KÖPRÜ - Üç Aylık Fikir Dergisi

. Ziyaretçi


Okunma Sayısı: 1433

Bu Sayıdaki Diğer Yazılar

Metni Yazdır

KÖPRÜ E-posta listesi

KÖPRÜ Dergisini web üzerinden www.kitapyurdu.com adresinden satın alabilirsiniz.

Kampanyamızdan yararlanarak dergimizin eski sayılarına uygun fiyata sahip olabilirsiniz tıklayın.


 KÖPRÜ / Güz 2001 
 Ölüm Gerçeği
 KÖPRÜ / Kış 99 
 Devlet-i Aliyye


Copyright © 2006
KÖPRÜ Dergisi
Her Hakkı Saklıdır

Devlet ve İktidar
Bahar 97   [ 58. Sayı ]


Sekülerizasyonun Üç Halkası: Benlik, Tabiat ve Devlet

Murat Çiftkaya

"Kimdir o Rahmân'dan başka size yardım edecek kuvvet?
Sizin şu ordunuz mu?..."
"Eğer O size verdiği rızkı kesecek olsa, kimdir sizi rızıklandıracak?..."
"Eğer suyunuz yerin dibine çekilecek olsa, kimdir size tekrar bir akarsu getirecek olan?"

Mülk Suresi; 20, 21 ve 30. âyetlerden

I. Bir dayanak ve yardım noktası olarak devlet

İngiliz BBC televizyonunda her hafta düzenli şekilde bir program yayınlanır: "999." Aslında 999, her ne nedenle olursa olsun zor duruma düşmüş kazazedelerin başvurabilecekleri ve yardım talep edebilecekleri bir telefon numarasıdır. Söz konusu programda da, gerçekten yaşanmış bazı kurtarma ve yardım olayları, canlandırma yoluyla ve kazazedelerin kendi ağızlarından anlatılır. Her bölümde kâh denizde teknesi batmış insanlar kurtarılır, kâh uçurumdan düşüp hayatta kalabilmiş veya intiharın eşiğine gelmiş, zehirlenmiş vs. insanlar. Çaresizlik içindeki kişilerin imdadına en gelişmiş vasıtalarla ve en kısa zamanda koşulur. Birer devlet memuru olan görevliler tam bir şefkat ve kahramanlıkla, beceri ve ustalıkla görevlerini icra ederler. Bazen onlarca kişi saatler boyu tek bir kişinin kurtarılması için çaba harcarlar. Ama her defasında kazazede kurtarılır.

İlk bakışta bu programın olağanüstü bir yönü göze çarpmaz. Ancak, biraz düşününce, fazla zorlanmadan satır aralarında bazı "ince" mesajları okumak mümkündür. Öncelikle, seyircilere, başları sıkıştığında, yardıma muhtaç hale düştüklerinde başvurabilecekleri şefkatli, kuvvetli bir mercinin varolduğu; bu mercinin, yani vatandaşı oldukları devletin, kendilerine bir telefon tuşu kadar yakın olduğu hissettirilmeye çalışılır. Sanki şöyle denmektedir: "Sen ne kadar aciz ve çaresiz olursan ol, modern teknolojilerle donatılmış devletinin büyük kuvveti ve engin şefkati sana bir telefon tuşu kadar yakındır ve sana mutlaka uzanacaktır." Yardım umabilecekleri ve kuvvetine yaslanabilecekleri böyle kudretli ve şefkatli bir mercinin varlığı vatandaşlara güven aşılar ve her türlü zevk ve mutluluğun düşmanı olan can ve mal tehlikesinin tatsızlıklarından onları uzak tutar. Bir devletin vatandaşı olmanın mutluluğunu ve ayrıcalığını yaşatır onlara...

"999," siyasî ve felsefî liberalizme beşiklik etmiş, halihazırda da yazılı bir anayasası ve kanunları dahi bulunmayan İngiltere gibi bir ülkede, devlet kurumuna, bütün görünmezliğine ve şeffaflığına rağmen, fertlerin dünyasında—tabir caizse—nasıl "ilâh" rolü yüklendiğine ilişkin ilginç bir örnektir. Ama örneklerden sadece birisidir. Zira gerek Batıda, gerekse Doğuda bulunan irili-ufaklı yüzlerce devletin gerisinde yatan anlayış ve bu devletlerin işleyiş biçimi incelendiğinde aynı vakıayla karşılaşılmaktadır: devletin ilâhlaştırılması ve kutsallaştırılması.

Devletin ilâhlaştırılması

Semavî dinler, mutlak isim ve sıfatlarıyla ibadete lâyık tek mercinin, insanı ve kâinatı yaratan Allah olduğunu; yardımın doğrudan doğruya sadece Ondan istenmesi gerektiğini, hamd ve şükrün sadece Ona mahsus olduğunu ders verir. Görünür âlemdeki yardım vasıtaları Onun kudretinin olsa olsa birer perdesi ve aracıdır, yoksa Onun kudret ve iradesi dışında hiçbir yardım ve şefaatte bulunamazlar. Dolayısıyla, insanın görevi her anında Ona iltica etmek, ihtiyaçlarını doğrudan doğruya Ona arz etmek, Ona dua etmek, Ona dayanmak, hamd ve şükrünü Ona arz etmektir.1

Buna mukabil, modern dünyada bu ilâhî merci teknolojik aygıtlarla donatılmış devlet olarak tanımlanmıştır. Devlet denilen varlığın fiil ve faaliyetleri ise semavî bir otoriteye değil, doğrudan doğruya kendisine nisbet edilmektedir. Diğer bir ifadeyle, devlet kendi adına varolan ve kendi kuralları çerçevesinde işleyen bir varlıktır ve önceleri Yaratıcı'ya verilen sıfatlar artık devlete atfedilmektedir.

Rızkın kaynağı odur: yatırımlarla, açtığı iş sahalarıyla ve memuriyetlerle vatandaşlarını o doyurur. Adaletin kaynağı odur: hapishaneleriyle, mahkemeleriyle yasalarına boyun eğmeyenleri cezalandırır. Bilginin kaynağı odur: yaygın ve örgün eğitim sistemiyle vatandaşlarını o bilgilendirir. İç ve dış düşmanlara karşı savunma ve korunmanın kaynağı odur: millî ordu, savunma sanayii millî sınırları korumak için vardır. Hastahaneleri, sigorta sistemiyle vs. şifanın kaynağı da odur.

Modern devlet Rabliğe ait hemen bütün vasıfları sahiplenmiştir. O tektir, mülkünde şeriki olamaz; vatandaşlara da her fırsatta bu telkin edilir ve en küçük ortaklık iddiası anında en şiddetli biçimde ortadan kaldırılır. Görünmeyen sınırlarla çevrili toprakların mutlak mülkü, hiçbir kayıt ve sınırlama olmaksızın ona aittir. Hayat ve ölüm onun tesciliyle vuku bulur; doğumu devletin nüfus dairesince tescil edilmeyen bir kişi yaşıyor bile sayılmaz ve hemen hiçbir temel hakkını kullanamaz. Aynı şe-kilde, vefatı devletin adlî tıp kurumunun onayını almayan bir kişi ölmüş sayılmaz, yasal yollardan mezarlığa bile gömülemez. Hayr onun elindedir; çocuklar için, yaşlılar için, bakıma muhtaçlar için bakımevlerini öncelikle o açar ve finanse eder...

Modern devlet kendi üzerinde semavî veya arzî hiçbir otorite tanımaz. En üstün otorite bizzat kendisinden başkası değildir. Bu itibarla, modern bir kavram ve kurum olarak devleti problemli hale getiren, sadece dine muhalif birtakım kanunlar yapması ve yasaklamalara gitmesi, insanları Allah'ın emirlerine uymakla mükellef bir kul olmakla devletin yasalarına uymakla mükellef bir vatandaş olma arasında seçime zorlaması değildir. Bununla birlikte ve bunun da ötesinde, asıl mesele, devletin Yaratıcı'yla bağ ve nisbetinin kesilmiş olmasıdır. Çağdaş dünyada devlet meşruiyyetini evvelâ ve bizzat kendisinden alır. Varlığı kendisindendir. Faaliyetleri kendi adınadır. Meselâ adaletin adalet-i ilâhiye adına değil, devlet adına tesisine çalışılır; suçlulara ceza emr-i ilâhî adına değil, devlet adına verilir; evlendirme dairelerinde insanlar Allah adına değil, devlet adına karı-koca ilân edilir...2

Modern seküler devlet anlayışının temelleri

Modern devlet fikrinin ve uygulamasının, insanın ve kâinat tasavvurunun sekülerleştiği, mutlak isim ve sıfatlara sahip Yaratıcı itikadının yerini mekanistik bir Tanrı inancına ya da Tanrısızlık fikrine terkettiği bir ortamda doğmuş olması kayda değerdir.

Modern dönemde, Yaratıcı, görünür âlemi (mülk âlemini) her dem kudret elinde tutan, yarattıklarına şefkat ve merhametiyle inayet eden, mutlak ve muhit sıfatlarıyla kullarına itminan veren bir konumda olmak şöyle dursun, bu âleme müdahale etme gibi bir fonksiyondan bile mahrum edilmiş ve ya tamamen safdışı bırakılmış, ya da dünyada olup bitenlerle ilgisi olmayan manevî bir mahiyete indirgenmiştir. Yaratıcı'dan kalan yer ise—sosyal alanda—devlet ile doldurulmaya çalışılmıştır. İnsanlar kendilerini—âhiret de dahil olmak üzere—bütün kâinatı yaratan bir Vacibu'l-Vücud'a nisbet ederek değil, belli bir toprak parçasının üzerinde mutlak hükümranlık iddiasındaki birtakım hükmî şahsiyetlere nisbet ederek tanımlamaktadır.3 Diğer bir ifadeyle, bir kimlik olarak Yaratıcı'ya kulluğun yerini devlete vatandaşlık almış; ama Yaratıcı ile kul arasında cereyan eden hemen tüm ilişkiler devlet ile vatandaş arasında da devam etti-rilmeye çalışılmıştır.

Devletin modern çağda bu şekilde ilâhlaştırılması, aslında önce insanın, daha sonra da dış âlemin Yaratıcıyla nisbetinin koparılması (sekülerizasyonu) ve dolayısıyla ilâhlaştırılması sürecinin sonunda vuku bulmuştur. Başka bir deyişle, devlet tasavvurundaki değişimin, insan ve kâinat tasavvurundaki değişimle doğrudan ilgisi vardır.

Nitekim, yaygın ve mecburî hale getiri-lerek "devlete ideal vatandaş" yetiştirmesi hedeflenen eğitim sisteminde bunun yansımalarını görmek mümkündür. Fen dersinde insanın tanımı "kollar, bacaklar, kafa ve gövdeden oluşan sosyal bir varlık"tan öteye gitmez. İnsan Sani-i Zülcelalinin bir kudret mucizesi değil, binlerce yıl süren tesadüfî evrimleşme sürecinin bir meyvesidir. İnsanın gayesi kendisini bu dünyaya gönderen Rabbine kulluk, Onu tanımaya çalışmak, Onun emirlerine uymak, ebedî saadete kavuşmaya çalışmak değil; kendi arzu ve isteklerini tatmine çalışarak bu dünyada en yüksek maddî mutluluğa ulaşmaya çabalamak, aynı zamanda da toplum ve devletine karşı ödevlerini yerine getirmektir. Daha fazlası değil...

Mahiyetinde yansıyan bütün sıfat ve özellikler insanın malı olarak kabul edilir. Meselâ, gerçekte Yaratıcısının ilmini tanıması için bir ölçü olarak verilen ilim duygusu, Rabbinin şefkatini hissetmesi için verilen şefkat ve merhamet duygusu bu bakış açısıyla insanın zatî özelliği olarak kabul edilir. Bütün bu özellikleri içine alan benlik duygusu, hakikatte nisbî, farazî ve itibarî birer vasıftayken materyalist bir bakış açısıyla dondurulur, katılaştırılır ve bizatihî kendi kendisine varmış gibi görülür. Yansımanın kaynak, gölgenin asıl, emanetin mal olarak görülmesi gibi birşeydir bu. Sonucu ise, benliğini sahiplenen insanın rabliğe soyunması ve Rabbine isyana kalkışmasıdır.4

Diğer taraftan, yine fen bilgisi dersinde, atomlardan yıldızlara bütün varlıkların—yani, kâinatın—da tabiat denilen mevhum, varlığı kendinden olmayan, itibarî ve farazî bir kanunlar topluluğunun hakimiyeti altında olduğu telkin edilir. Rızık, şifa ve ha-yatın devamı gibi şeyler doğrudan doğruya kudret-i ilâhiyenin eseri değil; şuursuz, ha-ricî vücudu bulunmayan tabiat kanunlarının sonucu kabul edilir. Tabiat kelimesinin neredeyse kâinat kelimesinin yerini alması, bu sürecin ne kadar ilerlemiş olduğunun başka bir göstergesi olsa gerektir. Çağdaş dünyada, tabiat, Rabbiyle bağı koparılan dış âlemin ilâhı haline getirilmiş ve rableşti-rilmiştir.5

Yansımanın kaynak, gölgenin asıl, itibarî olanın zatî kılınması süreci hayat bilgisi dersinde devam eder: müstakbel vatandaşlar olarak görülen çocuklar bu defa mevhum çizgilerle çizilmiş millî sınırların içindeki toprakları, yine mevhum birtakım kanunların ve mekanizmaların topluluğundan oluşan devletin mülkü olarak görmeye zorlanır. Yüzlerce kez çizdirilen ülke haritalarının da gayesi budur; dış dünyada hiçbir gerçekliği bulunmayan, zamanın diplomatik şartlarına ve heveslere göre belirlenmiş birtakım farazî hatlar mesabesindeki millî sınırların haricî vücuda sahipmiş gibi algılanmasına çalışmak.

Her üç düzeyde de—benlik, tabiat ve devlet—Yaratıcı'yla bağ ve nisbet koparılmakta, dış dünyada vücudları bulunmayan bu itibarî mahiyetler bu suretle sahte birer rab ve ilâh haline getirilmektedir. Rabbini unutan çağdaş insanın mecburen icad ettiği sayısız sahte ilâhlardan belli başlılarıdır bunlar. Nitekim, Said Nursî, insan benliğini tahlil ettiği 30. Söz'de "Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tâğutlardandır" diyerek bu sürece dikkat çekmekte ve diğer taraftan ene’ye "milletin enaniyeti"nin eklenmesi durumunda "Saniin emirlerine karşı mübareze"nin vuku bulacağını belirtmektedir.6 Millî benliğin bir ifadesi olan millî devletlerin, kendi seküler kanunlarını semavî hükümlerini yerine ikameye çalışması bu mübarezenin bir meyvesi olsa gerektir.

Said Nursî yine 30. Söz’de Hz. Âdem'den bu yana insanlık âleminde iki silsilenin, iki geleneğin süregeldiğini belirtir. Bu geleneklerden ilki olan nübüvvet geleneği ve onun temsilcileri olan Hz. Âdem ve sonraki bütün nebiler Allah'tan başka hiçbir şeyin varlığının bizzat olmadığını, başta insan benliği olmak üzere herşeyin mevcudiyetini Vacibu'l-Vücud'a borçlu olduğunu, Onun kayyumiyeti sayesinde varlığımızın devam edebildiğini ders vermişler ve bütün mülkü Maliku'l-Mülk'e teslim ederek O Malik'in ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne de uluhiyetinde şerik ve naziri olmadığını, herşeyin anahtarının Onun elinde olduğunu, herşeye Kâdir-i Mutlak olanın O olduğunu; maddî nedenlerin sadece görünüşte kalan bir perdeden ibaret olduğunu bildirmiş- lerdir. İnsan benliği Onun sıfat ve şuunatına birer ölçü ve birim olması için bize ve-rilmiştir. İnsan benliğinin mânâsı başkasındandır, vücudu başka birisinin vücudu ve icadı ile kaimdir ve mahiyeti asla nisbetle gölgeye benzer. Aynı şekilde tabiat da Kadir-i Mutlak'ın fıtrî bir şeriatıdır, kanunlarının bir mecmuası, kudretinin bir ölçüsüdür. Bu itibarla, nübüvvet geleneğin- de, insanın gayesi Allah'ın yarattığı ahlâk üzere olmak, ubudiyette tekâmül etmek ve Malikinin emriyle hareket etmektir.

Diğer gelenek, yani kendini dinden soyutlayan felsefî gelenek ise, tam tersine insan benliğine kendisinden başkasına işaret etmeyen, anlamını kendi içinde taşıyan, aslî ve zatî bir vücuda sahip bir mahiyet olarak bakmış; onun kendi faaliyet alanında gerçek malik olduğuna hükmetmiştir. Bu dünya görüşünün temsilcilerine göre insanın gayesi "Allah'a benzemek"tir. Sonuçta bu gelenek Nemrud, Firavun ve Şeddad gibi insanlık tarihinde Allah’ın mülkü üzerinde hakimiyet ve ilahlık iddiasının, şirkin, Allah'a karşı isyanın, zorbalığın ve zulmün timsali olmuş kişileri yetiştirmiştir. Dış âlemde ise mevcudlara Yaratıcılarına işaret eden birer âyet değil, güzelliği ve sanatı kendinden olan varlıklar olarak bakıp onlara da birer ilâhlık mertebesi vermiştir. Said Nursî'nin ifadesiyle "Tabiatın perdesi ile Allah’ın nurunu görmeyen insan, herşeye bir uluhiyet verip kendi başına musallat" etmiştir. Bu açıdan, eski Yunan felsefesinin ileri gelenlerinden Aristo’nun devleti "maksadsız hiçbir iş yapmayan tabiatın eseri" olarak görmesi kayda değerdir.7

Rönenasla yeniden doğan seküler anlayış

Batıda Rönesans ve Aydınlanma diye bilinen gelişmeler, felsefî geleneğin nebevî geleneğe yeni başkaldırısından başka birşey değildi. Rönesans aslında insanperest ve tabiatperest Eski Yunan fikriyatının yeniden diriltilmesiydi. Eski Yunan'dan miras alınan hümanizm fikriyatı gereği insan artık ilâhî isim ve sıfatları yansıtan bir ayna olarak yaratılmış mükemmel bir mahluk değil, bizatihî önem ve değer taşıyan küçük bir ilâhtı. Dış âlem de doğrudan doğruya ilahî kudret tarafından vücuda getirilen, Yaratıcısının ilim, kudret, şefkat gibi sıfatlarına aynalık eden bir sanat eseri değil, eski Yunan’ın tabiatçılık felsefesi gereğince, dış vücudu bulunmayan, itibarî kanunların hükümranlığındaki "tabiat" isminde bir makineydi. Tabiat makinesi kendi kendine işliyordu ve Yaratıcı'nın ona herhangi bir müdahalesine gerek yoktu. O da kendi çapında bir "ilâh"tı çünkü.

Mülk âleminin Yaratıcısıyla bağlarının kopartıldığı diğer bir alan da "yönetim" oldu. Fizik bilimlerinde Galileo, Newton gibi isimlerin kainatın açıklamasını mekanistik tabiat kanunlarıyla izah ederek fizik bilimlerinde yapmaya çalıştığı şeyin devamını, Machiavelli, Hobbes ve Locke gibi isimler de yönetim alanında getirdiler. Yaratıcı'dan bağımsız bir siyaset ve yönetim anlayışı geliştirilmeye çalışıldı. Meşruiyetini ve değerini Kilise vasıtasıyla göklerden alan yönetimin referansı artık tamamen arz olacaktı.8

Maliku'l-Mülk'ten nisbeti kesilmiş mülk âleminde artık herşey kendi başına bir ilâhtır. Yeryüzü de bu sahte ilâhların savaştığı ve mücadele ettiği kasvetli, karanlıklı bir arenadır. "Tabiî hal" adını verdiği bu kaotik duruma Hobbes'un teklif ettiği çözüm yeryüzünde yeni bir üstün-tanrının, yani devletin, icadıdır. Ve devletin, tıpkı bir tanrı gibi, mutlak yetkilere sahip olması gerekmektedir.

Alman filozofu Hegel ise bir adım daha atarak devleti "mücessem Tanrı" olarak tarif eder. "Ona (Hegel’e) göre, devlet yalnızca neyin doğru olduğuna karar verme mercii değildi, o doğru olan şeyin de mücessem şekliydi. O, yalnızca Tanrı'nın sesi değil, Tanrı'nın ta kendisiydi. Tanrı ya da Ruh kendisini tarihe vahyettiği için ve devletin de tarihin sonu oluşundan dolayı, devlet aklın ve Hakkın mutlak tecessümüydü. Tarihin bütün diğer yönleri gibi devlet de meşruiyetini bizzat varlığından alıyordu."9

Modern devlet tek bir İlâh'ın reddedilmesinin sonucu olarak icat edilen irili-ufaklı ilâhlardan birisi oldu. Aslında, aynen insan benliği gibi, aynen tabiat gibi, farazî, itibarî, ilmî, mevhum bir mahiyete sahip iken harici vücuda sahip, bizatihî kaim ve başlıbaşına amaç bilindi, ilâhlaştırıldı. Başına "ulus" sıfatı konulan ve millî sınırlar dahilindeki toprak parçasıyla özdeşleştirilen ulus-devletin, bu sınırlar içinde hiçbir raki-binin olamayacağı beyan edildi. Milletlerin mi devletleri kurdukları, yoksa devletlerin mi kendi milletlerini icat ettiği ise hâlâ tartışılmaya devam eden ve ikinci şık yönündeki görüşlerin ağırlıkta olduğu bir konu.

Maddeten varolan, elle tutulan, gözle görülen kâinatın gözle görülmeyen, elle tutulmayan ama buna rağmen ilâhî vasıflara sahip olduğu iddia edilen tabiatın hakimiyetine sokulması gibi; maddeten mevcud olan insan toplulukları da haricî vücudu bulunmayan, bazı farazî kanunların ve kurumların toplamından ibaret olan devletlerin hakimiyeti altına sokuldu.

Öyle ki, devlet teoride meşruiyetinin kaynağı olan kendi toplumundan bağımsız ayrı bir zatî vücuda sahip görülmekte, hatta bazen kendisini kendi toplumuna karşı bile korumaya almakta, "devlet sırrı" adıyla birçok şeyi ondan saklamakta, "devlet maslahatı" bahanesiyle kendi kanunlarına aykırı faaliyetlere dahi girişebilmektedir.

Dinler ve nebiler mülk âleminin herşeyiyle tek bir Malikü'l-Mülk'e ait olduğunu, kâinatın başka hayalî ilâhlara bölüştürülemeyeceğini ders verirken; ulus-devlet ve ideologları, "millî birlik ve beraberlik" sloganı altında, bazı toprak parçalarının bölünmezliğinden dem vurmaktadır. Nebiler Malikü'l-Mülk'e tâbi olunması ve onun emirlerine riayet edilmesi halinde semavî ve uhrevî bir Cennet'i vaad ederken; ulus-devlet kendi payına düşen "mülk"te kendisine kayıtsız-şartsız tâbiiyeti kabul edenlere dünyevî cennet vaad etmektedir. "İlerleme, kalkınma, refah düzeyinin yükseltilmesi..." gibi kavramlar hep bu dünyevî cennet vaadinin kelimeleridir. Daha hazır bir mükâfat da devletin bir dayanak ve yardım noktası olarak insana teselli vermesi, onu ümitsizliklerden kurtarma iddiasıdır. Dinler Yaratıcı'nın şefkat ve merhamet kadar kahhariyet ve celale de sahip olduğunu, Kendisine isyan edenleri Cehennem'le korkuttuğunu ders verirken, ulus-devlet tanrısının kulu vatandaşlara da cehennem tehditleri savrulmaktadır: hapishaneler, sürgünler, işkenceler, eziyetler, vatandaşlık haklarının ellerinden alınması... Dinler ilâhî emirlere isyan ve Allah’ı inkâr edenlerin dinden çıkacağı ve öte dünyada cezalandırılacağı tehdidinde bulunurken, seküler devlete karşı en küçük bir şüphe ve itaatsizlik meyli "vatana ihanet" suçlamasına duçar olmaktadır. Dinler Allah yolunda cihad edip canını verenlerin "şehid" olacağını ve hakikî baki bir hayata mazhar olacağını müjdelerken, ulus-devlet ideologları—Allah için değilse bile—devlet ve vatanı için ölenlerin şehid olacağını ve "kalplerde" yaşayacağını müjdelemekte; "şehid"lerin isimlerini gemilere, sokaklara, caddelere vermektedir...

II. Müslüman toplumlarda seküler devlet anlayışının tezahürü

Peki, insanın, kâinatın ve devletin Yaratıcılarıyla bağlarının koparılması—yani sekülerizasyonu—Müslüman toplumlarda nasıl cereyan etti? 19. yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğunda meydana gelen gelişmeler bu hususta önemli ipuçları sağlamaktadır.

Ondokuzuncu yüzyıl, Osmanlı devletinin yıkılmaya yüz tuttuğunun açıkça ortaya çıktığı, devlet ve aydınlar katında buna çareler arandığı bir dönem oldu. Bu dönemde zihinler tek bir meseleye odaklanmış gözükmektedir: çökmeye yüz tutmuş devleti kurtarmak. Batıcı, Türkçü, İslamcı gibi farklı düşünce akımlarına mensup kimselerin, ilginçtir, ortaklaştığı neredeyse tek husus budur: "Nasıl olup da, devleti zeval ve inkırazdan kurtarabiliriz?"

Zaten, sözü edilen düşünce akımları devlet siyasetine birer esas, birer dayanak noktası olma iddiasıyla doğmuştur. Nitekim, Üç Tarz-ı Siyaset kitabının yazarı Yusuf Akçura "Hülasa öteden beri zihnimi işgal edip de kendi kendimi ikna edecek cevabını bulamadığım sual, yine önüme dikilmiş cevap bekliyor: Müslümanlık, Türklük siyasetlerinden hangisi Devlet-i Osmaniye için daha nafi ve kabil-i tatbiktir?" derken bu noktayı teyid etmektedir. Batıcılar inkıraz halindeki devlet için en iyi kurtuluş reçetesinin Batılı seküler değerler ve kurumlar olduğunu söylerken, Türkçüler bunun milliyetçilik, İslâmcılar ise İslâmiyet olduğunu dile getiriyordu. Son tahlilde, devlet amaç, söz konusu reçeteler ise—İslâmiyet de dahil olmak üzere—birer araç konumuna indirgenmişti.

Diğer taraftan, Osmanlı devlet hayatının son dönemine mührünü vurmuş en önemli şahsiyet olan II. Abdulhamid'in devlet ve din siyasetinde de, birincil belirleyici aynı olmuştur: devleti parçalanmaktan ve yıkılmaktan kurtarmak. II. Abdulhamid padişah-lığı sırasında medreselerin rağmına modern bilimlerin okutulduğu mektepleri bu yüzden desteklemiş, kendisinden önce başlatılmış olan Batılılaşma sürecini bu yüzden devam ettirmiş; ülkeye döndüklerinde pozitivizm ve dinsizliğin öncüleri haline gelecek olan öğrencileri Avrupa'ya aynı gayeyle göndermiş; otuzüç sene boyunca temel hak ve hürriyetleri askıya alıp bu nedenle istibdat uygulamıştı.

II. Abdulhamid'in ve İslamcılık düşüncesine sahip âlimlerin devlet konusundaki kaygıları, elbette ki, ideolojik olarak dünyevîliği, dindışılığı, Batılılaşmayı esas alarak "dine rağmen devlet" fikrini savunanlarla tamamen aynı değildi. Ehl-i dinin düşünce tarzı daha çok "Devlet elden giderse, din de ayakta duramaz. Dinin hamisi ve koruyucusu devlettir. Dolayısıyla her nasıl olursa olsun devleti korumamız ve ayakta tutmamız gerek" şeklinde tarif edilebilirse de, ehl-i din fiiliyatta yine "dinden önce devlet" tutumuna, yani sonuçta yine dünyevî olanın dinî olana öncelenmesi tuzağına düşmekten kurtulamamıştır.

Bir diğer ifadeyle, sekülerizasyon yani dünyevileşme dalgası, İslam ehlini de sarmış durumdaydı. Ve bu süreç dinî ilkelerden tavizler verilmesini dayatıyordu. Nitekim tavizler verildi de... Devletin bekası için, şer'î mahkemelerin yanıbaşında laik esaslarla çalışan nizamiye mahkemelerinin, dinî tedrisat yapan medreselere karşı bilimlerin pozitivist bir bakış açısıyla okutulduğu okulların açılması ve bunlara ağırlık verilmesi, din ve dinî kurumlardan adım adım uzaklaşıp Batılı laik usul ve kurumların benimsenmesi şeklinde tezahür etti

Burada dikkat çekici ve ibret verici olan nokta, İslam toplumunda sekülerizasyon sürecinin "devletin bekası" için Müslüman yönetici elit tarafından gönüllü olarak yürütülmüş olmasıydı. Batıda insan-kâinat-devlet şeklinde yaşanan sıralama bizde devletten başlamıştı. Fakat sürecin orada durmayacağı, kâinat ve insan tasavvurunu da sekülerize edeceği kaçınılmazdı. Nitekim, devletin bekası için ithal edilen pozitif bilimlerin kisvesi altında pozitivizm ve tabiatçılık fikirleri Müslüman toplumun içinde filizlenmeye başladı. "İlerlemiş" Avrupa’yı gözlemlemeleri için gönderilen talebeler geriye tam anlamıyla dindışı bir kâinat ve toplum anlayışıyla döndüler.

Bu sekülerizasyon süreci elbette ki fert düzeyine yansıyacaktı. Yani, insanlar artık doğrudan doğruya Kadîr ve Rahîm olan bir Rabbe değil, devlet gibi arzî ve dünyevî bir kurumdan yardım ve kuvvet almaya itilecek, diğer bir deyişle Allah inancının yerine ilerleme, bilim, teknoloji, seküler devlet fikirleri ikame edilecekti. Nitekim, resmî ideolojisinin içinde "devletçilik" gibi bir umde de bulunan Cumhuriyet Türkiyesi Osmanlı’nın son dönemindeki bu devlet eksenli düşünce ve uygulamaların meyvesi oldu ve sekülerizasyonu en son haddine götürmeye çalıştı. Sadece devlet katında değil, fert düzeyinde de dinî inançlara savaş açıldı.

Said Nursî’nin seküler devlet anlayışına muhalefeti

Sekülerizasyon sürecinin devlet katında durmayıp fert düzeyine de yansıyacağı tehlikesine, Said Nursî—daha Eski Said iken—1900'lü yılların başında dikkat çekmiştir. Rumeli'ye Sultan Reşad'ın refakatında yaptığı tren yolculuğu sırasında kendisine iki kişi "Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?" diye sorar. Aslında sorunun ardında dayanak ve yardım noktası olarak, Yaratıcı’yı değil, milleti ve devleti esas alan bir dünya görüşü yatmaktadır. Ki ilginçtir, bu soruyu pozitivist bilimsel eğitimden geçmiş kişiler sormaktadır.

Said Nursî cevabında sırf "sosyal ve siyasal" bir izahla yetinmeyip, sözkonusu arkaplan fikrini de hedef alan son derece "imanî" bir tahlil yapar. Hamiyet-i diniye ilâhî Arş'tan gelmiş, dolayısıyla en kuvvetli ve sağlam nuranî bir zincir; kırılmaz ve kopmaz bir urvetu'l-vüska; tahrip edilmez, mağlup olmaz bir kudsî kaledir. Tünelden hızla çıkan trenden korkmayan küçük bir çocuk bunun güzel bir örneğidir. Çocuk korkmaz, çünkü trenin dizginini elinde tutan birisi olduğunu, trenin bir nizamın esiri olduğunu bilir. Buna karşılık, Rüstem ve Herkül gibi, birisi Doğudan diğeri Batıdan, efsanevî millî kahramanlar trenin kumandanına ve intizamına inanmadıkları için, faraza orada olsalar canavar zannettikleri trenden kaçacaklardır. İşte, mikroptan kuyruklu yıldıza kadar türlü türlü hadiseler karşısında insanın durumu da buna benzemektedir.

İnsan felsefe geleneğinin gösterdiği tarzda baktığında, bütün kâinat sayısız müthiş düşman taifeleri ve silsileleriyle dolu gözükmektedir. Kör kuvvet, serseri tesadüf, sağır tabiatın elinde bulunan güneş sisteminden insan bedenine giren verem mikrobuna dek binlerce çeşit düşman zavallı insana hücum etmekte; insanın mükemmel mahiyeti, küllî istidatları, hadsiz ihtiyaçları ve nihayetsiz arzularına karşı sürekli korku, elem, dehşet ve telâş veren küfür ve dalâlet bakış açısı o insana bu dünyada dahi bir Cehennem yaşatmaktadır. Said Nursî, hiçbir şeyin, hiçbir teknolojik gelişmenin bu cehennemî halete çare olamayacağını belirtir.10

Kâinat içindeki maddî ve manevî bütün bu silsileler imansız ehl-i dalaleti tehdit edip onlara hücum eder ve korku verirken, iman sahibi insanlara, değil tehdit ve korkutmak, tam tersine sevinç ve mutluluk, dostluk, ümit ve kuvvet vermektedir. Çünkü nebevî geleneğin ders verdiği iman gözüyle bakıldığında görülmektedir ki, o sayısız silsileler ve âlemler bir Sâni-i Hakîm tarafından mükemmel düzen ve hikmet dairesinde çalıştırılmakta ve birer vazifeye sevkedilmektedir. Kâinattaki ilâhî sanatın mükemmelliğini, ilâhî cemalin tecellilerini gören müminler manevî bir kuvvet kazanarak ebedî saadetin bir örneğini bu dünyada da yaşarlar.

Bir tarafta imansızlıktan gelen dehşetli elemler ve korkular vardır ve bunlara karşı hiçbir şey, ne bilim, ne teknoloji, ne millet ne de devlet teselli verememektedir; diğer tarafta ise imandan gelen fevkalâde bir manevî kuvvet ve manevî bir cennet sözkonusudur.

Tahlilini şu ifadelerle noktalar Said Nursî: "Kuvve-i maneviyeye ve teselliye ve metanete ihtiyacını hissetmiş ve bu asırdaki beşer bu zamanda o kuvve-i maneviyeyi ve teselliyi ve saadeti temin eden ve İslamiyet ve imandaki nokta-i istinad olan hakaik-i imaniyeyi bırakıp, garplılaşmak ünvanı ile İslamiyet milliyetinden istifade yerine, bütün bütün kuvve-i maneviyeyi kırıp ve teselliyi mahveden ve metanetini kıran dâlalet ve sefahete ve yalancı politika ve siyasete dayanmak ne kadar maslahat-ı beşeriyeden ve menfaat-i insaniyeden uzak bir hareket olduğunu pek yakın bir zamanda intibaha gelmiş, başta İslam olarak, beşer hissedecek."11

Tahlilin bu kısmında altı çizilmesi gereken—modernleşmenin son derece farklı ve özgün bir bakış açısıyla tahlilinin yanısıra—dayanak noktası olarak Yaratı-cı'ya imanın yerine milletin ve devletin ikamesinin tehlikeli sonuçlarına dikkat çekilmesidir. Said Nursî'nin "siyaset" kelimesini birincil olarak—parti siyaseti veya hükümet işleri anlamının ötesinde—"devlet yönetimi" anlamında kullandığı gözönüne alınırsa, onun, devletin sekülerizasyonuna ve sonuçlarına karşı nasıl kesin ve keskin bir imanî tavır takındığı daha rahat anlaşılabilir.

Dolayısıyla, o yıllarda yaygın olan "Ne olursa olsun devleti kurtarmalı" tutumunun belirgin tek istisna isminin Said Nursî olduğu söylenebilir. Evvelâ, onun zihin dünyasında öncelikli olan şey siyaset, yani devlete ilişkin bir gaye (meselâ, "devletin kurtarılması") değildir. Onun gayesi genel çerçevede Kur'anîdir. ("Kur'an'ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu dünyaya ispat etmek"); dinîdir (İslâm'ı ve Şeriat'ı asılsız evham ve şüphelerden temizlemek); ve nihayet ilmîdir (Doğu bölgesinin cehaletten kurtarılması). Onun devletle temasa geçtiği her durumda, "siyasî," yani devleti esas alan bir gayeden ziyade, dinî (ve bir ölçüde ilmî) kaygıların asıl olduğunu müşahede etmekteyiz. Doğu'da dinî ilimlerin ve modern bilimlerin meczedilerek okutulacağı bir üniversite projesinden, Abdulhamid'e uyarılarına; İttihad-ı Muhammedî Cemiyetine dahil olmasından12 gazete makaleleri yayınlamasına13 dek Said Nursî'nin faaliyetlerinde muharrik unsur kesinlikle öncelikli olarak devlet ve devlet siyaseti değil, din ve dinî hakikatlardır.

O, yazdığı makaleler ve eserlerle, bir taraftan dünyevî bir kurum olan devletin maslahatı için Şeriat'ın semavî hakikatlerinden ve hükümlerinden taviz veril-mesinin yanlış olduğunu vurgulayarak dindarları uyarmış; diğer taraftan ise dinsizlik adına siyaset yapanlara karşı Şeriat’ı ve dinî hakikatleri savunmuştur. Gariptir, dinî endişelerle devlet maslahatına iliştiği için Abdulhamid yönetimi sırasında devlet tarafından tımarhaneye atılmış, diğer taraftan da Şeriat istediği için İttihad ve Terakkî tarafından Divan-ı Harb-i Örfî’de yargılanmıştır.

Eski Said'in 1910'lu yıllarda yazdığı Hutbe-i Şamiye isimli eserinde "İslamiyet'in sıdkı ve doğruluğu emretmesine" rağmen, "siyaset ve zalim propaganda"nın yalan ve doğruyu birbirine karıştırdığını belirttiği yerde, Yeni Said yıllar sonra şöyle bir not düşmektedir:

"Ey kardeşlerim! Kırkbeş sene evvel Eski Said'in bu dersinden anlaşılıyor ki, o Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslamiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannnetmeyin ki, o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Haşa, belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: 'Dinin bir hakikatını bin siyasete tercih ederim.' Evet o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeğe teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslamiyet'in hakaikına bir hizmetkâr, bir âlet yapmağa çalışmış.

"Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki, o gizli münafık zındıkların Garplılaşmak bahanesiyle, siyaseti dinsiz-liğe âlet yapmalarına mukabil bir kısım dindar ehl-i siyaset dini siyaset-i İslamiyeye âlet etmeğe çalışmışlardı. İslamiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak İslamiyet'in kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir."14

Devletin dinin koruyucusu olduğu, dinin devletin himayesine muhtaç olduğu şeklindeki yanılsamayı ise, Said Nursî bu mantığı tersine çevirerek tashih etmeye çalışmıştır. Münazarat isimli eserinde, dine zarar gelmemesi için devletin ayakta tutulması gerektiğini, devletin ayakta tutulması için de dine muhalif bazı uygulamaların mazur görülmesi gerektiğini ima eden "Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?" sorusuna ceva-ben, Said Nursî, İslamiyet'in yerdeki kırılmaya maruz aynalara mahkum olmayan bir güneş olduğunu, üflemekle söndürülemeyeceğini belirtmektedir. Beşer padişaha karşı Padişahlar Padişahını nazarlara vermekte, devlet velev zarara uğrasa ve yıkılsa dahi kâinatı harekete getiren Kur'an'ın sadasının hiç durmayacağını belirterek şöyle demektedir: "O sadaya nisbeten sivrisinek gibi bir emirin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükümetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?... Elhasıl: İnkılab-ı siyasî cihetiyle dininden havf eden adamın dinde hissesi beytü'l-ankebut gibi zayıf düşmüş cehalettir, onu korkutur.. takliddir, onu telaşa düşürtür. Zira, itimad-ı nefsin fıkdanı ve aczin vücudu cihetiyle, saadetini yalnız hükümetin cebinden zannettiğinden, kalbini, aklını da hükümetin kesesinden tahayyül eder, korkar." Burada dayanak ve yardım noktasının adresi olarak, zevalle ve inkırazla malul, arzî ve dünyevî bir kurum olan devlet yerine, doğrudan doğruya Yaratıcı ve Onun Ezelî Kelamı gösterilmektedir.

Said Nursî, diğer taraftan, hürriyeti hürriyet için, meşrutiyeti meşrutiyet için be-nimseyen "seküler" anlayışa karşı da net bir tavır koymuştur. Meselâ, meşrutiyet ve hürriyet gibi kavramları asla dinden kopuk olarak algılamamış, tersine hürriyeti yalnız Şeriat hesabına kabul etmiş; ve eserlerinde, makalelerinde bu yüzden "hürriyet-i şer'iyye" tamlamasını tercih etmiştir. "İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar" diyerek Allah'a kulluğun hürriyet ile birlikte düşünülmesi gerektiğine dikkat çekmiştir. Ayrıca, meşrutiyeti de meşruiyyet suretinde beğendiğini belirterek, tek başına "meşrutiyyet" yerine "meşrutiyet-i meşrua" tamlamasını kullanmıştır. "Hürriyet ve meşrutiyet Şeriat'sız olmaz." "Meşrutiyet'te mesa'il-i şeri'atı rüşvet vermeyeceğiz."

Diğer taraftan, devlet siyaseti için dinî ilkelerden taviz verilmesine kesinlikle karşı olduğunu şöyle ifade etmiştir: "Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için vaktiyle mesail-i şeriat rüşvet verildi. Dinin meselelerinin terk ve feda edilmesinden zarardan başka ne faydası görüldü?"

İttihad-ı Muhammedî'ye yönelik itiraz-ları cevaplandıran "Reddu'l-Evham" isimli makalesinde devletin son derece zayıf-ladığını, dolayısıyla devlet ve ülke menfaati için bazı tavizler verilmesi gerektiğini ihsas eden ve "Böyle nazik bir zamanda din meselesini ortaya atmak münasip görülmüyor" diyenlere karşı cevabı şöyle olmuştur: "Evvelen dünya için din feda edilmez. Biz vatanı din için severiz, dünyayı da yine din için severiz." "Lemean-ı Hakikat" başlıklı bir başka makalesinde de "Dünya için din ihmal olunamaz. Biz vatanı din ve Haremeyn için severiz. Dünyayı da din için imar edeceğiz. Lâ hayra fi'd-dünya bilâ din" demektedir. Yani, zamanın yaygın tutumu olan "Önce devlet"e karşılık, Said Nursî net biçimde "Önce din" tutumunu benimsemiştir.

Sahte ilâhlıktan gerçek kulluğa dönüşün anahtar kavramları: emr-i ilâhî ve şeriat

Yaşadığımız ülkede resmî devlet ideolojisinin bir parçası olarak—bir yoruma göre Allah inancına bir alternatif olarak—telkin edilen devletçilik, çoğu kez Müslümanların da düşebildiği tehlikeli bir tuzaktır. Sadece ekonomi sahasıyla sınırlı kalmayıp devlete ilâhî ve kudsî sıfatları atfeden devletçilik, tıpkı insan benliğinin ve tabiatın ilâhlaştırılması gibi, imanî zaaftan kaynaklanan bir problemdir. Said Nursî'nin 1900'lü yıllardaki "Milletin kalb hastalığı za'f-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir" tesbiti zihinlerin hâlâ din değil devlet eksenli çalıştığı günümüzde de geçerlidir.

Risale-i Nur'da, insanın ve kâinatın sekülerize edilerek Rableriyle bağlarının koparılmasına karşı açık imanî tahliller bulunduğu gibi, yönetim ve siyaset dairesinin sekülerize edilmesi problemine karşı da Sünnet-i Seniyye ve Şeriat vurgusuyla, ama yine imanî bir bakış açısıyla tavır alınmaktadır. Özellikle Hutbe-i Şamiye'nin Zeylinin sonunda—hamiyet-i milliye, hamiyet-i diniye başlığı altında insan ve kâinatı içine alan imanî tahlilin hemen arkasında—diğer bir temsille, bu konuda çok ilginç bir imanî izah getirilmektedir.

"Adalet" kavramının örnek alınarak işlendiği bu tahlilin bir tarafında, seküler, Yaratıcı'yla bağını koparmış bir yönetim anlayışı ve bunun sonuçları vardır; diğer tarafta ise imanî şuurun, İslamî hakikatlerin ve ilâhî emirlerin hakim olduğu bir sosyal hayat ve yönetim tasviri.

Fertlerin, sosyal hayatın ve dolayısıyla devlet yönetiminin Yaratıcı'yla nisbetinin kesildiği seküler bir bağlamda, vatandaşları suç işlemekten—meselâ, hırsızlık yapmaktan—alıkoyacak şeyler yine "seküler" kavramlar olacaktır: "millet, vatan maslahatı ve menfaati hesabına cezaya çarptırılmak." Ama bu çok zayıf bir duygudur, hatta sadece bir vehimdir. Çünkü hem dışardan gelmektedir, hem de insan fiillerinin çıktığı ruh ve vicdana, sekülerliği nedeniyle nüfuz edememektedir. Bu durumda, o ceza korkusu bir insanı bir malı çalmaktan alıkoyamaz. Ayrıca, şer'î ve seküler adalet uygulaması arasında çok önemli bir fark sözkonusudur: "Hem de emr-i ilâhî ile olmadığından o cezalar da adalet değil. Abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi battal olur, bozulur."

İnsanların kendilerini kul olarak tanımladıkları, Yaratıcılarına iman şuuruyla bağlılıklarını tazeledikleri tahlilin ikinci kısmında ise, cezalar "emr-i ilâhî namına ve adalet-i şer'iyye hesabına" verilmektedir. Meselâ, bir hırsız elini bir başkasının malına uzattığı anda ilâhî cenahtan nazil olan emir hatırına gelir. İmanın hassası ile, kalbin kulağı ile, Kelam-ı Ezelî'den gelen ve 'hırsız elinin idamına' hükmeden âyeti işitir gibi, iman ve itikadı heyecana ve ulvî hisleri harekete gelir. Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o hırsızlık eği-limine hücum gibi bir ruh hali meydana gelir. Nefis ve hevesten gelen eğilim parçalanır, çekilir... Şer'î cezanın hatırlanması ile ulvî zecr ve vicdanî bir yasakçı o hissin karşısına çıkar, susturur. Kısacası, "Had ve ceza, emr-ilâhî ve adalet-i Rabbaniye namına icra edildiği vakit, hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mahiyetindeki lâtifeleri müteessir ve alâkadar olurlar."15

Yani, bir Müslümana bir kötülüğü Rabbi yasakladığı için değil, devlet yasakladığı için işlememesi gerektiğini söylemek; emir ve yasaklarına uymakla mükellef olduğu Rabbinin kulu olarak değil, bir devletin vatandaşı olarak o yasağa uyması gerektiğini telkin etmek ne insan yaratılışına uymakta, ne de sosyal hayatın ihtiyaç duyduğu huzur ve barışı getirebilmektedir. Said Nursî de buna binaen "Millet-i İslâmiyenin sebeb-i saadeti yalnız ve yalnız hakaik-i İslâmiye ile olabilir. Ve hayat-ı içtimaiyesi ve saadet-i dünyeviyesi şeriat-ı İslamiye ile olabilir. Yoksa adalet mahvolur. Emniyet zir ü zeber olur. Ahlâksızlık, pis hasletler galebe eder. İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır" demektedir. Ülkemizdeki halihazır sosyal problemler ve devlet katında yaşanan kriz-ler bu tesbitleri doğruluyor olsa gerektir.

Sonuç

Sonuç olarak, evvelâ, yönetimin sekülerizasyonu ve itibarî birtakım kural ve kurumların toplamından ibaret olan devletin ilâhlaştırılması, önce insan benliğinin, sonra da kâinatın sekülerizasyonunun ve (insanın ve tabiatın) ilâhlaştırılmasının sonucunda ortaya çıkan bir süreçtir. Dolayısıyla, herşey gibi devletin de aslî vazifesine ve mahiyetine döndürülmesinin yolu öncelikle insan ve kâinat tasavvurundaki imanî dönüşümlerden geçmektedir.

İkinci olarak, Müslüman bir toplumda, bu üçlü sekülerizasyon süreci çok olumsuz sosyal sonuçlara yol açmıştır ve halen açmaktadır. Bir Müslüman kendisini öncelikle âlemlerin Rabbinin kulu olarak değil bir devletin vatandaşı olarak tanımlar hale getirildiğinde, "adalet," "sosyal huzur ve barış" gibi hedeflerin gerçekleştirilmesi de tanım gereği imkânsız hale gelmiştir. İrili-ufaklı millî devletlere bölünmüş İslâm dünyasının günümüzdeki problemleri bunun bir delilidir.

Üçüncü olarak, şeriat-ı İslamiye'nin tatbiki, yukarıdaki tahlilin gösterdiği gibi, seküler kanunlar gibi dışardan, insan vicdanına nüfuz etmeden uygulanabilecek ve "İslâmî" bir devletin vatandaşı olmanın vecibesi olarak düşünülebilecek bir ameliye değil, doğrudan doğruya bir mü'min ve bir abd olarak insanın Rabbiyle ilişkisinin bir sonucudur. Yani, sağlam iman ve kulluk temelleri tesis edilmeksizin tasavvur edilecek bir "şeriat tatbiki" Müslümanları kolayca, zahiren İslâmî ama özünde yine seküler bir devletçilik anlayışına düşürebilecektir.

Dördüncü ve son olarak, çeşitli isimler altında cereyan eden sekülerleşme, dünyevileşme cereyanına karşı hem tevhid-i hakikiye yaptığı vurgu, hem Sünnet-i Ahmedî ve Şeriat-ı Muhammedî noktasındaki tavizsiz hassasiyetiyle, Risale-i Nur’un bize Kur’anî perspektifler kazandırdığını belirtmeliyiz.16

Dipnotlar

1. "Ezel ve Ebed Sultanı olan Cenab-ı Hak, saltanatında şeriki olmadığı gibi, icraat-ı Rububiyyetinde dahi muinlere, şeriklere muhtaç değildir. Emir ve iradesi, havl ve kuvveti olmazsa; hiçbir şey, hiçbir şeye müdahale edemez. Doğrudan doğruya herkes Ona müracaat edebilir. Şeriki ve muini olmadığından, o müracaatçı adama `Yasaktır. Onun huzuruna giremezsin' denilmez. İşte şu kelime, ruh-u beşer için şöyle bir müjde verir ki: İmanı elde eden ruh-u beşer; mânisiz, müdahalesiz, hâilsiz, mümânaatsız her halinde, her arzusunda, her anda, her yerde o ezel ve ebed ve hazâin-i rahmet mâliki ve defain-i saâdet sahibi olan Cemîl-i Zülcelâl, Kadîr-i Zülkemalin huzuruna girip hâcâtını arzedebilir. Ve rahmetini bulup, kudretine istinad ederek, kemal-i ferah ve süruru kazanabilir." Mektubat, s. 206, İstanbul, 1979. (Burada ve bundan sonra verilen sayfa numaraları, Sözler Yayınevinin yayınladığı risalelere göredir).

2. "Günümüzde fertler artık millî devlet içine doğmakta, doğumun laik tescile geçirilmesi millî vaftiz ayinini teşkil etmektedir. Sonrasında devlet onu tüm hayatı boyunca tecessüsle takip eder, ona millî ilmihal dersi verir, muttaki bir okul eğitiminden geçirir ve millî kudsiyetin güzelliklerini öğretir, (ne kadar yüce veya aşağı olursa olsun) devlete kulluk hayatına uygun hale getirir, yalnızca doğumunu değil, evliliğini, çocuklarının doğumunu ve ölümünü de (ücret karşılığı) resmî kayıt altına alarak, onun hayatî krizlerini yâd eder. Eğer milliyetçilik adına savaşmışsa, kabrine kulluğunun alâmeti konulur... Millî devlete üyelik mecburidir. Fertler, dünyevî Cebbar Devlet’ten ancak ya ölümle ya da göçle çıkabilirler. İkinci çıkış şekli, günümüzde tamamen engellenmese de genelde kısıtlanmıştır, ve fertler göç edebilse de, yerleşik milliyetçilik biçimine sahip olmayan herhangi bir toprak parçasında yerleşmeleri pratikte mümkün değildir. Dinlerini değil, olsa olsa mezheplerini değiştirebilirler. Kişi, millî imandan kuşku duyabilse de, millî bir devlete mecburî üyeliğin, devletin bekası ve misyoner kurumu için gerekli mecburî malî desteği sonuç verdiğini farkeder; zira böyle bir devlet vergilerin toplanmasında öşür toplayan bir kiliseden çok daha insafsızca ısrarlıdır." Milliyetçilik: Bir Din, Carlton Hayes, (çev: Murat Çiftkaya), s. 229-230, İstanbul, 1995.

3. "...Modern siyaset bilimi anlamındaki hükümranlığın, modern devletin en önemli vasfı olduğunun farkına varabiliriz. Modern devlet herhangi bir yabancı kontrolden bağımsız ve toplum içinden gelecek herhangi bir sınırlamadan âzâde olmalıdır. Böyle bir modern devlet kavramı, yukarıda belirtilen İslâmî hükümranlık kavramı ile uyuşmaz. İslâmî inanca göre, hiçbir insan veya grup, mutlak, daimî, devredilemez ve bölünemez bir hükümranlık iddiasında bulunamaz. Çünkü bütün kâinatın yegâne hakimi Allah'tır ve sonsuz kudret sıfatları Ona aittir. Bu, bir İslâm toplumunda siyasî otoritenin Kur'an'daki ilâhî kanunlara tâbi olduğu mânâsına gelir. Müslüman devleti ne dış ilişkilerini yönetirken serbesttir; ne de iç politikasını kendi başına tanzim yetkisine sahiptir; otoritesi Kur'ân kanunlarıyla sınırlanmıştır. Bunun mânâsı, Müslüman ülkelerin sınırsız siyasî hükümranlık iddiasında bulunamayacaklarıdır. Bu sonuçlar; Allah'ın bütün kâinatın hükümranı olduğu ve bu sebeple, Müslümanların nerede olursa olsunlar, Allah'ın iradesine tâbi oldukları fikrinin tabiî gereğidir. "Böylece ilâhî hükümranlık inancı, Batılı anlamdaki devlet hükümranlığı kavramını kökünden keser. İslâmî inanca göre, devlet fikrini karşılayan herhangi bir kavram mevcut değildir." İslâm'da Siyaset Düşüncesi, Derleme, (çev: Kâzım Güleçyüz), s. 94, İstanbul, 1995

4. Bu konunun çok daha ayrıntılı ve derinlikli bir izahı için bkz. 30. Söz'ün Birinci Maksadı, Sözler, İstanbul, 1977. Said Nursî bu risalesinde insan benliğinin (ene) Rabbine isyana nasıl kalkıştığını şöyle özetler: "Ene, kendi zatında hava gibi zaif bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş'um nazarı ile mâna-yı ismî cihetiyle baktığı için, güya buhar-misal o ene temeyyü edip [sıvılaşıp], sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallup ediyor [katılaşıyor]. Sonra isyan ile tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hatta esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara—kabul etmedikleri ve teberri ettikleri halde—birer fir'avunluk verir. İşte o vakit Hâlik-i Zülcelal'in evâmirine karşı mübareze vaziyetini alır. ‘Men yuh-yi’l-izame ve hiye ramim' der. Meydan okur gibi Kadir-i Mutlakı acz ile ittiham eder. Hatta, Hâlik-i Zülcelal'in evsafına müdahale eder. İşine gelmeyenleri ve nefs-i emmarenin fir'avunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder." (s. 509)

5. "...Sultan-ı Ezel ve Ebedin hadsiz cünudunun muhteşem bir kışlası olan şu âleme ve o Mâbud-u Ezelînin muntazam bir mescidi olan şu kâinata mahz-ı vahşet olan, inkârlı fikr-i tabiatı taşıyan bir münkir giriyor. O Sultan-ı Ezelînin hikmetinden gelen nizamat-ı kâinatın manevî kanunlarını birer maddî madde tasavvur ederek ve saltanat-ı Rububiyetin kavanin-i itibariyesi ve o Mâbud-u Ezelînin şeriat-ı fıtriye-i kübrasının, manevî ve yalnız vücud-u ilmîsi bulunan ahkâmlarını ve düsturlarını, birer mevcud-u haricî ve maddî birer madde tahayyül ederek, kudret-i İlâhiyyenin yerine, o ilim ve kelâmdan gelen ve yalnız vücud-u ilmîsi bulunan o kanunları ikame etmek ve elle-rine îcad vermek, sonra da onlara 'tabiat' namını takmak ve yalnız bir cilve-i kudret-i Rabbaniye olan kuvveti bir zîkudret ve müstakil bir kadîr telakki etmek, misaldeki vahşiden bin defa daha aşağı bir vahşettir..." Lem’alar, s. 175, İstanbul, 1976.

6. Mesnevi-i Nuriye, s. 182, İstanbul, 1977.

7. The Politics, çev.: Ernest Baker, c. I, s. 28, Baltimore, 1957.

8. Bu noktada, tahrif edilmiş şekliyle Hıristiyanlığın modern devlet kavramının doğuşundaki rolünü belirtmek gereklidir. Allah'ın melekûtunun (yani, hakimiyetinin) semavatta olduğunu ısrarla vurgulayan muharref Hıristiyanlık, arzda Hz. İsa'dan tevarüs ettiği "ilâhî yetkiler"le donatılmış Kilise kurumunu ihdas etmiş, modern çağda da ilâhî yetkilere sahip bu kurum sekülerizasyon süreci sonucunda kilise olmaktan çıkıp devlet haline gelmiştir. İslâmî ilkeler çerçevesinde böyle bir sekülerizasyon sürecinden sözetmek imkânsızdır. Evvelâ, Kur'an'da tekrar tekrar sadece semavatın değil, yeryüzünün mülkünün de Allah'a ait olduğu, Onun mülkünde hiçbir şerikinin bulunmadığı, Nemrud ve Firavun gibi kişilerin kendilerine verilmiş mülk yüzünden gurura düşüp Allah'a isyan ettikleri vurgulanır (Sayısı çok daha fazla olan bu âyetlere örnek olarak; 4:53; 5:17; 5:41; 7:158; 9:116; 17:111; 24:42; 25:2) Diğer taraftan, Kur’an ahlâkını yeryüzünde temsil eden Hz. Muhammed'in (sav) sergilediği tutum da bunun bir delilidir. O, meselâ, kendisine "Sen bizim sultanımızsın" diyen bir bedevîye "Sultan Allah'tır, ben değilim" karşılığını vermiştir. Aynı şekilde, peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkıp kendisine yeryüzünü bölüşmeyi teklif eden Müseylime-i Kezzab'a verdiği cevap da Kur'an ahlâkının mücessem bir ifadesidir: "Ey yalancı Müseylime, yeryüzü Allah'ın mülküdür, O onu dilediğine verir." Kısacası, "İslâmiyet tevhid-i hakikî dinidir ki, vasıtaları, esbabları ıskat ediyor. Enaniyeti kırıyor, ubudiyet-i hâlisa tesis ediyor. Nefsin rububiyetinden tut, tâ her nevi rububiyet-i bâtılayı kat'ediyor, reddediyor... Şimdiki Hıristiyanlık dini ise ‘Velediyet Akidesi'ni kabul ettiği için vesait ve esbaba te'sir-i hakikî verir. Din namına o enaniyeti kırmaz; belki Hz. İsa Aleyhisselam'ın bir mukaddes vekili diye o enaniyete bir kudsiyet verir." Mektubat, s. 408-9.

9. Nasıl Bir Devlet, Abdulvahhab el-Efendi, (çev: Hasan T. Kösebalaban), s. 27, İstanbul, 1994. El-Efendi, bu kitabında aynı zamanda, İbn Haldun'un devlet ve yönetimi asıl mesele yaparak ve bu yolda "asabiyet" kavramını dinin önüne koyarak İslâm âleminde bir sapmaya yol açtığını belirtmektedir.

10. bkz. Sözler, "Otuzikinci Söz," "Üçüncü Mevkıf:" "İşte ey bedbaht ehl-i dalâlet ve sefahet! Şu dehşetli sükuta ve ezici me'yusiyete mukabil; hangi tekemmülünüz, hangi fünununuz, hangi kemaliniz, hangi medeniyetiniz karşı gelebilir!... Hem güvendiğiniz ve bel bağladığınız ve âsâr-ı ilahiyeyi ve ihsanat-ı Rabbaniyeyi onlara isnad ettiğiniz hangi tabiatınız, hangi esbabınız, hangi şerikiniz, hangi keşfi-yatınız, hangi milletiniz, hangi bâtıl mâbudunuz sizi, sizce idam-ı ebedî olan mevtin zulümatından kurtarıp, kabir hududundan, berzah hududundan, mahşer hududundan, sırat köprüsünden hâkimane geçirebilir; saadet-i ebediyeye mazhar edebilir!"

11. Hutbe-i Şamiye, s. 56-64, İstanbul, 1977.

12. Said Nursî'nin İttihad-ı Muhammedî Cemiyetindeki yeri başlıbaşına bir araştırma konusu olmakla birlikte, burada kısaca, onun bu cemiyete siyasî bir amaçla, yani devlet iktidarını hedef alarak dahil olmadığını, kendi dinî ve ilmî hedeflerine araç yapmaya çalıştığını belirtebiliriz. Zaten kendisi de Divan-ı Harb-i Örfî'deki savunmasında bu cemiyetin kurulduğunu ilk duyduğunda dine zarar gelebileceği endişesiyle korktuğunu, daha sonra "siyasete karışmayacaklar"ını, yani iktidarı hedef-lemediklerini, öğrenince rahatladığını, bununla birlikte İttihad-ı Muhammedî isminin bütün ehl-i İslam'a şamil bir ünvan olduğunu belirtmektedir. Divan-ı Harb-i Örfî, s. 17, İstanbul, 1978. Diğer, taraftan, Said Nursî'nin Volkan'da yazdığı bazı yazılarla Derviş Vahdeti'ye ikazlarda bulunduğunu da görmekteyiz

13. Bu noktada, onun başka dinî gazeteler yerine Volkan gibi daha avamî, buna karşılık doğrudan doğruya dinî endişelere sahip gözüken bir gazeteyi tercih etmiş olması da dikkate değerdir. Ki, gazetenin sahibi Vahdetî bir yazısında "Biz meaşir-i İslam bilmeliyiz ki, bizce vatandan, hatta herşeyden kıymetli olan dindir" demektedir. "Din zevkini tadanlar, din uğruna herşeyi fedaya amadedir. Vatan muhabbeti besleyenler, zımnen de dini de himaye etmekte iseler de hakikatte eâli-yat-ı diniyeden hissemend olamazlar... Millet muhabbetinden, vatan muhabbetinden daha mukaddes olan din-i İslâm'ın hâris-i yegânesidir." Volkan, numara 12; yayına hazırlayan M. Ertuğrul Düzdağ, İstanbul, 1994.

14. Hutbe-i Şamiye, s. 40.

15. age, s. 65-69.

16. Bu noktada, Said Nursî'nin, gerek Eski Said devrinde, gerekse Yeni Said devrinde devlete bakışında şer’î ilkeler hakimdir. Eski Said "Padişah Peygamberimizin emrine itaat etse ve yo-luna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar" derken şer'î ölçüleri esas aldığı gibi, Yeni Said'in sekülerizmin temelini teşkil eden dinsizlik felsefesiyle cihad ederken dolaylı olarak sekülerizmin bir başka kolu olan "devletçilik" ideolojisiyle de mücadele ettiği söylenebilir. Ki, Yeni Said "Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var ve ne de düşünüyoruz" derken fiilî ve silahlı bir reddin sözkonusu olmadığını belirttikten hemen sonra şunları ilâve etmektedir: "Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz." Kastamonu Lahikası, s. 202, İstanbul, 1960. O günlerden bugüne devlet ideolojisinde esaslı bir değişiklik meydana gelmediğine göre, Risale-i Nur'dan ilham aldığı iddiasındaki bazı şahsiyetlerin rejimi tasvip eden ve devlet kavram ve kurumunu kutsallaştıran tutumlarını Risale-i Nur’un Kur’anî ve şer’î mantığıyla açıklamak mümkün değildir.

Yukarı