‘İnanmak–İnanmamak’tan bağımsız ve ayrı, ‘Tarafsız ve Nötr Bilim’ mümkün değil

Modern – Seküler – Lâik Bilim; hak – bâtıl tüm “inançlar”ı, ‘bilgi’nin nesnellik ve objektifliğini bozan bir “virüs” gibi gördüğü için; “inançsızlık” tarafına geçmiştir! Halbuki: “İnançsızlık” da, “subjektif” bir algı ve tutumun sonucudur. Yani: İnanç gibi; inançsızlık da, “subjektif” bir algı ve tutum ve davranış biçimidir!

‘Bilim/sellik’in:

“Tanrı varmış – yokmuş gibi konulara dokunmadan… Evren ve içindekileri yaratan ve yöneten birisi varmış – yokmuşa girmeden… Sadece madde ve evreni araştırıp, gözleyeceğim… Manâ ve metafizik, inanç ve felsefeye uğramadan; sadece maddesel olayları inceleyeceğim… Böylece: Evrendeki olaylara, inanç – inançsızlık dışından; yani bu iki şıkka eşit uzaklıkta ve bunlardan bağımsız ve ayrı olarak bakacağım ve öyle de ifade edeceğim. Böylece: Nötr ve seküler ve lâik olacağım… Yani: Evren araştırma ve keşiflerimde elde ettiğim gözlem veri ve bilgilerini ifade ederken; inanıp – inanmamaktan bağımsız, nesnel ve olgusal kavram ve cümleler kullanacağım…” gibi sözleri; yerine getirilmesi, “dil ve mantık, epistemik ve ontik” açıdan mümkün olmayan, içi boş iddialardır! Çünkü, önceki yazılarımızda dediğimiz gibi: “Tanrı Var veya Yok” dışında, üçüncü bir olasılık veya bu iki olasılığın ortası veya dışı yok ki; bu iki şıkkın ‘ortası’na veya ‘dış eşit uzak noktası’na çıkıp; ‘tarafsız ve objektif’ olabilelim, bakabilelim ve öyle de ifade edebilelim!

İşte bu konuda; mantıken, tarafsız ve objektif olunamayacağı için; Modern – Seküler – Lâik Bilim’i şekillendiren mevcut Bilim/sellik Epistemolojisi; araştırma ve gözlemlerinde, “Allah var(mış)”ı kabul etmediği için; (çünkü, dediğimiz gibi; ortası veya dışı, yani üçüncü bir ihtimâl, üçüncü bir şık yok) gidebileceği / seçebileceği tek mecburî istikamet olan “Allah yok(muş)”u seçmiştir; yani yola çıkarken, esas – aksiyom olarak, bu şıkkı ‘doğru’ önvarsaymıştır. Seçtiği bu şıkkın, Bilim’i götürdüğü, diğer mecburî istikamet de; araştırma ve keşif, gözlem ve ölçüm verilerinin, tasvir ve ifadelerini; doğru varsaydığı, bu “inkâr ve / veya şirk” şıkkına göre; yani bir “ateist veya deist”in bakış açısına göre kurgulaması olmuştur!

O hâlde: “Bilim” ve “Bilimsel yöntemi” tanımlarken kullandığımız “nötr ve seküler ve lâik” gibi kavramlar, aslında “soft ateist / deistik” kavramlar olup; bunlar, “din – inanç dışı” değil, “din – inanç karşıtı” kavramlardır! Yani: Bu kavramlar; varlığa bakıp – anlamaya çalışırken; onlara “nesnel ve olgusal” yaklaşmamızı sağlayan; onlara, ‘tarafsız ve objektif’ bakmamızı mümkün kılan; saydam ve numarasız, renksiz gözlükler değildir!

Yani, “Bilimsel Bilgi ve ifadelerin” dizaynında; ‘yaratılış’ yerine, ‘oluşum’; ‘sevk-i ilâhî’ (dışgüdü) yerine, ‘sevk-i tabiî’ (içgüdü); ‘ilâhî’ yerine, ‘tabiî’; ‘Allah’ın emir ve kanunu (İlâhî irade ve kanunu)’ yerine, ‘fizik – doğa kanunu’… gibi kavramları tercih edince; “inanıp – inanmamak”tan bağımsız ve ayrı, bunlara eşit ve objektif mesafeden bakan, “tarafsız ve nötr, nesnel ve olgusal” ifadeler kullanmış olmayız…

 

Kim’i sormazsan, kimsesiz(miş) gibi anlatmak zorunda kalırsın evreni!

Yukarıda söylediklerimizi özetlersek:

1600 – 1700’lü yıllarda, Rönesans – Reform – Aydınlanma Üçgeninde yeniden tanımlanan “Bilim(science); “bilgi”ye (veri – data – information – knowledge), inancı karıştırmamak adına, “var(mış)” şıkkını seçmemiş; (var – yok’un, ortası ve dışı ve üçüncü şık ve olasılığı olmadığı için de;) diğer gidebileceği mecburî istikamet olan, “yok(muş)” şıkkını işaretlemiştir! Bunun sonucu olarak, bu episteme; evrenden elde ettiği “bilimsel gözlem veri ve bilgileri”ni, Allah yok(muş); varsa ve olsa bile, evrene karışmıyor(muş) aksiyom ve önkabülüne göre dizayn etmiş; keşif – gözlem – deney veri ve bilgilerini, bu “ateist – deist” kontekstte, dizayn ve ifade etmeyi tercih etmiştir!

Yani bu Bilim/sellik:

“Ben evrende, sadece: ‘Ne, nedir, neden, nasıl, kaç…’ gibi soruların cevabını ararım. ‘Kim’ ve ‘niçin’ sorusu; bilgi ve araştırmanın değil, inanç ve teslimiyetin konusu; felsefe ve metafiziğin işi!” dediği için; mantıken gidebileceği diğer zorunlu şık olarak, “kimsesiz” bir evren ta’rifi yapmıştır bizlere! (Zaten; sormadığımız bir sorunun, cevabını göremeyiz; görsek de, farketmeyiz.)

Çünkü ve zaten: “Evrenin fail ve usta ve yöneticisi kim?” diye sormazsak; mantıken gidebileceğimiz diğer zorunlu şık olarak: Evreni “kimsesiz” olarak anlatmak zorunda kalırız. Ve zihinlere böyle bir evren tasavvuru inşa etmek zorunda kalırız!

İşte bu zorunluluktan dolayı; çağımız Bilim’i, evrenden elde ettiği “Bilimsel bilgi”yi; bir ateist – natüralistin bakış açısı ve inançsızlığına göre (“kimse yok, kimse yapmıyor, failsiz ve ustasız oluyor, fizikî sebep ve doğal kanun – mekanizmalarla oluyor, bir takım tesadüf ve zorunluluklarla oluyor, tabiat yapıyor…”) dizayn eder! Hem de; bu “ateist kontekst / bağlam”, bu “ateist – deistik” ifadeler; sanki bilimsel olarak gözlenip – doğrulanmış, sanki nesnel ve objektif bilgilermiş gibi; “Bilimsel bilgi”nin hamuruna karıştırılarak sunulur!

Bunun sonucu olarak, meselâ: “Yağmur”un, “neden – nasıl”ını anlatan bir bilim ve ders kitabında; “Bu yağmuru kim ve niçin yağdırıyor?” sorusu, aklımıza bile gelmiyor, gelmez! Çünkü: Bu epistemolojik felsefeye göre dizayn edilen, güya “bilimsel bilgi”de; faili gerektirecek, yani “kim’ sorusuna, zaruret ve ihtiyaç yok(muş)” gibi anlatılır, evrenin hikâyesi! Failsiz ve yatay, salt “neden – sonuç kurgu ve şablonu”yla anlatılan bu evren tasvirlerinde; zihinlere, “bu işleri yapacak, bir fail ve ustaya gerek yok(muş)” şeklinde, “ateist – deist” bir evren tasavvuru inşa edilir!

Zaten; nedenlerin, sonuçları yaptığına (hem de otomatik yaptığına) inanılan, bilimin bu kurgusal evreninde; “kim” sorusuna, neden ihtiyaç olsun ki! Bir bilgisayar veya makina gibi; “otomatik olarak işleyen neden – sonuç mekanizma ve bilgisayar programlarının (doğa kanunları) olduğu” bu evrende; gözlenen fizikî bir olaya, “fail” aramaya ne gerek var!…

Çünkü siz: “Madde ve Enerji + Uzun Zaman ve Evrim + Tabiat ve Sebepler + Tesadüf ve Zorunluluk = Herşey Mümkün” denklemine inanıyorsunuz! Buna inanmanızın da nedeni: “Herşey, mümkün ki oluyor; oluyor ki, mümkün” totolojik safsatasına inanmanız! İşte bu çok katmanlı inançlarınız sebebiyledir ki; failsiz ve öznesiz olarak, evrenin “neden – nasılı”nı açıkladığınıza inanıyorsunuz!…

 

Sihrin Yapısı

Modern – Seküler – Lâik Bilim Epistemolojisinin, en temel aksiyom ve önkabullerinden biri olan:

“Geçmişte; insanlar, doğa olaylarını, mitoloji ve din’le açıkladık zannediyorlardı. 1600 – 1700’lerde doğup – gelişen, Modern – Seküler – Lâik Bilim/sellik sayesinde gördük ki; doğadaki olaylar, ilâhî olmayıp, fizik – tabiî bir takım neden – sonuç ilişki ve etkileşimlerinin sonucunda olmaktadır… Yani: İlâhî değil, tabiî olaylardır bunlar. Yani: Bu olaylar; Tanrı’nın irade ve kudret ve fiiliyle gerçekleşmeyip; bir takım fizik – kimya kuvvet ve nedensellik mekanizma ve doğa kanunlarıyla açıklanabilir… Nedeni olmayan (indeterminist) veya nedenini henüz bil(e)mediğimiz boşlukları da, tesadüfün yolaçtığı zorunluluklar ve zorunlulukların yolaçtığı tesadüflerle doldurabiliriz…”

Modern – Seküler – Lâik Bilimin temellendiği bu, Ateist-Deist ve Materyalist, Natüralist ve Determinist Paradigmanın, eksik – yanlışlarını gösterip; buna alternatif olarak, Tevhid’e dayalı (bütüncül ve holistik), madde ve manayı birleştiren; İslâmî bir Bilim Epistemolojisinin nasıl inşa edilebileceği; bence en önemli ve öncelikli gündem maddemiz olmalı.

Çünkü:

Ülke ve kültür – milliyetten bağımsız; Bilim/sellik Kriterleri ambalajıyla, tüm dünyaya hâkim olan Batı merkezli bu Bilim Epistemolojisine göre yazılan tüm bilim ve ders kitapları ve bilimsel ifadeler; bu ateist – deist arkafon ve kontekstte; bu altmesajı (subliminâl mesajı) zihinlere, bilinçaltı enjekte ve endoktrine ediyor. Müslüman düşünceyi, bu yönde manüple (manipüle) edip, bozuyor…

Bunun sonucu olarak, meselâ: Gördüğümüz basit bir ağaç resminden; görmediğimiz ressam ve sıfatlarına, şimşekvâri (hadsel yakîn) ulaşma, çağrışım ve refleksi; gerçek – canlı ağaçları gördüğümüzde, artık çalışmamaktadır!… Yani: “Eser – fiil – fail – müessir”, en temel mantıkî zorunluluğu; yani “eser, müessirsiz ve fiilsiz ve fiil de, failsiz olamayacağı” zorunluluğu; yani “Kâinat – Allah” zorunluluk ve bağlantısı; insanın, çağrışım ve algı ve zihninde kopmuştur!…

Çünkü:

Çağımız Bilimi’nin: “Bu olay/olgu, şu sebep – sonuç ilişki ve etkileşim, kanun ve mekanizmalarıyla oluyor” şablonuna dökerek; yani natüralist ve determinist; yani failsiz ve öznesiz verdiği, keşif – gözlem – deney bilgileri; “Bu işi Allah yapmıyor… O’nunla ilgisi yok… Bu iş; O’ndan bağımsız ve ayrı, hem de otomatik oluyor…” demenin, asimetrik ifadesi olup; bu bilinçaltı mesaj; bilincin, eleştiri ve filtrelerine takılmadan; direkt bilinçaltımıza, telkin ve ilka ve enjekte edilmiş olur. Bu yönde; zihnimiz formatlanıp, yeniden programlanmış olur. Seküler Bilim’in; natüralist ve determinist kalıp – şablonda verdiği, bu gözlem veri ve bilgilerinin; anaokulundan beri defalarca telkin ve tekrarı, bir nevi hipnoz işlevi görür. Üstelik bunu; bilimsel ve objektif ambalajıyla yapması, içine girdiğimiz hipnoz ve uyku, unutkanlık ve dalgınlığı (gaflet uykusu) daha da derinleştirir…

Halbuki: Yerde gördüğü ayak izlerinden, buradan bir deve geçtiğini, görür gibi anlayan insanın; kâinatta gördüğü sayısız delillerden; Allah’a, görür gibi intikal etmemesi, anlaşılır birşey değil. Veya: Bir defterde gördüğü basit bir A harfinden, bunu yazan birinden şüphe etmeyen insanın; her harfinde bile ayrı bir kitap yazılmış Kâinat Kitabına baktığında; gene de yazarından şüphe edebilmesi, anlaşılır birşey değil. Veya: Cansız ve iki boyutlu basit bir taklid olan Mona Lisa resminden; bunu yapan sanatkâr bir ressamın olduğunu; “iki kere iki, dört eder” kat’iyetinde, görür gibi akleden insan aklının; canlı ve çok boyutlu ve asıl sanatlı, binler Mona Lisalar’dan; Allah’ı, akıl gözüyle görmemesi; anlaşılır birşey değil… Geçmişte yaşadığı için, görmediğimiz ve görmemizin de mümkün olmadığı Da Vinci’nin varlığı kadar bile olsun, yakînimiz yok O’na!

Fakat dediğimiz gibi: İçine girdiğimiz efsun ve hipnoz, çok derin; uykuda olduğumuzu da bilmiyoruz ki, uyanmaya çalışalım… Belki de artık; gördüğümüze inanmayı bırakıp, görmediğimize inanma vakti gelmiştir. Aksi hâlde; “madde”, ayna ve beyaz perdesinde yansıyan herşeyi; madde ve yatay sebeplerden bilmeye devam edeceğiz. Yani: Bilim’in kamera ve kadrajından seyrettiğimiz Kâinat Filminde, gördüğümüz kurgusal senaryo ve herşeyi, gerçek olabilir ve gerçek zannetmeye devam edeceğiz… (Madde’yi inceltip; arkasını gösteren şeffaf ve saydam bir hâle getirmedikçe, bu böyle devam edecek.)

İşte bu zan ve inanç sebebiyle; zihnimiz; varlığa, aracısız temas ve dokunmaya mâni bir duvar, bir hapishane! İşte asıl Matrix; Modern – Seküler – Lâik Bilimin, zihnimize çizdiği bu yapı, bu varlık tasavvuru.

Bilim/sel telkin ve ifadelerin zihnimize kurduğu bu yapı, bu varlık tasavvur ve nazariyesi nedeniyle; varlığa baktığımızda, meselâ ağaca baktığımızda “bunu, tabiat-sebepler yaptı” diyoruz, “Allah yaptı” demiyoruz! Çünkü: O ağacı, Allah’ın yaptığını görmüyoruz! Çünkü: Allah’ın, ağaç üzerindeki fiillerini görmüyoruz!… “Resim – ressam, eser – müessir”; otomatik çağrışım ve refleksi gibi; o ağaç, bize Allah’ı hatırlatmıyor; ağaçtan, Allah’a intikâl edemiyoruz yani… O ağaç, bize Allahû Teâlâ’yı hatırlatmadığı, çağrıştırmadığı için; buradan, o ağacın, “Allah’ın eser ve ni’meti, rahmet ve hediyesi” olduğunu da farketmiyor, hissetmiyoruz! Yani, bu ikinci aşama – çağrışım da uyanmıyor içimizde. Eğer uyansa, O’na “minnet – şükür/teşekkür” aşama – hissi de uyanacak içimizde. Bu da uyansa; dördüncü aşama olan, “ma’rifet – muhabbet – ibadet” şevk ve hissi de uyanacak içimizde.

Şevk; yani içsel motivasyon; yani birşeyi, içimizden geldiği için, severek ve isteyerek ve zevkle yapmak. Ve o işi yaparken; o işin kendisinin, amaç olması; sürecin kendisinin amaç olması; yani o işin sonunda alacağımız bir ücret – menfaat – mükâfat için, o işi yapıyor olmamak. Yani, ihlâs. Yani demek istediğim: Şevkle – isteyerek – zevkle yapılan ibadette; şevkin derecesi arttıkça, “ihlâs” da artar. Aksi hâlde, yani: İstemeyerek, emirden kaynaklanan bir zorunlulukla (içsel şevk değil, dışsal sevk – dışmotivasyonla), bir yük – yükümlülük – külfet – borç ödemesi olarak yapılan ibadetlerde; “istikrar ve devam” ve “ihlâs” çok zor…

Başlangıçta, yola çıkarken, yazımızın konusu bu değildi; hedefimiz burası değildi ama yol buraya çıkardı bizi. Geri dönmeyelim ama ileriye de gitmeyelim, burada konaklayalım. Geldiğimiz bu yeri tanımak, çevremize bakmak için, burada duralım. Belki ileride “Durmanın erdemi” hakkında bir yazı yazmak da iyi olur. Çünkü bu “hız – haz” çağında, hep acelemiz var ve hiç durmayıp, koşuşturmakla geçiyor ömrümüz. Hiçbirşeye odaklanmadan – konsantre olmadan, sindirmeden; yüzeysel olarak tüketmekle geçiyor ömrümüz… Biraz sükûn – sükûnet, sakin olalım! Neden? Çünkü: Her dakikamız; geçmişi düşünerek, geleceğe dair plânlar yaparak geçerken; “şimdi – burada”yı kaçırıyoruz! Yani yaşadığımız asıl hayat olan, “şimdi”yi kaçırıyoruz! Oysa, sana “zihnini serbest bırak” derken, bunu kasdetmemiştik! Bak, gene durmadık, başka yola girdik; bari burada duralım!

Share

Yorum ekleyebilirsiniz...