Laiklikten
Tevhide mi?
Dr. |
İNSANOĞLU
DAİMA KÂİNATI ANLAMAYI arzu etmiştir. Meselâ Yunan felsefesinin ilk
döneminde, filozoflar, ‘physis’ tabir ettikleri eşyanın hakikî mahiyetini
bilmek istemişlerdi. Zaten fizik kelimesi de buradan geliyor.
Kâinatı
anlamaya çalışırken vardıkları ilk sonuç, bir yaratıcının mevcudiyetiydi.
Bu, varlık âleminin üstünde durup onu idare eden, zekâ sahibi, maddî
olmayan, kâinattan veya maddeden mücerred, ruhanî bir ilahtı. İşte bu
sonuç, Batı felsefesinin karakteristik özelliği haline gelen mânâ ve maddenin, ceset ve ruhun birbirinden
ayrılmasını esas alan fikrî yönelişe kapı açtı. Madde ve mânânın ayrılması
fikri hakim olunca, filozoflar dikkatlerini maddî
âlemden, daha değerli olduğuna inandıkları manevî âleme çevirdiler. Bu
anlayış, Kilisenin de desteklemesi ile rakipsiz hale geldi.
İlmî
gelişmeler, insanların kendilerini Kilisenin tahakkümünden kurtarmaya
başladıkları Rönesansa kadar beklemek zorunda kaldı. İnsanlar ancak
Rönesanstan sonra kâinata ilgi göstermeye ve maddî âlemi araştırmaya
başladılar.
İşte kâinat
üzerindeki bu çalışmalar modern bilimin doğmasına sebep oldu. Fakat bu
çalışmaları yapanların da tabiat görüşleri, âlemi düşünce ve madde diye
birbirinden tamamen farklı ve müstakil iki ayrı sahaya ayırma esası
üzerine oturmuştu. Bu ayrım bilim adamlarının maddeyi kendilerinden
tamamen ayrı ve ölü, dünyayı da büyük bir makinayı teşkil eden birçok
değişik parçalar topluluğu olarak görmelerine yol açtı.
Bu ayrımın
neticesi olarak da, dünyanın, insanın ‘müşahit’ veya ‘gözlemci’liğinden
hiç bahsetmeksizin objektif olarak tarif edilebileceğine inanıldı.
Mekanistik dünya görüşü, insanın kendine has görünüşüyle değerlendirmeye
bir gözlemci olarak katılışını nazara almayarak, aklı, kâinatı kendi
anlayış ve görüşüyle değerlendirmeksizin dünya hakkında bilgi toplayan bir
alet seviyesine düşürdü. Bu inanışla ilmin nötr,
tarafsız ve objektif olduğu düşünülerek, kâinatın objektif bir şekilde
tasvir ve tarif edilmesi bilim için ideal telâkki edildi.
Düşünce ve
maddenin ayrılmasına paralel olarak, ruh ve ceset de birbirinden ayrı
düşünüldü. Fertlerin faaliyetleri, hisleri ve inançları bölümlere ayrıldı.
Kilisede dindar olan birisi dışarıda laik olabiliyordu. İnsanın iç
dünyasındaki bu bölünme dış dünyaya bakışına da aksetmişti. Gerçekte
benlik tıpkı ayna gibi rastladığı şeyleri kendi rengine boyar. İnsanın
ayna misali kendi benliğinden akseden dünya, aynanın rengini alır. Ayna
kırmızıysa dünya da kırmızı görünür. Yine aynanın camı düzgünse dünya hoş,
değilse çirkin görünür.
Mekanistik
modelin başarıları ve bu başarıların teknolojik neticeleri öyle büyük oldu
ki, fiziğin ve diğer bilimlerin hassas kaidelere dayandırılması, bu
kaidelerle olayların sonuçlarını kestirebilecek hale gelmeleri sadece
zamana kalmıştı. Sonuçları kestirebilecek objektif bir bilim fikri hakim olunca, çok kimse, herhangi bir bilginin, mekanik
yapıya uyması nisbetinde gerçekten bilimsellik hüviyeti kazanacağını ileri
sürmeye başladı. Bunlar bilimin kâinatı tasvir ve tarif etmediğini, fakat
açıkladığını iddia ettiler. Herşeyin tam olarak temel yapı taşlarına
inildiğinde açıklanabileceğini düşündüler. Bu küçük parçalara inildiğinde
kâinatın anlaşılabileceği düşüncesi, en güzel ifadesini matematik
fizikçisi P. Laplace’ın meşhur sözünde buldu:
"Herhangi bir
anda tabiatta bulunan kuvvetlerin tümünü, kâinatı oluşturan eşyanın
pozisyonlarıyla birlikte bilen bir akıl, kâinatın en büyük parçalarının,
aynı zamanda en küçük atomlarının hareketlerinin ne olacağını bir tek
formül ile ifade edebilir. Bu, aklın bütün verileri analize konu
edebilecek kadar yeterli güce sahip olduğunu kabul esasına dayanır. Bu
akıl için hiçbir şey şüphe karanlığında kalmamalı, herşey kesin olmalıdır;
hem geçmiş, hem gelecek zaman bu aklın gözünün önünde hazır bulunmalıdır."
Böylece
mekanistik dünya görüşü katı bir determinizm ile
sıkı sıkıya bağlı hale geldi. Kâinat tamamen sebep-sonuç ilişkileri
içindeki değişmeler olarak görüldü. Bütün hadiselerin belli bir sebebi
vardı ve belli sebepler yine belli bir neticeyi doğuruyordu.
Neticede, eğer
kâinatı teşkil eden parçacıkların tümünün pozisyonları ve hareketleri tam
olarak bilinebilseydi, bu dev makinanın, yani kâinatın her bir parçasının
geleceğinin tahmin edileceğine prensip olarak inanıldı.
Determinizmin
felsefî tabanı mekanistik modelin inşa edildiği ‘ben,’ yani ‘ene’ ile
‘dünya’ arasındaki temel ayrıma dayanıyordu. Her sistemin, en basit
parçalarının faaliyetine indirgenebileceği düşünüldü. Kompleks varlıkların
en küçük parçacıklarına indirgenmesiyle tamamen anlaşılabileceğini kabul
eden bilimin esas maksadı, müthiş bir indirgemecilikle, canlıları, kör
tesadüfle evrimleşen atomlar seviyesine indirgemekti.
Böylece bilim
dine karşı bir alternatif olarak çıkarılmış oldu. Herşeyin en azından
prensip olarak ilimle izah edilebileceğine inanıldı. Hem, o zaman kâinatı
madde ötesi bir varlığa dayandırmaya ihtiyaç yoktu. Bu fikir oldukça cazip
geldi. Madem ‘gözlemci’ olarak incelemelerde bulunan insan gözlemlediği
nesneden tamamen ayrı idi; bilim her eyi saptırmadan hakiki halinde olduğu
gibi tarif ve izah edebilecekti. Buna mukabil, sözde objektif bilimin
karşısına din ve Allah’a iman, yani gayba iman dikildi. Bu şekilde takdim
edilince, din, insanın peşin fikirleriyle hislerinin karışımı bir
tarafgirlik ve şartlanma olarak görüldü. İşin içine gözle görülenden başka
birşey olmadığına inanmayı teşvik de girince, bilim çok popüler hale
geliyordu.
Fakat bu böyle
süremezdi. Çünkü hakikat böyle değildi. Modern fiziğin buluşları hem
kararsız atomun, hem de sabit ışık hızının mekanistik modele uymadığını
ortaya koydu. Mekanistik fizik kavramları modern fiziğin girdiği yeni
sahalara teşmil edilemiyordu. Klâsik mekanistik fizik modern fiziğin yeni
prensipleriyle tashih edilmeliydi. Neticede yepyeni ve tamamen değişik bir
dünya görüşü ortaya çıktı. Yeni fizik, Laplace determinizmini çöpe attı ve dünyanın sadece kendini
oluşturan parçaların anlaşılmasıyla izah edilebileceği fikrini reddetti.
"Bütün tabiî
hadiseler bilimle izah edilebilir" inancı bugün her zamankinden çok daha
zayıf. Bilim adamları artık bilimin olsa olsa tarif ve tasnif edici
olabileceğini anlamaya başladılar.
Meselâ Newton
çekim kanunlarını formüle etmekle, çekimin sebebi üzerinde herhangi bir
açıklama getirmiş olmadı. R. Thorn’un tabiriyle,
"Bugün çekim
meselesinde, elmanın düşmesine o gün Newton’ın şaşırdığından daha az
şaşırmamız için bir sebep yok."
Bugün dört
temel kuvveti biliyoruz. Çekim kuvveti, elektromanyetik kuvvet, atom
çekirdeğinde bulunan zayıf ve güçlü kuvvetler. Fakat bunlar hakkında
"hepsi birer muamma" diyen A. Woodcock şöyle devam ediyor: "Niçin’ini
soran bir öğrenci genellikle kuvvetin kendisinin açıklanamadığı, ancak
başka şeylerin sebeplerini açıklamada kullanıldığı karşılığını alacaktır.
Bu öğrenci, fizikçilerin en iyi ihtimalle, bu dört muamma kuvveti bire
indirebilecek bir ‘birleşik teori’ ümidinde olduklarını öğrenecektir."
Tabîî hadiseleri
tasvir eden fizik teorilerinin hepsinde ‘temel sabiteler’ mevcuttur. Yani
bunlar teori tarafından numerik değerleri açıklanamayan, fakat tecrübeyle
tesbit ettikten sonra teoriye dahil edilmesi
gereken sabitelerdir. Meselâ ne kuantum teorisi elektronun kütlesi için
kullanılan numerik değeri, ne alan teorisi elektrondaki elektrik yükünün
miktarını, ne de izafiyet teorisi ışığın hızını açıklayabilir. Klasik
mekanistik görüşte bu miktarlar, herhangi bir açıklama getirilmesi
gerekmeyen, tabiattaki temel sabitelerdir. Modern görüşte ise, bunlar
teorinin sınırlılığını gösterir. Bazı bilim adamları bilimsel teorilerinin
sıhhatliliği arttıkça bunların birer birer izah edilebileceğini
düşünüyorlar. Gerçi ideal seviyeye, teoride açıklanmayan hiçbir parametre
bulunmadığı durumlarda erişilebilecek deniyorsa da, bu durum hiçbir zaman
elde edilemeyebilir de. Çünkü böyle bir ideal teoride dahi, numerik
değerler değilse bile, açıklanmayan başka değerler bulunacaktır. Bir teori
bilimsel olduğu müddetçe belli bazı mefhumlara açıklık getirmeden de
birtakım kabullenmeleri gerektirir. Fizikçi G.F. Chew’in dediği gibi:
"Bilim,
bildiğimiz kadarıyla, sorgulanmayan, peşin hükümlerle kabul edilmiş olan
bir dile ihtiyaç gösterir... Bütün kavramları birden açıklamayı hedef alan
bir teşebbüse bilimsel demek mümkün değildir."
Diğer bir
deyişle, bilim dünyayı açıklamış olsa dahi, birisinin çıkıp bilimi
açıklaması gerekecektir.
Bilimin
dünyayı açıklayamayıp sadece tasvir edebildiği anlaşıldıkça, birçok bilim
adamı şimdi bilimin dine karşı bir alternatif olmayıp, daha çok ona hizmet
edebileceğine inanıyorlar. Son bilimsel buluşlar karşısında bilim adamları
herşeyin gerisinde birşeylerin bulunduğuna ve Foylé’nin düşündüğü gibi,
‘kâinatın düşünülüp hazırlanmış bir iş olduğuna’ inanmaya mecbur
kalıyorlar.
Modern
fizikteki buluşlar, kâinatın ayrı ve birbirinden bağımsız parçalar halinde
analiz edilebileceğini kabul eden klâsik görüşü reddedip, parçalanmaz bir
bütünlüğe ve herşeydeki birliğe işaret etmektedir. Kuantum fiziğine göre,
her bir partikül kâinatın tümüyle alâkadardır ve
bu bütünden ayrı olarak ele alınamaz.
Buna ilâveten,
kâinatın birliğine insan da dahildir. Hattâ, kuantum teorisinin, nesnelerin tamamen
birbirinden bağımsız olduğu anlayışını kaldırarak insan için ‘gözlemci’
kavramı yerine ‘iştirak edici ’kavramını getirdiği dahi söyleniyor.
Fizikçi Wheeler’a göre:
"Kuantum
prensibi için olduğu yerde duran dünya anlayışını yıkmasından daha mühim
birşey yoktur.... Artık eski ‘gözlemci’ kelimesi
yerine yeni ‘iştirak edici’ kelimesinin konulması lazımdır."
Böylece yeni
fizik, aklı, kâinatın merkezi olma durumuna iade etmiş ve ‘tabiatın
objektif tarifi’ anlayışına da son vermiş oluyor. Meşhur fizikçi W.
Heisenberg, "Gözlediğimiz şey tabiatın kendisi değil, fakat sorgulama
metodumuza tâbi olarak kendisini gösterdiği şeklidir" sözleriyle,
tarafsız, objektif bilim diye birşey olmadığını açıkça ortaya koyuyor.
Hakikaten de
aynı prensipler ve aynı teknik verilerle araştırma yapan çeşitli bilim
adamları çok farklı neticelere varmışlardır. Bir kısmı bu bilimsel
mâlûmatı, kâinatın görülebilen bir gayesi olmadığı ve büyük, mânâsız bir
tesadüfler yığını olarak görülmesi gerektiği neticesine varmak için
kullanırken, diğerleri aynı mâlûmatın, harika bir âhenk, düzen ve birliği
gözler önüne serdiğini ve aynı zamanda kâinatın biz de dahil olmak üzere bir gayesi olması gerektiğine
kuvvetle işaret ettiğini görmüşlerdir.
Birinci grup
Allah’ın varlığını inkâr ederken, ikinci gruptakiler kabul etmek zorunda
kalıyorlar.
Eskiden
objektif olarak bilinen modern bilimin, kavramlarını Allah’ın varlığı
esasına dayandırmayan bir bilimsel anlayışın ifadesi olduğu açıkça
anlaşılmıştır. Hurafeden veya en azından spekülasyondan kaçmakla bilimin tarafsız olacağı
düşünülmüştü. Fakat bilim adamları teorilerini Allah’ın varlığını kabul
esası üzerine kurmadıklarında, kaçınılmaz olarak Allah’ın yokluğunu kabul
üzerine kurduklarını anladılar. Zira üçüncü bir alternatif yoktur. Ya
yaratıcı Allah vardır veya, bu kabul edilmiyorsa,
yok olduğu farz ediliyordur. Yani Allah’ın varlığı ile yokluğu arasında
tarafsızlık mümkün değildir.
Allah’ın
varlığını inkar bir reddetme olduğundan doğruluğu
ispat edilemez. Bu yüzden, geçici de olsa, mantık kuralları gereği, önce
Allah’ın varlığını kabul ederek kâinata bakmanız gerekir. Eğer bu kabulden
hareketle vardığımız sonuç geçici kabulümüzle tezat teşkil etmiyorsa,
yaptığımız bu kabullenme doğru ve tutarlı demektir.
Tabiata
baktığımızda sanat ve ustalık örnekleriyle dolu olduğunu görürüz. Teorik
fizikçi P. Davies’in tabiriyle ‘tam anlamıyla akıllara durgunluk veren bir
ustalık." Bilimde atılan her bir adım, kâinatı kuşatan düzeni bir başka
yönüyle ortaya çıkarıyor. Bilimsel metoddaki başarının kendisi dahi,
fiziksel dünyada rasyonel bir araştırmayla anlaşılabilen rasyonel
prensiplerin geçerli olduğu esasına, yani bir ‘düzen’ fikrine dayanıyordu.
Kâinatın hem karmaşık, hem de düzenli olması, başlıbaşına hayret edilecek
bir nokta değil midir?
Birlik ve
düzenin yanında, âlem bir âhenk ve tutarlılık da
sergiler. Meselâ çekim kanunlarının, elektromanyetizm kanunlarıyla veya
katı hal fiziği kanunlarıyla çeliştiğini göremeyiz. Bu tutarlılık, her
zaman görülmese de, dikkatli bir analizle ortaya çıkabilir.
Böyle hayret
verici bir hüner ve düzenin kâinatta bulunması kâinatın fiziksel yüzünün
ardında, akıllıca kurulmuş bir planın mevcudiyeti için yeterli bir delil
değil midir? Daha akıl bile tabiatta olan hadiseleri zorlukla
anlayabilirken, bu hadiselerin bir kaza veya kör talih eseri olduğu nasıl
düşünülebilir?
R. Estling
şöyle der:
"Kâinat o
kadar ihtimal arasından insana uygun olan öyle bir haldedir ki, insan için
veya aslında hayatın var olması için sonsuz sayıda tesadüfün nasıl böyle
bir sonucu verdiğini gerçekten düşünmemiz gerekir. Bu muhakkak olması
gereken sonsuz sayıda tesadüften sadece birisinde küçük bir değişiklik,
kâinatın fiziksel yapısını muhtemelen kökten değiştirecekti. Genelde
kâinatın düzeni, bilhassa yeryüzü öyle hassas olarak insana göre
ayarlanmıştır ki, verilecek hüküm kaçınılmaz olarak şudur: Kâinatı ve
yeryüzünü bu şekilde bizi de düşünerek yaratan, nasıl bir isim takarsanız
takın, Allah’tır. Ben ısrar ediyorum ki, bütün bunları, izahı hiçbir
surette mümkün olmayan, şans yapıyor demek, düşünülemeyecek kadar
tesadüflere, sayılamayacak kadar mucizelere ihtiyaç gösterir."
Hakikaten,
kâinatta gördüğümüz kompleks yapıların var
olabilmesi için sayısız ‘tesadüf’ ve ‘şans’ olması lâzım görünüyor.
Fizikçi P. Davies’in dediği gibi, "bu birbirini takip eden tesadüflerin
fevkalâde şanslı kazalar serisi neticesinde meydana gelmesinin kesinlikle
ihtimal dahilinde görülmemesi, birçok bilim
adamının, kâinatın yaratıldığı hükmüne ulaşmasına sebep oldu." Meselâ
matematik fizikçisi E. Squirer şöyle diyordu:
"Yakın
çevremizde gördüğümüz bariz kast ve plân delillerinden kâinatın
başlangıcında da planlama ve irade olduğu inancına geçmemiz gâyet tabii bir adım. Allah diye isimlendirdiğim
birinin şuurlu aklıyla yapılan planlama ve irade neticesi fizik
doğmuştur."
Kâinatın
kökeni bahsinde, Allah’ın varlığı veya yokluğundan başka bir alternatif
bulunmuyor. Yokluğunun ihtimalden uzak olduğu anlaşıldığına göre, doğru ve
aşikâr olanı, kâinatı Vacibü’l-Vücud bir Zâtın
yaratmış olmasıdır. Kâinatın kendi mevcudiyeti, bu Vacibü’l-Vücudun zâtî vasıflarına işaret ederek Allah’ın varlığı
faraziyesini kabul etmeyi mecburî kılar. Çünkü ‘iştirak edici’nin, yani
insanın aklı, kendisiyle kâinat arasında doğrudan ve iradî bir uygunluk
görür. Kâinatta düzen vardır ve insanda da bu düzeni araştırıp bulacak ve
tanıyacak istidat bulunur. Kâinatta güzellik vardır ve insanda da bu
güzelliği sevme ve ona hayran kalma istidadı vardır. Yine kâinatta hikmet
vardır ve insanda da hikmeti takdir edecek istidat bulunur. Bütün bunlar
kâinat içinde insanı kâinatla tezat teşkil etmeyecek şekilde yaratan
Allah’ı tanımaya yönlendirecek işaretlerdir. Tâ
ki O’nu bulsun, O’nu tanısın ve O’na teslim olsun. Teslimi, takdiri ve
şükranı neticesinde Allah da onu ebedî yokluğaóki bildiğimiz kadarıyla
ebedî yokluk yokturómahkûm etmek şöyle dursun, ebedî hayata, ebedî lutfa
ve ebedî saadete mazhar etsin.
Bu bizim,
Yaratıcının bu fâni ve daima değişen dünyada tezahür eden ebedî
sıfatlarından çıkarttığımız sonuçtur. Hakikati yürekten arayan herkes bu
fizikî dünyayı mütalaâ etmekle aynı sonuca
varacaktır.
© 2007 karakalem.net,
Yamina Bouguenaya |