Hepimiz tehlike altındayız! Üstelik, hayatımız da pamuk ipliğine bağlı!

Doğru bildiğimiz Yanlışlar ve Eksik bildiğimiz Doğrular (4)

Önceki “İman etmek ayrı, İnkâr etmemek ayrıdır” yazımızı şöyle bitirmiştik:

İman edip, müslüman olmayı; Kanarya Sevenler Derneğine üye olmak gibi, birşey zannediyoruz herhâlde! Sadece İman ve İslâm’ı kabul ederek ama yapmayı taahhüd ettiğimiz, görev ve sorumluluklarımızı yerine getirmeden; sadece üye olmakla, ötede kurtulacağımızı zannediyoruz.

Bence hepimiz, dışarıdan gözümüzü, kulağımızı çekip; içimize yönelmeli, içimizi dinlemeliyiz. Ama “iman etmek” ayrı, “inkâr etmemek” ayrı şeyler olduğunu bilerek, yapmalıyız bunu! Yoksa, Kur’ân-ı Kerim’de geçtiği üzere; puta tapan kâfir ve müşrikler de, “Allah”ı ret ve inkâr etmiyorlardı!

Yaşarken bir ateist – deist gibi yaşa! Hattâ; namaz, oruç, zekât gibi ibadetleri yapmamanı geçtik; bir ateist kadar bile, “ahlâk” anlayışın olmasın; sonra da “inandık=kurtulduk” de!

“Yarına çıkmaya garantimiz yok” de; sonra da, bunun aksine; yarın ve sonraki günler de yaşayacakmışsın gibi; hareket et! Geleceği “meçhul”, gelecek günler için endişe et, para biriktir; ama geleceği “kesin” ve hem de “sonsuz” ahiret için, hiçbir endişen ve yatırımın olmasın!

“Allah’ın, her ânımı gördüğüne inanıyorum” de; sonra da, bu dediğine sen de “inanmıyormuşsun” gibi veya “sanki görmüyor” gibi veya “gördüğüne ehemmiyet vermiyormuşsun” gibi davran! Neden?: Çünkü, Kanarya Sevenler Derneğine üyesin!

Halbuki, “İman ve İslâm”; sadece kimliğimizde yazan bir etiket ve isim değil; bir bakış açısı ve davranışlarımıza sinmesi ve yön vermesi gereken; bir yaşam tarzı, bir kimlik olmalı ki; “din”in, en temel anlam ve fonksiyonu da zaten bu!

Yani: “Din”, zaten bu dünya için gönderildi; dünyevî amellerimizi ve dünyadaki fiillerimizi düzenlemek için gönderildi. Ötede, bu anlamda bir din ve mükellefiyet, zaten olmayacak! Yani: Vicdan ve cami gibi mekânlarla ve namaz, oruç gibi ibadetlerle sınırlı ve kısıtlı, “part time” bir müslümanlık; dinin mantığı ve vahyin geliş amacına da aykırı!

Böyle bitirmiştik. Buradan devam edelim:

Neymiş: “Namaz kılmıyor, oruç tutmuyormuş ama kalbi temizmiş! Namaz kılmıyormuş ama 10 tane cami yaptırmış! Zaten falan tanıdığı namaz kılıyormuşta ne oluyormuş; yapmadığı hile yokmuş!”

Günde 5 defa ezanla, farz emir namaza çağırılıyor, gitmiyor; günde en az 5 defa emre itaâtsizlik yapıyorsun; kalbin temizmiş! Hergün ve günde 5 defa tekrarlanan emre itaât etme, üstelik bundan en küçük bir pişmanlık ve üzüntü duyma; hattâ bırak üzülmeyi, aklına bile gelmesin; sonra da “kalbim temiz” de!

Tembellik ve ihmâlle, bir hafta işe gitme meselâ veya amirinin verdiği bazı işleri yapma da; sonra “Niyetim kötü değil, kalbim temiz” de! Velev kalbin temiz bile olsa; “Habire işe gelmemenle, bunun ne alâkası var!” demez mi!?… O mantıkla; namazda abdestin bozulunca da “Niyetim temizdi, sen kalbe bak” de; abdest alma!

Hiç okumadın mı ki: “Niyetler”in, sadece “helâl ve mübahları”, ibadet ve sevaba çevirmeye etkisi var. Yoksa, “haram ve günahları”, helâl ve mübah yapmaz; “sevap” hiç yapmaz!

Neymiş “10 tane cami yaptırmış!” Rabbimiz sana: “Namaz kılmak yerine 10 tane cami yaptır, namaz yerine geçer” mi buyurdu!? Yarın ahirette; ‘neden cami yaptırmadın’ diye sorulmayacak, namaz – oruçtan sorulacak! Sorular, o üniteden çıkacak!

Sana namaz, “farz”; cami yaptırmak değil! Cami yaptırmak, eğer yaptırdığın yerde camiye ihtiyaç varsa; en fazla “sünnet”i yerine getirmiş olursun. Halbuki “namaz”, her müslümana “farz.” Farz’ın yanında, ‘sünnet’in değeri; denizin yanında, damlanın kıymeti kadardır; hattâ o kadar bile kıymeti yoktur!

Kaldı ki; “farzlara, ehemmiyet vermemek ve / veya tembellikten, yapmayanın; sünnetlerine bile sevap verilmeyeceği; bunların, boşa yorulmak olduğu”, yazar kaynaklarda! Neden? Çünkü: Vadesi gelmiş, hattâ çok gecikmiş borcu varken; parasını, başkasına hediye almak veya sadaka vermekte kulllanmak gibi birşey bu!

Hadi, farzlara, ‘sünnet ve nafileler’ kadar bile, ehemmiyet ve değer vermiyor, anladık! Hiç değilse; farzları yapmadığı, yapamadığı için üzülse, için için pişmanlık duysa; “ha bugün ha yarın başlayacağım” dese, neyse! Bu da yok!

Tamam, “müslüman” günah işler de; ama buna, bir gramcık olsun ‘üzülmemek!’ İşte burada, istisnasız hepimiz; ‘Acaba, Kanarya Sevenler Derneğine mi üyeyiz?’ diye sormalıyız kendimize!

Başkalarının görmesinden utandığın veya korktuğun için, davranışlarına çekidüzen ver, yanlış davranışlar yapma; ama insanlardan ayrı kaldığın vakitlerde, “yalnız” olduğunu düşünüp, her mereti işle! ‘Allah varmış, seni görüyormuş; melekler görüyor, kaydediyormuş!’ hiç aklına bile gelmesin! Veya: Gelse bile; Allah’ın görmesi, meleklerin görmesinden, hiç utanmadan, her mereti işle!

Sen bu hâlinle; inandığın Rabbin’inin, seni gördüğüne, ya gerçekten inanmıyorsun! Veya inanıyorsan; o hâlde, görmesine ehemmiyet vermiyorsun demektir ki; çekinmeden, utanmadan o günahı işleyebiliyorsun! Hangisi daha kötü bilmiyorum.

Elhasıl: Sakın, “Ben; Allah’a, meleklerine, peygamberlerine inanıyorum” derken; kendimizi kandırıyor olmayalım!? Daha merak edipte, sorusunu bile sormadan; anne – baba ve çevremiz tarafından; bize önceden telkin edilmiş, hazır bir cevabı, tekrar ediyor olmayalım!

Hafî ve Ahfâ

İnsanın, kendisinden bile sakladığı sırlar vardır! “Hafî” kavramına; insanın, başkalarından saklayıp, gizlediği sır, anlamını verirsek eğer; “ahfa” kavramına da; insanın, farkında olmadan, kendisinden bile sakladığı sırdır, diyebiliriz! Yani “ahfa”; insanın, yüzleşmekten korkup, en derine attığı; kendisinden bile gizlediği, kendisine bile itiraf etmekten çekindiği şeydir!…

Dünyada bile, sana bir vazife verseler; meselâ top oynayıp, rakip takıma gol atman için sahaya çıkarsalar ama sen o vazifeyi yapmayıp; onun yerine, meselâ dünyanın en güzel dansını yapsan, sahada oradan oraya parandeler atsan ve bu arada rakip takımdan gol yesen! Üstelik, bu suçun için, özür dileyecek yerde; bir de, “Bak, ne güzel dans ediyorum” deyip, teknik direktörden ve seni seyretmeye gelmiş seyircilerden, alkış ve aferin beklesen!…

Namaz kılmadığın ve ayrıca, kılmadıklarını da geciktirdiğin ve kılmamaya devam ettiğin gibi; üstelik dinimizin “yalan söyleme, gıybet etme, faiz alma ve verme, kul hakkı yeme” gibi emir/yasaklarını hiç görme, dinleme! Üstelik bu günahları önemsemeyip, nefes alma kolaylığında işle! Bir de, kendi keyfine göre, kolayına geldiği gibi iyilikler yap, sadakalar ver; paranla, nefis ve vicdanını rahatlat! “Başkası kılıyormuş da, ne oluyormuş!” diyerek, bir de kendini pakla, üste çıkar!

Kötüden niye örnek getiriyorsun!? Hem sana ne başkasından; başkası uçurumdan atlıyor diye, sende mi atlayacaksın!? Başkalarının yanlışı, ne zaman sana mazeret oldu! Başkaları yanlış yapıyor diye, sen de mi yanlış yapacaksın!? Başkalarının eksik – yanlışları varsa; sen doğrusunu yap, sen doğru örnek ol! Yanlışı, davranışınla çoğaltmak veya sözle yaymak yerine, doğruyu çoğalt! Hiç değilse, başkalarının yanlışını gizle, ört; yani söyleme! Söyleme, çünkü: Başkalarının yanlışını, başkalarına söyleme ve ifşa (fâş) etmenin; ne söyleyen kişiye ve ne de söylenen kişiye ve ne de, gıyaben arkasından konuşulan kişiye, bir faydası yoktur…

1000 cami yaptırmak, 1000 fakiri doyurmak; farz emir olan “namaz, oruç, zekât”ın yerine geçer mi sanıyorsun! Biri sünnet, hattâ bazısı “sünnet” bile değil; en fazla “nâfile, mendup, müstehâp!” Borcun varken, borcunu ödemeyip, bir de geciktirip; üstelik, borcunu ödeyeceğin o parayla, başkasına hediye almak, sadaka vermek gibi birşey, bu yaptığın!

Kendi keyfine göre, kolayına gelen, nefsinin istediği iyilikleri yap; Allah’ın istediğini yapma! Bir de: “Hergün, günde 5 defa namaza vaktim yok” de! Halbuki 5 vakit namaz, sünnetlerle birlikte 40 rek’ât, 40 dakikanı almaz; 20 dakika da abdest desen, 5 vakit namaz 1 saatini almaz. Şimdilik sadece farzları kılsan 20 rek’ât, 20 dakika; abdestle birlikte 40 – 45 dakikayı geçmez!

Üstelik: Bir maaş için, sabahtan akşama kadar çalışıyor, koşturup, yoruluyorsun; bu maaşı kazanmaya vakit buluyor, hiç üşenmiyorsun da; karşılığı Cennet ve ebedî saâdet olan 1 saatlik, üstelik çalıştığın iş gibi yorucu da olmayıp, bilâkis dinlendirici ve rahatlatıcı olan, “namaz”a mı vakit bulamıyorsun!? “Gel şurada, hergün, parttime 1 saat çalış. Maaşının 10 katını vereceğim” desem; “Vaktim yok” demezsin herhâlde!

60 – 70 senelik ve o kadar yaşayacağın da garanti olmayan dünyada; rahat etmek ve mutlu olmak için, gelecek kaygısıyla, hergün 10 – 12 saat çalış ama yaşayacağın garanti olan, ebedi ahiret için 1 saatini ayırma! Üstelik; devletler bile % 15 – 25 vergi alırken; sene de bir defa 40’ta 1, yani % 2,5 olan “zekât”ı da çok bul, onu da verme!…

“Ben hafız mıyım” diyerek, âyet’in başını söylemeyen Bektaşi misâli: “Hiç ölmeyecekmiş gibi, dünyaya çalışmak lâzım… Çoluk çocuğumun rızkı için, çalışmak da ibadet!..” diyorsun.

Evet, “rızık peşinde çalışmak” gibi “mübah” ameller, amaç ve niyetini doğru ayarlamak ve doğru çalışmak kaydıyla; “ibadet” kategorisinde. Ve bu çalışmalara da, ‘namaz, oruç’ sevabı kadar olmasa da, sevap veriliyor. Ama o sevap da; “namaz” gibi farz ibadetleri yapanlara verilmiş, bir hak! Yoksa, Allah’ı unutturup, namaza mâni olan bir çalışmanın; bırakın “sevap ve ibadet” olması; nötr ve yüksüz olan, “mübah” kategorisine bile girmez o çalışma! Eksiye, günah kategorisine girmeye başlar!

Yoksa, bir hristiyan veya ateist de, çoluk çocuğu için çalışıyor; hattâ senden daha iyi ve sistemli ve verimli çalışıyor! Şimdi; ‘Allah için, ibadet olduğu için dünyaya çalıştığını’ iddia eden sana soruyorum: Faraza, Allahü Teâlâ’ya inanmasan; yani ‘dünyaya çalışmak’, senin için ‘ibadet’ olmasa; çalışmayacak mısın!?…

“Ben cami yaptırarak, falan fakirleri doyurarak kurtulamıyorum da; peki lambâyı bulan Edison’da mı kurtulamayacak!? Yaptığımız hayırlı amellerin, hiç mi faydası yok!?” Bir kere, bu soruda “Edison” yerine, “Tesla”dan örnek vermek daha doğru. Çünkü: Keşif – icat sayısı ve ahlâk noktasında; “Nikola Tesla, Edison’u katkat geçer.

Cevaba dönersek: Bırak, lâmbayı bulmak gibi “mübah” bir amel yapmak; “farz” olan 5 vakit namazı bile; eğer “Allah” için yapmadıysan, boş! Yaptığın işi; Rabbini sevdiğin ve kendini de O’na sevdirmek ve O’nu razı ve memnun etmek için yapmadıysan; yaptığın keşifle dünyayı bile kurtarsan, boş! Davranışında, bu amaç ve niyet; bu samimiyet ve ihlâs yoksa; 1000 tane keşif yapsan, 1000 tane namaz kılsan, boş!

Ötede Rabbimiz diyecek: “Benim için mi yaptın!?” “Çocuk ve torunlarıma daha iyi bir gelecek sağlamak; daha iyi bir dünya bırakmak için yaptım! Yani: Benim ve diğer insanların fayda ve menfâati için yaptım.” “İyi öyleyse, kimin için yaptıysan, karşılığını ondan iste! Zaten senin, bana inanıp – inanmamaktan bağımsız olarak, başka motivasyonlarla çalıştığını biliyorum!  Hayatında, çalıştığın çoğu günlerde, bir defa bile aklına gelmediğimi biliyorum!… Zaten, asıl maksadın ‘ben’ olsaydım; yani esas gayen; benim emrimi dinlemek, benim gözüme girmek, kendini bana sevdirmek olsaydı; en başta, emrettiğim farz ibadetleri yapar ve haram ettiklerimden kaçınırdın; hiç değilse üzüntü ve pişmanlıkla, kaçınmaya çalışırdın!… Çalışmana, başka amaç ve niyetleri ortak etmezdin!… Yaptığın işlerin “dünyevî faydaları”nı, asıl amaç; beni ve uhrevî faydalarını da, (işine, ededîyet ve kutsallık katmak için) ‘yan amaç’ görmüşşün sen!”…

Neymiş: “Kul borcu yokmuş, haram da yemiyormuş, sadece ibadetleri eksikmiş ama onu da Allah affedermiş!” Bir kere: Haram yememen, “meziyet ve fazilet” değil, zaten olması gereken! Her müslümanda olması gereken, asgarî seviye zaten bu! Bunu, faziletmiş gibi söylemen bile, dereceni gösteriyor!

“Allah affeder” derken; 60 senelik dünya hayatında bile, bu kadar rahat ve garantici değilsin! Meselâ: “Allah doyurur zaten; benim ve çocuklarımın açlığına göz yumup, öldürecek kadar şefkâtsiz değil ya!” deyip, çalışmamazlık etmiyorsun!

“Bu sene toprağa tohum ekmeyeceğim. Allah affeder, beni açlıktan öldürmez; bir yerlerden rızık gönderir zaten. O, bu kadar zengin ve merhametliylen; beni açlıktan süründürecek değil ya!” hiç demiyorsun!

Rabbimiz, kıymet vermediğini söylediği ‘dünya’yı bile; dost – düşman ayırmayıp, eğer verecekse, genelde çalışana veriyor. Sen, ahirete tohum ekmeyip; bir de: ‘Allah affeder. Beni orada aç, açıkta bırakmaz’ diyerek; ebedî hayatınla, kumar oynamaya, devam et!

Yaptıkların ve yapmadıklarınla, Ankara’ya giden otobüse bin; sonra da, davranışını yalanlar biçimde, dilinle dua ederek ve ‘Allah affeder’ diyerek; bindiğin otobüsün, seni İstanbul’a götürebileceğini düşün! ‘Birkaç dakikalık’ ettiğin istisnaî dualarda, dilinle, Cennet’i iste; ama hergün ‘saatlerce’, yaptığın davranış, söz ve niyetlerinle, Cehennem’i iste, orayı talep et, oraya odun topla!

Evet Rabbimiz, tüm dualara cevap vereceğini buyurmuş Kur’ân’ında. Senin de, hayatında devamlı olarak ve samimî olarak isteyip, elde etmeye çalıştığın şey belli! Kişinin neyi istediği ve ne kadar istediği, ‘diliyle’ anlaşılmaz; yaptıklarıyla ve içinde, buna duyduğu istek ve ihtiyacın derecesiyle anlaşılır! Rabbimiz de, hayatımızda gerçekten ve samimî olarak neyi istiyorsak, onu verir ancak. Bu isteklerimizdeki samimiyet ve içtenliğin göstergesi de, o şeyi elde etmek için ne kadar çalıştığımızdır. Yoksa, davranışa yansımayıp, çalışmadan ve ağlayıp – yorulmadan, sadece dilimizle ettiğimiz ve iki dakika sonra unuttuğumuz istek ve duaların fazla bir kıymeti yok…

“Evim var zaten, koltuk olmasa da olur” demiyor; evine koltuklar, halılar alıyorsun! Ayakkabının, evinin boyası – perdesini; yemeğinin, yağı – tuzunu, hiç ihmâl etmiyorsun! Bunları, önemsiz detay görmüyorsun! “İbadet” ise, bunlardanda mı önemsiz ve gereksiz ve ‘olmasa da olur’ bir detay, senin için!? Öyle burası gibi 60 – 70 yıl da değil, sonsuz ahiret hayatını, nasıl böyle kolaylıkla riske atabiliyorsun!? İnsan, yazın tatilde gideceği ve üstelik kısa süreli kalacağı yazlığının bile, şimdiden bakım – onarımını yaptırıyor!…

Yazı uzadı, konu dağıldı, uzun lafın kısası: Ben dahil, çoğumuz tehlikenin farkında değiliz! Halbuki bu kısacık hayatta, ihmâl ve tembellik etme, lüksümüz bile yok! Çünkü, risk büyük! Bir kerelik geldiğimiz bu dünyada, burada yaptıklarımız (ve yapmadıklarımız); ebedî saâdeti, kazanıp – kazanmamamızı belirleyecek! Burada, “amellerimiz”le, şimdiden, ya Cenneti inşa ediyoruz veya Cehennemimizi! Herşey, burada yaptıklarımıza bağlı!

Şimdi, size durumumuzu özet geçeyim: Kısa dünya rahatı için, ömrünün üçte biri okula git; günün neredeyse yarısı kadar işte çalış; fakat ebedî âlem için, günde 1 saat olsun ayırma! Ve üstelik bundan, en ufak bir pişmanlık ve üzüntü duyma! Dahası: Bu durum, sana gayet normâl ve olağan gelsin!

Üstelik: Günde 8 saat uyuyorsak, 60 sene ömürde 20 yılımızı alan uykuyu düşer; bir de geçmiş 10 küsurluk çocukluk yıllarımızı düşersek; kalan ve o da rü’ya gibi hızla geçen, 30 yıl için, ebedî hayatımızı mahvediyoruz!

En ateistin bile, inkâr edemediği bir gerçek olan: “Birgün ölüp, sevdiğimiz herşeyden, ebediyyen ayrılacağımız” gerçeği bile; bizi derin uykumuzdan uyandırıp, düşündürmüyor! İşte bu derece, derin bir uyku ve uyuşukluk, gaflet ve unutkanlık, hissizlik ve dalgınlık içindeyiz! Öyle uyku ve uyuşukluk hâlindeyiz ki; biraz önce elimizle toprağa gömdüğümüz, tanıdık cenaze bile, bizde şok etkisi yapmıyor, bizi ayıltmıyor!

Şimdi diyeceksiniz ki: “Peki sen! Bütün bu dediklerinin, sen neresindesin!?” Valla, ben de ak kaşık değilim! Yani hepimizin durumu vahim! Hepimiz tehlikede, hepimiz risk altındayız! Bıçak sırtında yaşıyoruz! Fakat farkında değiliz!

Fakat, size daha enteresan birşey söyleyeceğim: Farkında olanlar da, “inkâr” edemedikleri bu gerçeği; “unutarak” ve hatırlamayı “erteleyerek” yaşıyorlar! Herhangi bir tehlike ve risk altında değillermiş gibi, hayatlarına, kaldıkları yerden devam ediyorlar!

Share

Hepimiz tehlike altındayız! Üstelik, hayatımız da pamuk ipliğine bağlı!” hakkında bir yorum

Yorum ekleyebilirsiniz...