işlem, faaliyetler isteğimiz haricinde, kontrol ve bilgi ve şuurumuz dışında oluyor. Hangi vitamin – kalori nereye gidecek, nerede sindirilecek, nerede süzülecek, nasıl dağıtılacak, neresi atılacak vs. hep bizim yapmadığımız ve karışmadığımız fiiller. Gerek iradî ve gerekse gayri iradî tüm hareketlerimiz için aynı şey geçerli…

Birşeyi değil şuurumuz ve gücümüzle kontrol edip, yapabilmek; o şeyin nasıl olduğunu bile bilmiyor ve olurken bile farkında değil ve bilmiyorsak, yani o hareketi yaparken, o hareketin olabilmesi için vücudumuzda o ân olan faaliyetleri bile farketmiyor; bütün bunlar şuur ve bilgimiz dışında cereyan ediyorsa; “hayâl etme, düşünme, ezberleme, el kaldırma” gibi fiilleri “ben yaptım / oluşturdum” diyemeyiz, hele hele “yarattım” hiç diyemeyiz! Dersek, cahilliğimizi bile bilmeyen bir cahil, bir echel olduğumuz anlaşılır! Kişinin ilminin artmasıyla cehaleti de artmıyorsa, cehaletine ilmi artmıyorsa, bu ne biçin okumaktır!

Bilgi, zekâ, hayat, şuur, iradesiyle ve konuşma – yazıyla bilgi aktarma gibi olanakları ve diğer soyut – somut donanım ve potansiyeliyle; bildiğimiz varlıkların en zengini ve güçlüsü olan biz, kendi vücudumuz ve işleyişine değil sahip olmak, hükmetmek; buna bilgi ve şuurumuz bile yetişmiyorsa; yani vücudumuzu çalıştıran, yöneten ve hareket ettiren bile değilsek; diğer şuursuz ve cansız ve akılsız, gözsüz atomlar ve diğer ağaçlar, bulutlar, toprak ve hayvanlar ne halt edebilir, neye sebep olup, yapabilir ve “Bu fiil ve sonucu olan eserini ben yaptım, yapıyorum” ve “yapabilirim” diyebilirler!…

İnsan değil birşeyleri üretme – yapması; üretmek için harekete geçmesi, yani fiil, eylem düzeyine geçebilmesi için bile, elinde olan tek şey : O fiili yapmak “istemek”tir (yani irade, ihtiyar, kesb, tercih, amaçlama, karar verme). Bu “istek – amaç”, yani “niyet – dua” üzerine; Rabbimiz o fiil ve sonucunu yaratıyor, elimize veriyor. Bu konuda bir İslâm Bilgini’nin dediği gibi : “Herhangi bir hareketi yapıp – yapmamayı istemek; asansörün düğmesine basma fiili gibidir, hatta düğmeye basmak kadar kadar bile fiil ve enerji sarfiyatı olmaksızın, sonra koskoca asansör o şahsı istediği kata çıkarması gibidir.” O kişi, içinde kendisinin de bulunduğu o tonlarca asansörü “Ben kaldırıyorum, ben hareket ettiriyorum” diyemez. Çünkü asansör, fazla miktarda bilgi gerektiren, bir sürü teknik parça ve sistemin ve bu sistemlerin binler fiilinin sonucu olarak ve elektrik gücüyle hareket ediyor. Bu koskoca asansörü kaldıran bilgi ve elektrik gücü, o asansördeki şahısta yok; tıpkı vücumuzdaki bizde olmadığı gibi! Bizim varolan tek gücümüz, daha doğrusu itibarî, vehmî ve izafî gücümüz; isteyip – istememek, istediğimizi yapmaya karar verip – vermemek; yani tercih etme, seçim yapabilme kabiliyeti (yani cüz’i irade, ihtiyar, kesb). Bu “kabiliyet, isteme”nin nasıl birşey olduğu, nasıl kullanabildiğimiz ve mahiyet ve hakikâti; asansörün düğmesine basma fiilinden çok daha görünmez ve belirsiz…

Gözünün önüne madde kıymığını koyduğu için, kıymığın arkasını göremeyen; yani canlı – cansız tüm varlıkların istek ve dualarını kabul edip, hareket – fiillerini (ve sonuçlarını) yaratan ve inşa eden Rabbimiz’i gör(e)meyen Bilimsel Bilim : “Maddî ve fiziksel olmayan soyut bir varlık, nasıl olupta maddeyi (vücudumuzu) etkileyip, harekete geçiriyor?” diye sormalı değil mi!? Yani uzaktaki sandalyeyi sadece iste(me)kle oynatmamız ne kadar garipse, elimizi oynatmamızda o kadar garip ve ilginç! Çünkü “iste(me)k” ile “sandalye” arasındaki mesafe ne kadarsa, gene “iste(me)k” ile “vücudumuz” arasındaki mesafe aynı; yani aralarında illiyet ve nedensellik kurabileceğimiz bir ilişki (etki – tepki) yok!

Bilimsel Bilim, gözlem – ölçümünün konusu olan varlığı incelerken “Yaratıcısı yok(muş)” önvarsayımıyla inceler ve bu taraftan incelediği için “Yaratıcı, Allah, Allah’ın eseri, mahlûk, yaratılmış, Allah’ın mu’cizesi, Allah’ın ni’meti, rızık, yaratılış, yaratılıyor, sevk-i İlâhî” gibi kavramları bilimsel ifadelerinde kullanmaz, yani bu kavramları “bilimsel” bulmaz; “Evrenin işleyişine ve bu süreci anlatan Bilim’e; Tanrı’yı – dini, inancınızı karıştırmayın” derler. Tamam da ya doğru olan buysa! Bilim, bu ihtimalin değil vuku bulmasını, imkânını bile mümkün görmez. Bu ihtimalin olabilirliğini mümkün bile görmeyip, imkânsız saydığı için; varsayım, hipotez kapsamına bile almaz! Çünkü “bilim, hiçbir doğaüstü gücü kabul etmez ve bunları mistik görür” dogması, Bilim’in iman esaslarındandır!

Halbuki bir ifadenin “bilimsel olmaması” ayrı şey, “doğru olmaması” ayrı şeydir. Tıpkı “bilgi” (knowledge, information, info, data) ile “bilim”in (science) aynı şeyler olmaması gibi. “Bilim”; “bilgi”yi, evrendeki işleyişin bilgisini bulmakta bir yöntem olabilir ancak, fazlası değil. Gene Bilimsel Bilim’in konusu olan aynı kâinata bakarak; Bilim’in bulamadıklarını gösteren ve yanlış görüp – anladıklarını düzelten başka bir Bilgi Yöntem’i daha var, biz buna “İslâmî Bilim” ismini verdik. Bu yeni Bilim’in ismi “İslâmî” olmasıyla birlikte sadece müslümanların kabul edeceği doğruları barındırmıyor. Çünkü herkesin içinde yaşadığı ve gördüğü evren ve içindeki madde ve faaliyetleri incelediğinden dolayı; müslüman olsun – olmasın, bilimadamı olsun – olmasın, gözü – kulağı olan herkesin görüp, kabul edeceği doğruları anlatacak. (2)

Share

Yorum ekleyebilirsiniz...