Çoğumuz, Kimlik Müslümanıyız!

Çoğumuz; müslüman bir anne-babadan doğduğumuz; müslüman bir çevre – kültürde yaşadığımız için, müslümanız! Din’le ilişki ve bağımız da; haftada bir Cum’â namazına gitmek, bazen oruç tutmak… Ve cenaze, bayram namazına gitmek… gibi; arasıra yaptığımız, bazı “form, ritüel ve şekiller” üzerinden yürüyor. Hattâ bazımızda bu da yok. Yani: “Câmi” gibi, bazı mekân ve zamanlarda yaşadığımız; sınırlı, “part-time” bir müslümanlık bizimkisi!

Bunun olağan bir sonucu olarak; kırmızı ışıkta geçmemiz veya yolun kenarında durmak mümkünken; “yolun ortasında durup, yolcu indirmemizin, arkada bekleyen insanların zamanlarından çaldığımız ve bunun kul hakkına girdiği ve günah olduğu / olabileceği” gibi, soru ve düşünceler; “elhamdûlilâh müslümanım” diyen bizler, için; çok ütopik ve anlamsız gelmekte! Dahası: Bütün bu sorular, akla bile gelmemekte! Yani: Bunların din’le, (daha doğrusu Rabbimiz’le) bağını görmüyoruz bile!

Verdiğimiz bu örnekleri çoğaltabiliriz: Sınavda kopye çekmeyi normâl gören ve hattâ bunu bir maharet gibi, açık açık ve ballandıra ballandıra anlatan, bir öğrenci…, İçtiği içki, gittiği yer, çıktığı kişileri, övünerek anlatan kişi…, İşçinin maaşını geç vermeyi veya alacaklısına, borç ve ödemesini ne kadar geciktirirse; bunu kâr gören bir esnaf / işinsanı…, Akşam mesai bitiminde, çalıştığı bilgisayarı kapatmayan veya çeşme-lâmba-klimaları kapatmayan ve kontrol bile etmeyen bir memur…

Veya: “Allah’ın kelâmı” deyip; “vahyettiği âyet, iki boyutlu yazılı mushaflara”, abdest almadan dokunmayıp; okumak için elimizin bile uzanamayacağı çok yükseklere asan bizler; vahyedilmiş “kelâmî âyet” olan Kur’ân-ı Kerîm’e gösterdiğimiz, bu saygı ve hürmeti; “Allah’ın yarattığı mahlûk ve üç boyutlu”, “kevnî âyetler”i olan; bastığımız ot – çiçek ve gördüğümüz hayvan veya karşılaştığımız insanlara göstermiyoruz!

Kaçırdığımız vergi, geç kaldığımız mesai, kaynak yaptığımız trafik ve market sırası… Kısaca hiçbir davranışımızda; inandığımız din, ahlâk ve kul hakkı, günah – sevap bağlantısı… Bütün bunlar, hiçbirimizin aklına gelmiyor! Yani: İnandığımızı söylediğimiz din; hayat ve davranışlarımızı, algı ve anlayışımızı belirlemede, en son sıralarda bile gelmiyor!

Bundan daha ilginci: Birkaç dakika sabredemeyip kırmızı ışıkta geçen yaya veya sağ – sol sinyali vermeye bile üşenen şoför veya öğrenci olmadığı hâlde, öğrenci akbil / bileti kullanan kişi… Hâsılı; bu ufak ve basit ve zahmetsiz kurallara bile uymayan ve neredeyse hergün ihlâl eden bizler; sonra tutup, yasa ve kurallara uymayan yöneticilere lâf söylemeyi, kendimizde hak olarak görüyoruz! Dahası, bu tutarsızlık ve çelişkinin farkında bile değiliz!

Otobüse üç kuruş ucuza bineceğim veya çayı ucuza içeceğim diye, yaptığımız bu hile ve aldatma ve hırsızlıklarımıza bakmadan; sonra milyar çalanlara kızıyoruz! Halbuki biz üç kuruş için, inandığımız değerleri satıyoruz! Üç kuruş için bunu yapan; üç milyar çalanı, kızmak ve eleştirmekte bir tutarsızlık görmüyor! Üç kuruş için bunu yapan; yarın o mevkiye kendi geldiğinde, üç milyar için yapmayacağını düşünmek; biraz fazla iyimserlik olur gibime geliyor!

Veya: Namazın önem ve ehemmiyyeti hakkında saatlerce konuşup – yazıp, yüzlerce âyet – hadis ve argüman, alegori ve metafor sıralayan ama namaz kılmayan bir insan düşünelim. Sizce bu insan, namazın önem ve değerini biliyor mu? Hayır! Çünkü: Bu kişi; bir yerlerden okuyup, aklen ezberleyip, hafızasına nakşettiği bir ma’lûmatı tekrarlıyor sadece! Böyle bir kişi, ancak; namazın, “dindeki önemini” biliyor demektir! “Kendinde önemi” yok, kendi için önemsiz demektir! Yani kendi içinde, içuzayında; namazın önemi sıfır, değerini bilmiyor demektir!

O kişi için; namazın önem ve ehemmiyyeti hakkında, kitaptan – okuldan öğrendiği bir kısım ma’lûmat; kendi, iç – sübjektif uzay küresinde; bir hisse karşılık gelmiyor; kendisinde bir his uyandırmıyor demektir. Yani modern ifadeyle; “qualia”sında, bir karşılığı yok demektir!

Kabul edelim: Çoğumuz, bu farazî şahıs gibi; dilde “âlim” ama hakikâtte, cahiliz! Dışa doğru, âlim ama içe doğru, cahiliz. Rasyonel ve analitik temelde; öğrendiğimiz bir sürü ma’lûmatın, yüzeydeki dil ve zihin alanında açtığı bir ‘genişlik’ var ama duygusal ve kalbî temelde; yani bilinçaltı/dışı temelde, herhangi bir ‘derinliğimiz’ yok. Sanki mü’min-müslüman idrâkimiz ölmüş veya hiç olmamış gibi!

Bu neden böyle? Çünkü: İslâmî bilgi ve inançlarımızın; kesin inanç ve eminlik boyutu eksik. İslâmî ma’lûmat ve bilgilerimiz ve bu bilgilerimize, inanç ve güvenimiz; “zan” derecesinde yani. Ne demek “zan”?:

Aklıma daha iyi bir örnek gelmediği için, bunu veriyorum: Sigaranın zararları hakkında bir sürü ma’lûmat ve bilgisi olup ama sigara içmeye devam eden birisine benziyor hâlimiz. İşte böyle bir kişi; sigaranın zararlarını “bilmiyor” demektir. Sadece; sigaranın zararları hakkında, çevreden – kitaplardan, gördüğü – duyduğu bir takım sözleri “ezberlemiş – öğrenmiş”; sadece bu “ezberini tekrar ediyor” demektir. Çünkü: O kişi, sigaranın kendisine verdiği zararı, halâ “farketmemiş, hissetmemiş” demektir. Yani: Subjektif alanında, sigaranın sağlığına verdiği zararı “tecrübe etmemiş veya farketmemiş” demektir. O kişinin içuzayında şu bilgi kayıtlı, şuna inanıyor yani: “Evet, sigara zararlı bir alışkanlık ama şimdilik, bana bir zarar vermiyor; bilâkis, keyifli bir zevk veriyor…”

Yani: En bilimsel ve objektif bilgilerden biri olan; sigaranın zararlı olduğuna bile, “görmeden” inanmıyoruz! “İlmelyakîn öğrendiğimiz” bu bilmeyi; “aynelyakîn görmeden” veya kendimizde bizzat tecrübe edip, “hakkâlyakîn yaşamadan, hissetmeden”; bu kuru “objektif bilgi”,nin; bizi amel ve eyleme sevkedecek bir enerjisi olmuyor. Teorik – entelektüel aklımızla öğrendiğimiz bu kuru bilgi; bizi, amel ve eyleme sevk ve motive etmiyor.

Hâsılı: Hafızamızda, öğrendiğimiz bir sürü kelime ve kavram uçuşuyor ve bunları konuşurken, yazarken kullanıyoruz ama bu kavramların, “algısal ve hissî anlam ve karşılıkları” yok içimizde. Bu sözcüklerin, sadece “sözlük anlamları”nı biliyoruz. Rasyonel – entelektüel aklın anlayacağı seviyeye indirgenmiş ve düşürülmüş, sığ ve dar anlam ve temsillerini biliyoruz yani. Yani: Bu öğrendiğimiz kavram ve bilgiler; öznel, enfüsî dünyamız ve qualiamızda, bilinçaltı/dışı ve kalbimizde, bir hisse karşılık gelmiyor; bir algı ve his ve çağrışım uyandırmıyor. Bu neden böyle?

Çünkü: Afaktan, dışarıdan, kitaplardan öğrendiğimiz bu teorik kavram ve bilgilerin, “anlam ve önem ve değeri bilgisi”ni; “rasyonel – entelektüel – teorik – nazarî aklımız” bilemez. Bilemediği gibi, anlayamaz da. Çünkü: “Rasyonel Akıl”; dışdünyadan kendisine gelen bilgiyi; böler – toplar, çıkarır; yani üzerinde dört işlem yapar.

Kendisinde örnek ve nümunesi bulunmayan ama bir şekilde, dışdünyadan kendisine gelen, bazı yabancı veri ve bilgileri de; bildiği şeylere kıyas ederek; yani temsil ve benzetmelerle, anlamlandırmaya çalışır. Fakat, temsil – modelleme yöntemiyle yaptığı bu anlamlandırma sonucu, elde ettiği “anlam;” o öğrendiği kavramın, dışarıda temsil ve işaret ettiği gerçeğin, birebir aynısı değildir. Çözünürlüğü ve netliği düşürülmüş, flû bir görüntüsüdür ancak.

Yani: Rasyonel Aklın; bilmediği – anla(ya)madığı – görmediği şeyleri, bildiklerine benzeterek elde ettiği bu yeni “anlam;” bir yakınsamadır. Realiteye birebir mutabık değildir, örtüşmez. Peki; Rasyonel – Entelektüel – Analitik Aklın bil(e)mediği ve tümden yabancı olduğu, bu “anlam küresi” nedir? Sadece; Duygusal – Bilinçaltı/dışı – Bütüncül – Kalbî – Pratik Aklımızın farkedip, algıladığı ve anlayabildiği, bu “anlam uzayı”; nasıl birşeydir?

Baktığımız bir manzaradan, aldığımız güzellik ve haz, yediğimiz bir meyveden aldığımız koku ve tat, bulunduğumuz bir ortamdan aldığımız zevk veya sıkıntı… gibi; enfüsümüzde yaşayarak ve sübjektif alanımızda, bizzat tecrübe ederek algıladığımız ve aldığımız, bu his ve anlam ve “sübjektif bilgiler”i; Rasyonel Aklımız’ın, “bilmesi ve anlaması ve hissetmesi” mümkün değildir.

“Tat, koku, ses, renk, soğuk – sıcak, huzur, mutluluk, sıkıntı, sevgi, merhamet, acı, …” gibi; sadece o kişinin, sübjektif benliğinde, qualiasında hissedilebilen ve algılanan, bu his ve duygu ve anlamları; Rasyonel – Entelektüel – Nazarî / Teorik Aklımız bilemez ve tanıyamaz. Bu algı ve hisleri bölüp, rakamlara dönüştüremez; üzerlerinde dört işlem yapmak için, parça ve yapıtaşlarına ayıramaz. Sayısal / dijitâl olmayan bu “algı – manâ – his – anlamlar”ı; bölüp – çarpamadığı gibi; bildiği, başka şeylere de, indirgeyemez ve benzetemez. Yani bu algı ve hisleri; temsil ve benzetme yöntemiyle bile, kendinde imgeleyemez ve modelleyemez; bildiği başka şeylere benzetemez. Bu neden böyle?

Rasyonel – Teorik Akıl ile Duygusal – Pratik (tecrübî) – Bilinçaltı/dışı Akıl – Kâlp arasında ve bu iki akıl uzayının, bilebildikleri şeyler arasında; yani farkedip – algıladıkları ve görüp – tattıkları şeyler arasında; derece değil, mahiyet farkı vardır çünkü.

Duyusal – Objektif – Rasyonel Aklımızla öğrendiğimiz her teorik / nazarî bilgi; eğer bu, Duygusal – Subjektif – İrrasyonel Aklımıza doğru, bir kökleşme ve derinleşme yapmazsa; yani kitap – defterlerden okuyarak; yani “naklî” olarak ve teorik olarak öğrendiğimiz, bu entelektüel bilgiler; yani “içuzay – qualia – kalbimizde yaşayarak, bizzat tecrübe ve müşahede etmediğimiz”, bu nazarî ve ezber bilgiler; bizi eylem ve amele geçirecek; yani “irade”yi harekete geçirecek, şevk ve istek, azim ve motivasyonu sağlamaz. Zaten “arzu ve istek – istemek, tercih ve irade etmek, şevk, azim, motivasyon” gibi; algı ve his, kuvva / kuvvet ve tutumlar; Rasyonel Akıllla değil, İrrasyonel – Duygusal Aklımızla bilinebilecek ve yönlendirilip, harekete geçirilebilecek, his ve kuvvetlerdir.

Yani: İnsan; “0 – 1 (yok – var)”larla çalışan bir bilgisayar gibi, rasyonel veri ve girdilere, rasyonel çıktı ve sonuçlar üreten, rasyonel bir varlık değildir. Yani: Davranışlarımıza yön veren irademiz ve o iradeyi harekete geçiren, içimizde doğan meyil ve istek, temenni ve arzular; Rasyonel Deterministik Kurallara ve Rasyonel – Analitik Akla, bağlı ve bağımlı değildir.

Yoksa o insan: “Şu sağlığa zararlı, o hâlde bırakmalıyım… Bu davranış mantıklı değil, o hâlde yapmamalıyım…” gibi; rasyonel mantık kuralları gereği, devamlı doğru düşünüp, devamlı doğru kararlar alır ve devamlı doğru davranışlarda bulunurdu. Yani: O insanın iradesi, hep rasyonel ve mantık kuralları çerçevesinde hareket eder ve böylece o insan, kendini zorlamaya hiç gerek kalmadan, zorlanmadan, hayatı boyunca hep, “mantıken doğru” davranışlarda bulunur, doğru yaşardı…

Elhasıl: Bilinçli aklımızı kullanarak söylediğimiz İslâmî kavram ve bilgilerin; içimizde, yani “algı ve mana ve his veritabanımız”da, “bilinçaltı/dışı akıl ve kalbimiz”de, hiçbir karşılığı yok veya yok gibi! Karşılığı olmadığı için zaten, bu sözleri söylediğimiz veya duyduğumuzda; içimizde bir ihtizaz ve dalgalanma uyanmıyor; bir heyecan ve amele geçme, şevk ve motivasyonu uyandırmıyor bizde. Halbuki meselâ; “tahta” demekle, “peygamber” demek arasında; nabzımızda – kimyamızda bir değişme olmuyorsa; burada bir problem var demektir!

Bütün bunlar neden böyle ve biz neden böyle, bu hâldeyiz? Az önce dedim ya: “Çoğumuz; müslüman bir anne-babadan doğduğumuz, müslüman bir çevre – kültürde yaşadığımız için, müslümanız.” Yani: Müslüman olmamız; bilinçli bir düşünme ve tercihin, bir sonucu değil. Önceden çalışmadığımız ve merak edip de, sorusunu bile sormadığımız bir dersin; bize hazır verilmiş cevaplarının, ezbere bir kabul ve tekrarından ibaret, bizim müslümanlığımız! Bunu kavramsallaştırmak gerekirse, belki “kimlik müslümanı” diyebiliriz, bu hâlimize.

Pardon! Az önce: “Çoğumuz, müslüman bir çevre – kültürde doğdumuz, yaşadığımız için müslümanız!” demiştim ya, bunu düzeltiyorum: Yaşadığımız ortam ve içine doğduğumuz küresel habitus, “müslüman” değil! Yani bu dünya; materyalist – kapitalist – liberal felsefe ve dünya görüşlerine göre tertip ve dizayn edilmiş ve “ateist – deist(ik)” paradigmalara göre tefriş edilmiş, “Modern – Seküler – Lâik” bir ortam. Çağımızın ruhu, “zeitgeist”i bu. Bu ne demek?

Şu demek: Oturduğumuz ev, çalıştığımız işyeri ve sokakta, yani dışarıda, bize Allahû Teâlâ’yı hatırlatacak hiçbirşey yok demek! İnsan eli değmemiş veya insan ürünü olmayan; azıcık kalmış yeşil alanları saymazsak; gözümüzün çarptığı hiçbirşey, artık bize Allah’ı hatırlatmıyor yani! (İnsan ürünü olmayan varlıkların da, artık neden, bize Rabbimiz’i hatırlatmadığı sorusunun cevabına; “Sihrin Yapısı: Bilimsellik Sihri”, “Seküler – Lâik Bilim ve Ders kitaplarındaki Gizli Tehlike” gibi, önceki yazılarımızdan bakılabilir.) Yaşadığımız – çalıştığımız mekânların duvarlarında olsun, yazı olarak bile, bir “Allah” lâfzı yok, bulunmuyor. Ki bence, duvara asacağımız böyle bir yazı – resim bile, çok önemli ve anlamlı ve işlevsel, yani faydalı bence.

Ne diyorduk?: Yani sadece “algı ve zihin” olarak değil; “mekân” olarak da; din’den; daha doğrusu, Rabbimiz’den ‘soyutlanmış ve yalıtılmış; gasbedilip – çalınmış;’ ötelerden ve öte düşüncesinden uzak; böyle inşa edilmiş bir dünya ve çağda uyandık, doğduk, yaşıyoruz.

Yani: İnancımızı; yani “Elhamdûlillâh Müslümanız” dediğimiz dini; yani “Allah ve hesap, ölüm ve ahiret”i; yani “müslüman olduğumuz”u; yani “âbd ve kul olduğumuz” gerçeğini (veya bu inancımızı) hatırlatmayan; üstelik, bunları unutturan ve gene üstelik, bu inancımıza, bizi yabancılaştıran ve yabanîleştiren ve uzak düşüren, bir toplum ve çevre ve kültür uzayında yaşıyoruz.

Modern – Seküler – Lâik eğitim tezgâhından geçmedikleri için; yani okumamış, hattâ okuma – yazması bile olmayan; anneanne, babaanne, dedelerimiz; bu açıdan korunmuş olup; bence bizden daha talihli ve avantajlı durumdalar! Çünkü; onlar, modern eğitim – iş hayatına katılmadıkları için ve Tv – sinema gibi medyaya da, nisbeten uzak oldukları için; içinde bulunduğumuz kültür atmosferine, bu atmosferin oluşturduğu algı ve zihin kodlarına yabancılar. Babaanne – dedelerimizin; “Allah” derken, burunlarının sızlaması, gözlerinin dolarak, uzaklara dalmaları; dindeki samimiyet ve ihlâsları; ibadetlerdeki devam ve istikrarları… Bu güzel hasletlerinin, en büyük ve belki birinci sebebi; onların, bu “modern – seküler – lâik” dünyaya yabancı olmalarıdır. İç – Subjektif Uzaylarının, işgal edilmemeleridir.

Başta anne – babamız olmak üzere, dönüştürülmüş bir dünyaya doğmuş – uyanmış ve böyle bir anne – baba elinde büyümüş bizlerin; bu dünyanın, “aile – medya – okul – iş” tornalarında biçimlendirilmiş, sizin – bizim gibi insanların; akıntıya ters yüzmesi, elbette zor. Hattâ çoğumuz, akıntıya razı veya akıntıya nasıl uyum sağlayacağı derdinde!

Elhâsıl: Emanet ve emniyet, eminlik ve şahidlik; yani kulluk bilincimiz kaybolmuş! Bu sebepten belki, öğrendiğimiz herşeyi; mülkiyet ve özgürlük, eşitlik ve insan hakları bağlamında değerlendiriyoruz. Allah’ın hakları ve buna bağlı, İslâm akdiyle kabul ettiğimiz görev ve sorumluluklar… hiç aklımıza gelmiyor! Çünkü: Kendi kavramlarımızla düşünmeyi bilmediğimizden; seküler – lâik, başka medeniyyet ve kültürlerin kavramlarıyla düşünmeye alışmışız hep!

Yani: “Kimlik Müslümanı” olmamızın nedenlerinden birisi; bu habitus, bu ortam. Fakat, böyle olmaya ve yaşamaya devam etmemizde, garipsenecek hiçbir durum görmemek; hattâ bunu normâl ve olağan / olması gereken görmek; hattâ bunu “doğru” görmek; daha enteresan! (Demek ki; “normâl” tanımımızı bile, inandığımız dinden almadık, almıyoruz!) Bu, neden böyle?

Çünkü: “Müslüman” tanımımız, hattâ “din” tanımımız, hem eksik ve hem de yanlış. Bunun sonucu olarak; Cennet’e girmek için taşımamız gereken bir pasaport ve vize gibi görüyoruz, dinimizi! Yani, sadece öbür dünyada işe yarayan bir pasaport gibi görüyoruz! Bu dünyada da; sadece ölüm ve yokluk korkumuzu giderici ve böylece, bunları düşünerek, üzülme zahmetinden kurtarıcı; yani zihinsel konfor ve dünyevî keyif ve rahatımızı bozabilecek, “ölüm, yokluk, ayrılık” gibi düşüncelerden bizi kurtaran; yani sırf dünyevî keyif ve rahatımız için; pragmatik ve hedonist bir motivasyon ve yaklaşımla algılıyoruz ve görüyoruz dinimizi! Yani: İnandığımız dine; bir koltuk değneği ve dünyevî hazlarımızı arttırıcı, bir araç muâmelesi yapıyoruz sanki! Kendi alınteriyle kazanmadığı, zengin bir mala konmuş, mirasyedi bir evlât gibi; arama ve düşünmenin zahmetine katlanmadan, hakikâti peşin bulmanın rehaveti içerisinde, ülfete mebni, kıymetbilmez bir duyarsızlık ve savurganlık içerisindeyiz!

Halbuki “din”; tam tersi, bu dünya hayatı için; bireysel ve toplumsal olarak, bu dünya hayatımızı tanzim etmek, borç ve yükümlülüklerimizi, bize bildirmek ve hatırlatmak için gönderildi bize! Yani: Öldüğümüzde; bu anlamda bir din ve yükümlülük (namaz, oruç, sevap-günah…) olmayacak ahirette. Yani: Din; öncelikle, bu dünya için; bu dünyadaki davranışlarımızı tanzim etmek için gönderildi. Bu ne demek?

Şu demek: Yani, Kur’ân-ı Kerîm; bir “din kitabı” değil, bir “hayat kitabı.” Din de; metafizik bir ötedünya öğretisi değil; bir “yaşam rehberi, bir hayat tarzı.” (Yaşam Koçları ve guruların, kulağı çınlasın.)

Müslüman tanımımız yanlış derken; “inanmak” ve “iman” ile “inkâr etmemek”in, farklı olgu / süreçler olduğunu da bilmiyoruz veya bilenler de unutuyor, çoğu zaman. (Bu konuda; “İman etmek ayrı, İnkâr etmemek ayrıdır” yazımıza bakılabilir.) Yani, aynayı karşımıza alıp: “Ben, dinime gerçekten inanıyor ve iman ediyor muyum; yoksa sadece, inkâr mı etmiyorum!? Yoksa; bilincim farketmeden, bilinçaltı yaptığım bir tercihle, bir nevi ‘gizli agnostik ve deist’ olabilir miyim!?” diye; ciddi ciddi sormamız gerekiyor kendimize! Ve aldığımız cevapta: İçimizdeki o iman ve iman neşesini ve o verdiği huzuru hissetmiyorsak; durumumuz tehlikede demektir!

Veya hiç kendimize sormaya bile gerek kalmadan; aradığımız cevabı, şöyle de bulabiliriz bence: İçimizdeki “iman”ın; bırak bize mutluluk ve huzur, yani yaşama sevinci vermesi; bu iman, hiç değilse, burada yaşadığımız sıkıntı ve acılarımıza bile, teselli ve merhem olmuyorsa; böyle bir imanın; ahirette bizi mutlu edebileceğini söylemek, orada işe yarayacağını düşünmek; zor gibime geliyor! Yani: Dünyada bile merhem ve ilâç ol(a)mayan; (tabiri caizse, işe yaramayan) bir imanın, ahirette bizi kurtarabileceğini düşünmek, bence zor!

Evet, sadece dilimizle, o da bazen: “Allah var, ahiret var, O görüyor” derken; diğer tüm algı ve davranış ve hayata bakışımızla; “Allah yok(muş)” gibi yapıyorsak, yaşıyorsak; “Allah görmüyor(muş); görse de, bu önemsiz(miş)” gibi davranıyorsak; yani kendimize ve bilinçaltımıza, devamlı bu mesaj ve komutları gönderiyorsak; en sonunda bilinçaltımız, buna ikna olmaya başlar! Ve bilinçdışı olarak, öyle hissetmeye başlarız! Yani: Yaratılışta getirdiğimiz, fıtrat / fabrika ayarlarımız bozulur! En sonunda da; bilincimiz / bilinçli aklımız, “yok(muş), varsa da önemsizmiş” gibi inanmaya ve öyle de görmeye ve algılamaya başlar! Çünkü: Bir yalan bile, bin defa tekrarlanınca, insanda bir ‘acaba’ uyanır!

Tamam, Müslüman unutur, sürçer, düşer ve günah işler ama hatâen veya akibeti düşünmeyen his, öfke, nefsine kapılarak; düştüğü, savrulduğu bu günaha, “üzülmemek!” İşte bu “üzülmemek ve pişman olmamak ve düştüğü yerden, ayağa kalkmak istememek”; işte bu, bir müslüman için, mümkün olmaması gereken birşey gibime geliyor!

Diyeceğim o ki: Bu hız – haz çağında; bir acele ve koşturmaca içerisinde; hep (gelmemiş) yarını düşünmekten, plânlamaktan; (gelmiş) bugünü kaçırıyoruz! Dünü hatırlamak ve yarını düşünmekten; “şimdi”, farketmeden geçiyor! Halbuki hakikî, tek fizikî varlık ve hayatımız, “şimdiki zaman!”

Bilincimizin, bilinçli aklımızın, bir çeşit trans ve uykuda olduğu; bir zihin durumu, bir ruh hâlinde geziyoruz ama farkında değiliz. Bu hâlimizle; uyuduğunun farkında olmayan bir kişi gibiyiz; uyuduğumuzun / uyuştuğumuzun farkında olmadığımız için, uyanmak da istemiyoruz. Uyananların uyarmaları da, bize pek birşey ifade etmiyor! Onların söylediği, bunca söz, nasihât, kitap, bizi uyandırmaya yetmiyor! Çünkü te’sir etmiyor; çünkü kâlplerimiz paslanmış ve katılaşmış!

Mübalâğa, abartma yok; evet, hepimiz gaflet uykusundayız, uyuyoruz, uyurgezeriz! Yani, “Ölüm uyandırmadan önce uyan!” Hadis’i, bizim için söylendi! Hepimiz zehirli bir bala üşüşmüş sinekler gibiyiz; balın tadından sarhoş olmuşuz ama zehrini, duyularımız almıyor; çok sonraları, karnımızda başlayan bir sancıyla, zehirlendiğimizi farkedeceğiz ama korkarım çok geç olacak!

Karşılıklı konulmuş, birbirini gösteren aynalar gibi, geçmiş ve gelecek aynasında, şimdiki zaman / ân / mekânı, çok geniş bir zamanmış gibi zannettiren vehim ve hayâlimizin; hafızamızda çizdiği, sahte ve imajiner bir geniş zamanda yaşıyoruz, yaşadığımızı zannediyoruz!

Bu ışıklar sönmeli, bu ses kesilmeli, herşey durmalı, bu efsun bitmeli!… Herkes içine dönmeli, içine bakmalı!… Kimse; içinde bulamadığı şeyi, dışarıda arayarak bulacağını zannetmemeli. Aradığımız şeyi, kaybettiğimiz yerde aramalı!… Çok geç olmadan! Sonra zaten, istemesek de perde kapanacak; ışıklar sönecek, tüm sesler kesilecek!… Herkes oraya, yalnız gideceğini görecek!

Sadece gökte dolunay ve yıldızların aydınlattığı, ıpıssız bir çölün ortasında, sadece rüzgârın çıkardığı uğultu ve ağaç – yaprakların hışırdaması varsa eğer, belki bir de sahile vuran dalgaların sesi… İşte belki, tüm yalnızlığımızla orada; içimizdeki uçurumun çekimine kapılıp, düşüp, dipteki benliğimize çarpınca; belki delip – geçip, ötelere çıkabilir ve göğün tavanına çarpabiliriz! Belki. Kimbilir.

Share

Yorum ekleyebilirsiniz...