Bilimsel Bilim, yani Büyüklere Sihirli Masallar, yani Öğrenilmiş Cehalet! (1)

deniz3

Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî Bilim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Geçen haftaki yazılarımızın sonuçlarından biri: “Batı”nın bilgi ve varlık anlayışına dayanan; yani eski Yunan ve Roma’nın kavramlarıyla düşünüp, bu kavramları aşamamış felsefe ve zihniyetinden doğan ve şekillenen Bilim ve Bilimsel(lik) Felsefesi ve paradigmalarıyla, kendi Bilim Anlayış ve Yöntemimizi inşa edemeyiz. Kendi “metafizik” (ki bu kavram bile Batı’nın ürünü olup, oradan doğmuş, oraya ait) daha doğrusu varlık ve bilgi anlayışımızı; yani “İslâmî Bilim”i bina edemeyiz. Oranın fiziği, epistomojisiyle kendi metafiziğimizi kuramayız; taşımaz.

Elhasıl kâinattan elde edeceğimiz çok daha geniş ve derin mesaj ve bilgileri keşfedip, görmemize; görsek bile farketmemize; farketsek bile anlamlandırmamıza çok büyük engel teşkil etmektedir grekoromen kültüre dayalı Bilimsel(lik) Kriterleri! Ateist – materyalist – natüralist ve determinist paradigmanın şekillendirdiği Bilim’in bu yanlışlarını (güya doğruymuş gibi) devam ettirmek; Rabbimiz’in mesajlarının 3 boyutlu cismanî harflerle yazıldığı kevnî ayetler mecmuası olan Kâinat Kitabını okumaya çalışan İslâmî Bilim’i; bir oryantalistin kavramlarıyla tanım ve ta’rif etmeye çalışmak demektir. Dinimizi onun şablonlarına indirgeme ve bakış açısıyla anlamlandırmaya çalışmak demektir. Bu, çok zengin bir dil’i, çok fakir bir dil’e tercüme etmeye benzer; yani olmaz. Böyle yaparak anlattığımız İslâmî Bilim olmaz, İslâm ise hiç olmaz! Bu; kare, üçgenlerden başka şekil görmemiş 2 boyutlu resim insanlara; 3 boyutlu küreyi anlatmaya benzer ki; anlattıklarımızdan anlayacakları en fazla “daire” olacaktır! Elhasıl kendi medeniyetimizi kurarken modernizm, postmodernizm ve buradan şekillenen Bilimsel Bilim’in bize hazır sunduğu, bzim de sorgulamadan kabul ettiğimiz kavram ve bu kavramların bize dikte ettiği bakış açısının tuzağına düşmemeliyiz.

Yani İslâmiyet’in ilk 3 asrından sonraki yıllarda, müslümanların diğer din ve kültürlerle tanışma ve bu kültürleri içselleştirip, sentez etmede; “karşılaştıkları kavram ve düşünce sisteminin içindeki yanlışları ayıklayıp, böylece müslümanlaştırmaya çalışma ve faydalı hâle getirmek, ayrıca bu kültürlerin içimizde yaptığı tahribat ve itikadî sapmalara engel olmak” gibi aslında iyi ve makbûl niyetlerle yaptıkları; ama bunu yaparken neyi ayıklayıp – neyi ayıklamayacakları veya dönüştüreceklerine dair ellerinde hazır bir yöntem ve sistemli düşünce olmadığından; üstelik “İslâmiyet’i bu yeni fen – felsefe ve düşünce sistemiyle çok daha iyi anlıyoruz; bunların üzerine sistem ve söylemimizi bina edersek, dinimizi daha iyi temellendirir ve verilerini kesinleştirir ve anlar ve tebliğ ederiz” yanlış düşüncesiyle; yaptıkları çalakalem tercüme ve metod(suzluk) hatalarını bugün de aynıyla takip etmenin bir mantığı yok! Kabaca milâdî 800 – 900’lü yıllardan itibaren içine düştüğümüz bu hata ve yanlışı halâ devam ettirmenin bir faydası da yok; zararı ise çok fazla!

Konuyla ilgili Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.Â.), Asr-ı Saadet’ten itibaren müslümanların serencamını, geçen asırları tahlil ve analiz ederek; buradaki teşhislerinden tedavi reçetesi teklif ettiği “Muhakemat” isimli eserine bakılabilir.

Özetle: Müslümanların değişik kültür ve dinlerle tanışması ve bunların mensuplarının müslüman olmasıyla eski malûmatlarının da müslümanlığa idhal (dahil) olmasıyla ve buradan Eski Yunan Felsefesi ve İsrailiyat’ın tercümesiyle başlayan; bu tercümelerle — güya bu diğer kültürlerin bilgi birikimini elemeye tabi tutarak, müslümanlaştırmak; elde kalanlarla, buradan Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Şerifleri tefsir, te’vil, ta’bir ederek anlamaya çalışmakla başlayan (Fahreddin-i Razi’nin, bu Kozmoloji’nin 7 gezegen tespit / keşif / bilgisini; Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “7 semâ”nın tefsiri olarak görmesi ve tefsirine dahil etmesi gibi); böylece İslâmiyet’i fen – felsefenin karışık ve şaibeli bilgilerine bağlayarak, güya İslâmiyet’i daha kesin ve sağlam ve anlaşılır kılma gayesiyle yapılmış, hatalı ve yanlış davranışlara biz de düşmemeliyiz.

Üstad’ın Mektubat eserinin 29. Mektub 7. İşaret’te geçen şu ifadesi de aynı bağlamda kullanılmış:

“…Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim. Hem bilfiil gösterdim ki, İslâmiyetin esasları o kadar derindir ki, felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır. Otuzuncu Söz, Yirmi Dördüncü Mektup, Yirmi Dokuzuncu Söz bu hakikati bürhanlarıyla ispat ederek göstermiştir. Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-ı İslâmiyeyi zâhirî telâkki edip, felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki, felsefenin düsturlarının ne haddi var ki onlara yetişsin?”

İmam-ı Gazalî Hazretleri (R.Â.) gibi âlimlerimiz, yöntemleri belli belirsiz bu ana akışa bir set çekmeye ve buna bir yöntem ve sistem oluşturmaya çalışmışlar ama tarihin genel akışına mâni olunabildiğini söylemek pek doğru olmaz. Elhamdulillâh ve inşâallah Risale-i Nur, Asr-ı Saadet ile aramızdaki bağlantıyı sağlayan bu ara asırlardaki eksik ve yanlışlara düşmeden; bizi tarihin o kırılma noktalarından atlatıp; ana kaynağa tekrar bağlanma  imkânı sağlıyor, sağlayacak.

Sonuç olarak; İslâmî Bilim Çalışmalarında, önümüzde ve geçmişimizde birebir örnek alabileceğimiz ideâl ve hazır bir model yok. Bizim bu geçmişten alacağımız en temel ders: Atalarımızın düştükleri yanlış ve eksiklere düşmemeye çalışarak; biraz da el yordamı ve deneme – yanılmalarla yol almaya çalışmak olacaktır. Burada Risale-i Nur bize, ana işaretlerin olduğu bir yol haritası ve bakış açısı vermektedir ama bu yaşayan metinler üzerinde, bu konuda fazla bir çalışma yapıldığını söyleyemeyiz…

Bir yazı, hatta kitaba sığmayacak ayrı bir çalışma gerektiren bu konuyu burada keserek, geçen hafta kaldığımız yerden devam edelim: Orada demiştik ki: “İslâmî Bilim’in nazarıyla bakarsak ancak eşyayı ‘olduğu gibi’ görmemiz ve taşıdığı mesajı ‘bozmadan’ anlamamız mümkün olabilir.”

Mes’elâ Bilimsel Bilim’e göre; “ağaç, elma yapabilir ve yapar; elmaya sebep olabilir ve olur!” İslâmî Bilim’e göre ise “ağaç, elma yapamaz ve zaten yapmaz; elmaya sebep olamaz ve olmaz!”

Soru: “Gözümüze mi; yoksa güya ‘İslâmî Bilim’ dediğin, sana mı inanacağız!?”

Cevap: Aslında gözümüzün gördüğünün olgusal ve yalın ifadesi: “Ağaçtan elma çıktığı”; (aslında ağacın içinde elma olmadığına göre); daha doğrusu “ağaç üzerinde elma üretildiği!”

Dikkat ederseniz bu yalın ve olgusal gözlemde; ağacın elmayı yaptığına veya kâinattan elmayı sentezlediğine dair herhangi birşey görmüyoruz! Böyle birşey görmediğimiz gibi, buna dair bir delil ve emare de görmüyoruz!

Bilimsel Bilim’in Bilimsel İfadelerinde saklı hipnotik mesajlarının telkin ve ilüzyonunun etkisinden biraz daha uyanabilmek için, cevabımızı şöyle de ifade edebiliriz: Ağaçla konuşmak mümkün olsa ve bize cevap verebilseydi, deseydik k: “Ey ağaç, bu elmayı nasıl yaptın; kâinattan nasıl sentezleyip, terkip ettin; elmanın inşa ve icadında fonksiyonun nedir?”

Ağaçtan alacağımız cevap; üzerindeki elmadan, hatta kendi varlığından bile haberi olmadığı olacaktır! Öyleyse değil nasıl yaptığı, varlığından bile haberi olmadığı elmaya; ağacın “sebep” olduğunu söylemek ne anlama geliyor!? Kendisinin bile varlığından haberi olmayan ağacın, bu cehalet ve körlük ve şuursuzluğuyla; elmayı yapabileceğine ihtimâl vermek, dahası buna  inanmak ahmaklık değil mi!?

Bilimsellik Sihri’nin, “determinizm / sebeplilik” telkininden uyanabilmek için, ağacın cevabını şöyle de revize edebiliriz: “Üzerimdeki elmayı ben üretip, sentezledim; varlık ve inşasının sebebi benim; elmayı ben yaptım, elma benim mülküm ve icadımdır’ diyebilmem için, dünyayı güneş ve kendi etrafında da benim döndürüyor olmam lâzım. Çünkü gece – gündüz ve mevsimler olmadan elma, hatta ben bile üretilemem! Çünkü ben ve üzerimdeki elma (diğer herşey gibi), tüm kâinat fabrikasında dokunup, üretiliyor! Bir şey herşeysiz ve her şey birşeysiz olamıyor! Hepimiz varlık ve devamızda birbirimize hem hâkim ve hem de mecbur ve mahkûmuz; yani en büyük şey, en küçük şeyle bağlı ve bağımlı! O hâlde elmanın sebep ve fail ve mucidi kimse; benim de sebebim aynı; dünya tarlasının sahibi kim ise üzerindeki mahsulâtın da sahibi aynı! Elmanın varlık ve sentez sebebi kimse, dünyayı da aynı zât çeviriyor! Yoksa kitabı yazan, içindeki kelime ve cümleleri yazandan farklı değil! Yani ormanın sahibi kimse, ormandaki ağaçların da sahibi aynı zât!”

Elhasıl İslâmî Bilim, Rabbimiz’in sebep ve fail olduğu fiil / faâliyet ve sonuçları olan eserleri gasbedip; “sebep, tabiat, tesadüf, uzun zaman”lara taksim etmeyecek! Kâinatı sebep – sonuç, madde – enerji gibi parçalarına indirgeyip, sonra dağıttıklarını toplamayıp; böylece insan zihnini “kesret ve çokluk”a dağıtıp; bu gizli mugalâta ve safsatalarla; “Kâinattaki fiillerin faili kim; eserlerin müessiri kim; ‘güzellik, adalet, ölçü, temizlik, san’ât’ gibi sıfatların sahibi ve sebebi kim?” sorusunu (ve sonrasında gelen “gaye / amacı ne?” gibi soruları) insan zihninden silmeyecek, bu merakı köreltmeyecek! Bu soruyu felsefe ve ilâhiyat ve metafizik gibi spekülâtif alanlara hapsetmeyecek; direkt insan gözlem ve araştırma ve biliminin merkezine yerleştirecek! Çünkü İslâmî Bilim’e göre “iman”; inanç ve cehaletin konusu değil; bilâkis bilgi ve araştırmanın konusudur! Çünkü burada delil ve şehadet sözkonusu! Görmediğimiz birşeye nasıl şahid olacağız!? Kâinatta işitmediğimiz, haber al(a)madığımız için “cehalete” özür vardır ve olabilir ama “inkâr ve redde” mazeret yoktur. Çünkü “inkâr” bir hükümdür ki, “delilin neydi!?” derler adama! (Yani “iman etmek” başkadır, “inkâr etmemek” daha başkadır veya “kabul etmemek” ayrıdır, “reddetmek” çok daha ayrıdır mes’elesi.)

Elhasıl “ağaç”, “elma”nın varlık sebebi olmayıp; sadece elmanın “iniş, nüzul, vahiy” sebebidir; yani kâinata, dünyaya takılmış bir musluk gibi elmanın “çıkış sebebi”; elmanın son ambalajlama – paketlemesinin yapıldığı fabrika “çıkış bandı” olmaktadır. Yani elma, Rahman’ın hazinelerinin aktığı ağaç musluğu veya tablacılığı veya zarfıyla gönderiliyor; in’âm ve ihsan ediliyor! Değil elmanın, kendisinin varlığından bile haberi olmayan ağaca; “elmanın, sebebidir” demek; “tüfek değişik enerji ve çekim güçleriyle, failsiz olarak ve onu idare eden ve hedef gözetip, nişan alan bir el olmadan, kendi kendine hareket edip, hedefleri hep tam isabet vurdu ve vuruyor; tüm tüfekler böyle çalışır” demeye benzer! Veya “ormanı yaratan, içindeki ağacı yaratandan farklı birisidir; kitabı yazan, içindeki cümleleri yazandan farklı birisidir” demeye benzer!

Elhasıl ağaç; içinde boya, montaj, ambalaj, dokuma fabrikaları olan; biyoteknoloji ve genetik laboratuvarları ve kalibrasyon, kalıp, dökümhaneleri olan; güneş ışığını enerji ve besine çeviren girdi – çıktı istasyonları olan bir makina değildir. Birbirine benzeyen atom ve tahtalardan yapılmış olup, makinaya en ufak bir benzerliği de yoktur! Elhasıl elmanın üretim ve terkibi; güneşin ısı ve ışığı, atomların itme – çekmesi, suyun ıslatması, ağacın kökü, topraktaki minerâl–elementlerle de nedensellenemez ve nasıl olduğu açıklanamaz! Yani Bilim’in “ağaç” ve “meyve” hakkında tek söyleyebileceği ancak “tasvirdir, ne olduğudur”; nasıl olduğu ve neden olduğu değil; nedenselleme ve nasıl olupta olduğu değil!…

Bilimsel Bilim’in, olayları yatay neden – sonuç zincirleriyle okumasının sonucu üretilen, üstelik anlamı karışık ve muğlak, bu sebepten “fail / özne” yerine de kullanılabilen “neden / sebep” kavramı yerine; İslâmî Bilim’deki “iktiran”, en fazla “vesile” kelimesi daha uygun bir isimlendirme ve tespittir. Çünkü sebepte, müsebbibi de yaratılıyor; sebepte sonucu da kışın ölüyor, yazın ikisi tekrar diriliyor. Ağaçta, elması da yakın zemin – zamanda, birlikte ve yanyana, artarda yaratılıyor. Dahası ağacın, elmayı ürettiğine, elmayı inşa ettiğine dair elimizde hiçbir gözlem ve kanıt yok! Elmanın sebebi zannettiğimiz ağaca sorsak, değil üzerindeki elmadan; kendisinin varlığından bile haberi yok! Elmanın varlığından bile haberi olmayan ağaca; “elmanın sebebi / sebeplerinden biridir” demenin bir anlamı da yok! Varsa da ben bilmiyorum.

Tüm görüp gözlediğimiz, şeylerin yakın zemin – zamanda, artarda ve birlikte varlığa çıkması, yaratılmasıdır! Mes’elâ kışın meyve de, sebebi olan ağaçta ölüyor; yazın ikisi de diriliyor. Burada gözlediği olayı anlamlandırmak ve düzenliliği keşfetmek için, öncelik – sonralık sıralamasına göre “sebep – netice” münasebetini zihin kuruyor, kurguluyor. Eşyaya verdiği bu isim ve role göre; bu meyve şu ağacın “sonucuyken”, bir mevsim sonra o meyve başka bir ağacın “sebebi” oluveriyor! Yani kameranın açısına göre, sebep – netice rolleri hep değişiyor! Yani evrende; “elma – armut” gibi somut ve reel karşılıkları (haricî ve dışsal bir vücud / mevcudiyetleri) yok “sebep” ve “sonuç” kelime rütbelerinin!

Evet eşya arasında bir münasebet var ama “sebep – sonuç ilişki ve illiyeti” bunun eksik ve yanlış bir ifadesi olabilir ancak; yani görüleni tam olarak ifade etmez! Zihin eşyanın varlık ve faâliyetlerini parçalarına ayırıp, zihninde “o ondan, o da ondan…” şeklinde zincirleme; tren lokomotifleri veya birbirine çarpan domino taşları gibi varlıkta tek yönlü bir etki – tepki var tahayyül ve tasavvur, daha doğrusu tevehhüm ediyor! Bu da tavuk – yumurta, madde – enerji gibi kısır döngü ve rol çalmalara sebep oluyor! Halbuki ağaç elmayı etkilediği gibi, elma da ağacı etkiliyor; yani etkileşim çift yönlü. Hem zaten ağaç, meyve almak amaç ve sebebiyle veya başka bir faydası için dikilir. Kâinatta abes ve fonksiyonsuz bir şey yok; meyve yaratılışta ağacın sonucu gibi gözükse de; aslında ağaçtan önce, tohumunda hesap edilmiştir ve o ağacın varlık sebeplerinden biri de, o sonradan ortaya çıkacak meyvesidir!…

Hakikâtte birşeyin birşeye sebep olabilmesi için asgarî 3 temel şart gerekiyor: Herhangi birşeyin herhangi birşeye sebep olabilmesi için, en aşağı o sonucu alabilecek seviyede “ilim, irade ve kudret” sahibi olması gerekiyor. Biri eksikse sebep olamaz. O hâlde “ağaç elma yapamaz, elmaya sebep olamaz, elmanın sebeplerinden biri de olamaz! O hâlde ağaca elma yaptırılır, elma tezgâhı üzerinde ağaç inşa edilir! Aynı şekilde arı bal yapamaz yaptırılır; inek süt yapamaz yaptırılır, inek musluğundan süt akıtılır!…

Elhasıl “sebep” olarak gördüğümüz ve isimlendirdiğimiz herşeyin; suyu bize taşıyan edilgen bir borudan daha fazla bir fonksiyonu yok! Boru ve nakil vasıtası olmasına sebepte gene kendisi olmayıp, bu işlevi kendi tabiât ve özelliklerinden kaynaklanmaz; çünkü borularda kendilerinden hareket edip, boru ve nakil vasıtası olma kabiliyeti olmayıp; onlar da fail olan Rabbimiz’in kudret elinde edilgen birer alet edevat ve nesnelerdir! Bunun faili “tesadüf”te değildir ve burada tesadüf aramanın mantığı da yoktur; çünkü arasıra olan şeyler zahir nazarda “tesadüf”e verilebilse de, devamlı olan şeylerde (mes’elâ attığımız 1000 yüzlü zarlar hep düşeş geliyorsa) artık bir hile aramak gerekir! Yani sizi bilmem, ben ararım!

Elhasıl Bilimsel Bilim’in yöntem ve kriterlerine bağlı kalırsak; İslâmî Bilim’i inşa edemeyiz. Çünkü “sadece görüp, gözlediğimi ve laboratuvara sokup, ölçebildiğimi konu alırım” diyerek, daha baştan Rabbimiz’i; dolayısıyle kâinattaki fiil ve eserlerini O’nun fiil ve eseri olarak görmeyeceğini ilân ve deklare etmiştir Bilim! Böyle diyerek, zaten daha baştan ateist – materyalist bir dünya görüşünün savunuculuğunu yapmayı kendisine misyon edinmiştir! Baştaki bu sınır ve misyonları nedeniyle; herşeyin “tesadüf, tabiat, mekanizma, sebep – sonuç, kanun, madde – enerji, içgüdü, çekim, uzun veya sonsuz zaman” gibi zihnî ve vehmî veya soyut şey veya süreçlerin bir sonucu olabileceği ve olduğu inancına yaslanmakta olup; “kâinattaki bu fiillerin faili kim; eserlerin, müessir ve ustası kim; özellik ve sıfatların sahibi kim?” sorusunu güya metafizik görüp, fizik’ten (aslında kâinat ve gözlemden) dışlamaktadır!

Bu tanım ve amacıyla Bilim; Rabbimiz’e giden yolları kesmekte; eşya ile Rabbimiz arasındaki bağlantı ve çağrışımlarını, zihin ve nazarda kopartmaya çalışmanın adı olmaktadır! Madde’nin saydamlığını gidererek veya dağı kapatan kibrit çöpü misâli gözümüzün önüne getirerek; bu gözbağcılıkla, arkasında fiilleriyle işgören Rabbimiz’i görmemize engel olmakta! Hatta “Bilim herşeyi nedenselleyip, açıklamıyor mu!? (Haşa!) Allah gibi ek bir sebep ve Rabbe inanmaya mantıken bir zorunluluk ve ihtiyaç yok!” diyerek; bu soruyu sormamızı bile mantıkî açıdan gereksiz ve absürd ve cevabını da ampirik açıdan deneysellenemez ve gözlenemez bulmaktadır! Bilim’in “Bilimsel Yöntem” dediği şeyin ta’rif ve tanımı, amaç ve maksadı bu!

İslâmî Bilim olarak biz de Rabbimiz’in zâtını ölçme ve inceleme saçmalığı yapmayacağız; fakat görülen, gözlenen ve ölçülebilen eserlerini, yani fiil / faâliyetlerinin sonuçlarını inceleyeceğiz. Zaten mikrodan makroya herşeyi var edip, varlıkta tutmaya devam ettiğini söylediğimiz böyle bir Allahu Teâlâ’yı görebileceğimize ihtimâl verme mantıksızlık ve tutarsızlığı yapmayacağız! En küçük, Sonsuz Büyük’ü nasıl görecek! Olmayan dışına mı çıkacak, yoksa olmayan içine mi gireceğiz!?…

Mevcut Bilim; İslâmiyet ve diğer inançları, hak–batıl ayrımı yapmadan, yani hepsini “din ve inançlar” diye eşitleyerek; sosyolojik ve psikolojik bir hâdise olarak görüyor. Başta peygamberimiz Hz. Muhammed (S.Â.V.) olmak üzere, tüm hak Peygamber ve Vahiy ve Kitaplar’ı baştan kabul etmeyerek; üstelik ateist – materyalist taraftan taraf olup, yani red ve inkâr ederek; agnostik olmayı bile beceremiyor! Ki önceki yazılarımızda da dediğimiz gibi; çoğu konuda tarafsız ve agnostik olunamaz; hükümsüz kalınamaz! Başta lisan ve mantık izin vermez buna. Çünkü mantıken fiilsiz “eser”; özne ve failsiz “fiil”; müessir ve ustasız “eser” ol(a)maz; lisanen böyle bir cümle kurulamaz! Çünkü “yazı” eseri, yazma fiilini; yazma fiili de “yazar” failini zorunlu kılar! Aynı şekilde yazıdaki “bilgi”, yazarın “âlim” gibi isim ve özelliklerini zorunlu kılar… Çünkü parası olmayan para veremez; ışığı olmayan ışık veremez; görmeyen görmeyi yaratamaz. Yani herşey kendinde olanı verir, olmayanı veremez!…

Elhasıl Bilimsel Bilim kendi ateist – materyalist yolunu inşa etmekle meşgul, bunun delil – ispatı peşinde! Baştaki inanç ve tavırları; “Varlığı, Allah yok(muş) varsa bile eşyanın işleyişine karışmıyor(muş) gibi inceleyeceğim ve gözlemimi de böyle ifade edeceğim” önvarsayımı olunca; bunun aksi çıkan bir sonuca ulaşacaklarına inanmak saflık olur! Baştaki önvarsayımları bu olunca, buldukları herşey; bu önvarsayımla çelişmeyecek şekilde, bu ateist önvarsayımın delil ve ispatına kullanılacaktır zaten! Bilim’in tanım ve yöntem, mantık ve felsefesinin doğal ve zarurî sonucu zaten bu!

Çünkü onlar “kim” sorusunu sormuyorlar; ateist – materyalist inançlarının şekillendirdiği Bilimsel Yöntem ve Sınırları böyle çizilmiş! Kâinatta neyi sorarsak ancak onun cevabını bulabiliriz; yani bulduklarımız, sorduklarımızdan bağımsız değildir! Sormadığımız sorunun cevabını zaten göremeyiz; görsekte farketmeyiz; farketsekte anlamlandırıp, kullanamayız! Daha önce de bir vesileyle dediğimiz gibi; doğru cevabı bulmaktan önce, doğru soruyu sormak önemli; çünkü doğru cevaba doğru soruyla ulaşabiliriz ve yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz; önce soruyu düzeltmek gerekir… (Bir de aradığımız şeyi, kaybettiğimiz yerde aramak gerekir.)

Elhasıl mevcut Bilim ve Felsefesinin “fizik – metafizik, maddî – manevî, bilgi – inanç, tesadüf – zorunluluk” gibi sınıflandırma, ayrım ve kavramlarını bırakarak; kendi kavram ve anlam haritalarımızı inşa ederek; çevremize bakmalı ve öyle de ifade etmeliyiz. Bilim’in ayrıştırıcı, indirgeyici, eşyayı parçalayarak kâinattan tecrid edici ve Rabbi’nden koparıp; basitleştirici model / teori ve tekniklerinden; yani nazarımızı kesrete dağıtıp, oradan tesadüf – tabiâta atıf yapıcı efsunu, safsata ve mugalâtalarından kendimizi uyandırmalı ve kurtarmalıyız! Eşyaya “Esma-ül Hüsnâ” perspektifi ve “vahidiyyet – ehadiyyet” ayrımı; “tevhid, mana-yı harfî, iktiran” gibi kavramlar eşliğinde; bütüncül, yani tevhidî ve holistik bakmalıyız…

İnanmalı, inanmaktan öte bilmeli ve bilmekten öte görmeli ve şahid olmalıyız ki; El Esmâ-ül Hüsnâ olmazsa; bu kod – program – tecelli ve tezahürler arka plânda çalışmazsa; kâinat çalış(a)maz; varlıkta bile duramaz!

Mes’elâ “El Kayyum” ismi tecelli etmezse; atom ve gezegenler birbiri üzerine (direksiz ve boşlukta) dengede durup, bağlı kalıp, yapışmaz; organizma ve sistem ve madde inşa edilemez! Hatta atomlar ve gezegenlerin bile kendi sabitliği yani “var olup, varlıkta durma ve hareket etmeye devam etmesi”; bu isim / program ve sebeple mümkün! Bilim, eşyadaki atomların kümelenmesi ve organizasyonuna bir sebep göstermez; burada neden – sonuç zinciri kurmaz ve aramaz. Çünkü “tesadüf + uzun zaman, evrim, adaptasyon” gibi amentüleriyle; olanların olmasının ve olmaya devam etmesinin “mümkün olduğu”na ve olanların da bu mümkün’ün gerçekleşmesinin sonucu olduğuna inanmaktadırlar! (Ne çok inanç esasları varmış!)

Yani Rabbimiz’in ilim – irade – kudret ve diğer isim – sıfatlarının tecelli ve tezahürlerini denklem ve teori, kelime ve ifadelerimize eklemeden; eşyanın varlık ve işleyişini, sonuç ve nedenlerini açıklayamaz ve nasıllayamaz; bunu, gerçek müşteri olan akla izah edip, kendimizi ikna edemeyiz! Nedenlerin, niçin ve hangi sebeple “neden” olduğunu; hattâ nasıl “vesile” olduklarını bile açıklayamayız!

Herşeyin, her ân ve ahvâl ve şe’ninde O’na muhtaç olduğu, Es Samed olan Rabbimiz’e dayamadan hiçbir şeyi açıklayamaz ve nedenselleyemez; hatta (fail ve usta olan marangozunu hesaba katmadan, masanın “nasıl olduğunu” tasvir edemememiz gibi) eşyanın işleyiş şeklini ve nasıl hareket ettiğini bile tasvir edemeyiz!

Soru: Bilimsel Bilim kâinat ve içindeki eşyanın işleyiş mekanizmasını; nasıl ve hangi sebeplerle işlediğini tasvir ve izah etmiyor mu!?

Cevap: Hayır, mevcut Bilim, eşyanın “neden ve niçin” böyle hareket edip, çalıştığına aklı ikna ve kalbi tatmin edici bir izah getiremediği gibi; eşyanın işleyişinin “nasılı”nı bile tasvir edemiyor! Çünkü fiilsiz eser, failsiz fiil ve müessir–ustasız eserin nasıl olduğu veya olabileceğinin tasvir ve izahı mümkün değil!

Bilimsel Bilim’in yaptığı ancak usturluplu Bilimsel İfadelerle “açıkladık, nedenselledik, nasıl olduğunu izah ettik” zan ve algısı oluşturmak! Yani “tabiât, tesadüf, mekanizma, kanun” gibi hariçte (zihin dışında) eşya üzerinde te’sir yapabilecek kuvveti olmayan vehmî veya zihnî kavramlarla veya keşfettiği şeylere “bileşik, elektrik, yerçekimi (kütleçekimi)” gibi isim vererek güya anladık ve çözdük zan ve ilüzyonuyla; böyle mantıkî örgüsü zayıf Bilimsel İfadelerle; elhasıl sahte sebep / fail / nasıllarla insanları büyülemek ve uyutmak!

Örneğin: “Yanıcı / yakıcı gaz olan 2 hidrojen 1 oksijenin, şu bağlarla ‘bileşik’ yapması sonucu sıvı ‘su’ olur” gibi ifadelerle ve bileşiğin, karışımdan farkını anlatarak; güya su’yun varlık ve ortaya çıkışındaki gizem ve nedeni ve suyun nasıl yaratılıp, ortaya çıktığını çözdük zannı uyandırmak! Bu zanla; sanki hidrojen ve oksijenle, su arasındaki “irrasyonel uçurumu” kapattık imajı uyandırmak gibi! (Hidrojen ve oksijen, suyun yapıtaşıdır; inşa ve icad sebebi değil!) [İnşa: Zerrelerin organizasyon ve biraraya gelmesi. İcad: Bu organizasyon sonucu; zerrelerde olmayan, yani zerrelerden kaynaklanmayan (“şapkadan tavşan çıkması” gibi parçalarına indirgenemeyen); zerrelerinden bambaşka ve ayrı, hattı zıt özelliklerde yeni birşeyin hiç’ten yaratılması. Su, elma, et, süt, bal gibi…]

Tekrar edersek: Herşey, varlıkta durma ve devamında, her ân ve ahvâl ve şe’ninde, Samed olan Rabbimiz’e muhtaç! Denklem, teori ve ifadelerimize Rabbimiz’i eklemeden hiçbir şeyi açıklayamaz ve nedenselleyemez; hatta nasılını bile tasvir edemeyiz!

Mes’elâ Rabbimiz’in “El Kuddûs” İsim / Sıfat / Programı çalışmazsa (bu tecelli ve tezahür olmazsa); kâinat ve hücrelerimiz, daha doğrusu her birşey pislik ve kokudan geçilmez! (Mikrodan makroya heryerde geçerli Temiz Sıfatı / Temizlik Hakikâti ve Temizleme Kanun ve Fiili için; mevcut Bilim hangi neden / sebep / mekanizmayı, fail olan Allah yerine ikame ediyor acaba!? Pardon, Fizik henüz “Temizlik Kanunu” diye bir kanun keşfetmiş değil!)…

El Hay olmaz ve El Muhyi sebep olmazsa, “hayat ve canlılık” olmaz! (Çünkü organizmanın cüzleri olan zerrelerinde olmayan “hayat”, bütününde ortaya çıkıyor. Yani “hayat”, canlının parçalarına indirgenerek, nedensellenemez ve nasıl yaratılıp, ortaya çıktığı; analiz–sentezler yaparak nereden geldiği açıklanamaz.)…

El Hafiz (C.C.) tecellisini kesse; insan, hücre, ağaç, atom, dünyaların koruyucu deri ve kalkan, zar ve kabukları olmaz…

El Şafiî olan Rabbimiz fiilini kesse; hastalık ve ölüm asıl, sıhhât ve yaşam istisna olup; mesêlâ herkeste hergün meydana gelen kanserli hücrelerden hergün tanıdıklarımızdan 20 – 30 kişiyi kaybederiz!…

Elhasıl Rabbimiz kâinata; kâinatın zerre ve hareketleri adedince varlık ve isim – sıfatlarını gösteren delil ve âyetler ve “ben yaşayarak veya bizzat görerek tanık oldum, buna şehadet ve şahidlik ederim” diye konuşan şahidler koymuştur! Bilimsel Bilim’in iddia ettiği gibi ateizm – materyalizme, mes’elâ “madde, kuvvet, tabiât, sebep, uzun zaman, tesadüf”ün yapmasının mümkün olabileceği ve yaptığına delil ve şahit koymamıştır! İster tümevarım ve isterse tümdengelim yapalım; kâinatta (makro ve mikroda) inkâra delil ve şahit yoktur! Mazerette yoktur! Yani inkâr edenlerin; yarın ahirette “Rabbim şu şu delillerle seni inkâr ettim, mazeretim var, haklıyım” diyebilecekleri bir bahaneleri yoktur!

Kendi su-i ihtiyar ve su-i nazarımızla, örneğin niyet etmeye gerek kalmadan (default, fabrika ayarı) devamlı açık gözümüzü, su-i niyetle kapatmayı tercih ve irade ederek veya körlük, uyumak gibi şahsî sebeplerle güneşi gör(e)memeye delil ve sebep var ama gökteki güneş ve ortadaki aydınlık ve ısısının inkârına delil ve sebep yaratmamıştır Rabbimiz!

Elhasıl hem lisan ve mantık açısından ve hem de itikaden; cansız ve iradesiz bulut bize su veremez, verdirilir; cansız ve şuursuz toprak ağaç yapamaz, yaptırılır; bizi (hatta sütü bilmeyen) tanımayan inek süt yapamaz yaptırılır (yani içinde inşa ve icad edilir), süt veremez verdirilir; cansız dünya dönemez, döndürülür!…

Yani Bilimsel İfadelerdeki “verir, yapar, döner” gibi ifadeler, sadece “hakikât” ve “itikad” olarak değil; “mantık” ve “gramer” açısından da yanlış ve saçma olup; bu tür kelime, fiil ve eserler “şuur, ilim, irade ve kudret” sahibi canlılar için kullanılabilir ancak! Bir de mecaz ve masallarda kullanılır bazen. Büyüklere yazılmış Bilimsel Masallarda ise hep kullanılır!

Sonuç: “İman ve İslâm”; deney ve bilgi, gözlem ve ölçmenin konusu ve sonucu olup; “inkâr” ise, cehaletten beslenen, delilsiz vehim ve zânnın sonucudur…

Bununla birlikte “iman”; bilimsel bir nazariye / teori ve bir kâinat modeli kategorisi cinsinden de değildir. Çünkü salt zihinsel ve deneysel ve 5 duyu gibi gözlemsel temellere dayanmayıp ve sadece “tümevarım ve tümdengelim, analoji” gibi kerameti kendinden menkul mantıkî delil – ispatlara yaslanmayıp; aynı zamanda “vahiy, ilham” gibi kanallarla gelen doğru haberler ve “zekâ, kâlp, ruh, sır, nefis, vicdan” gibi duyular ve “ene” gibi letaiflerde de (yani enfüste de) ayrı delil – ispat ve gözlem pencereleri ve enfüsî deney ve tecrübe yolları ve şahitleri var…

Haftaya devam edelim inşâallah.

Share

Yorum ekleyebilirsiniz...