Ana Sayfa Umran Okulu Künye Abonelik Fotoğraf Galerisi Yazarlar Videolar

 
  Konu Başlıkları  
Dosya
Çanakkale Destanı
Gezi ve İzlenim
Araştırma İnceleme
Kapak
Kültür-Sanat
Umrandan
Umran EK
Analiz
Yaşayan İslâm
Düşünce
Söyleşi
Gündem
Geçmişten Geleceğe Ko(nu)şanlar
  Haberler  

 
 

Tümü

 

 
  Yazarlar  
Ahmet Cemil Ertunç
Bir din mühendisliği projesi olarak “euro-islâm”
Cevat Özkaya
Entegre edilememış boşlukta renkli devrimler () st
Fahreddin Gör
İdare ama nereye kadar?

Tümü

  Anket  

 
Konu Başlıkları / Düşünce

   

İSLAMİ DÜŞÜNCENİN ÖNÜNÜ KAPATAN ZİHİNSEL ENGEL(Lİ)LER
İslam tarihi boyunca müslümanlar medeniyet çatışması manasında üç büyük meydan okuma ile karşı karşıya gelmişlerdir : a) İslam alemine müslümanların hiç alışık olmadıkları bir düşünüş şekli olan Yunan felsefesinin girmesi, b) Moğol yağması, c) Sanayi devrimi ile başlayan pozitivist ve materyalist dünya görüşü. Sonuncusu, diğerlerinden derece değil mahiyet itibarı ile farklı olması sebebi ile müslümanları çok daha ciddi düşünmeye sevk etmektedir. Tarihte bildiğimiz medeniyetler hak yahut batıl, ama bir şekilde meşruiyetlerini dini temellere dayamak ihtiyacını hissetmişken artık karşımızda “tanrıya karşı herhangi bir sorumluluk” duymayı kabul etmeyen bir zihniyet ve dünya görüşü duruyor; biz ise neticede bu anlayış ile hesaplaşmak durumundayız.

İSLAMİ  DÜŞÜNCENİN ÖNÜNÜ  KAPATAN

 

ZİHİNSEL ENGEL(Lİ)LER

 

Selçuk Kütük

 

 

İslam tarihi boyunca müslümanlar medeniyet çatışması manasında üç büyük meydan okuma ile karşı karşıya gelmişlerdir :                                                                                           

 

a) İslam alemine müslümanların hiç alışık olmadıkları bir düşünüş şekli olan Yunan felsefesinin girmesi,                                                                                                                                    b) Moğol yağması,                                                                                                                       c) Sanayi devrimi ile başlayan pozitivist ve materyalist dünya görüşü.                         Sonuncusu, diğerlerinden derece değil mahiyet itibarı ile farklı olması sebebi ile müslümanları çok daha ciddi düşünmeye sevk etmektedir. Tarihte bildiğimiz medeniyetler hak yahut batıl, ama bir şekilde meşruiyetlerini dini temellere dayamak ihtiyacını hissetmişken artık karşımızda “tanrıya karşı herhangi bir sorumluluk” duymayı kabul etmeyen bir zihniyet ve dünya görüşü duruyor; biz ise neticede bu anlayış ile hesaplaşmak durumundayız.

 

      Kur’an’dan çıkarabildiğimiz kadarı ile, bir gün bir şekilde karşı karşıya geleceğimiz bu medeniyetin birkaç özelliğini hatırlatmak istiyoruz :

 

a)      İçtimai hayatta nokta-i istinadı kuvvettir, adaletten mahrum kuvvetin neticesi ise tecavüz ve zulümdür.

 

b)      İnsanlarını birbirine bağlayan rabıta, menfaat ve menfi milliyetçiliktir.

 

c)       Maksadı, hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hacat-ı beşeriyeyi tezyid edecek her türlü sahte ihtiyaçlar üreterek tüketimi arttırmaktır. 

 

d)      Hayat düsturu cidal ve çarpışmadır, sömürmenin gereği olarak başkalarını yutmakla beslenir.

 

e)      Bilgi kaynağı olarak vahyi kabul etmez, hevesatına kalkan yaptığı aklını kılavuz olarak insanların önüne sürer.

 

  Bu sebeplerle batı medeniyeti hakimiyeti eline aldığından beri bütün teknolojik cazibesine rağmen insanlık rahat ve saadet yüzü görememiştir. Kur’an medeniyeti ise, kuvvet yerine hakkı kabul eder; şahsi yahut milli menfaat yerine fazilet ve rıza-ı İlahiyi tercih eder; hayat düsturu cidal değil muavenet ve uhuvvettir; insanları birbirine bağlayan rabıta dindir; gayesi hevesat-ı nefsaniyenin gayrı meşru taleplerine mani olup kemalat-ı insaniyeye sevk etmektir; baki ahiretini fani dünyasına mukabil az bir karşılıkla satmamaktır.   

 

       İslami değerlerden hareket ederek tüm dünyanın maruz kaldığı maddi/ruhi problemlere orijinal bir çözüm getirme çabası her müslümanın zihnini bir şekilde meşgul ediyor olmalıdır. Ancak çok samimi ve ciddi gayretler  entelektüel seviyede bile olsa zihin kirliliği, metotta sapmalar, yanlış bilgilenme ve kırılması oldukça güç önyargılar sebebi ile Cenab-ı Hakk’ın tasdikini alamadığından maalesef netice vermemektedir. Zihinsel olarak problemli, doğru düşünemeyen, kendi tarihini ve kutsal metinlerini anlamak ve okumak için başkalarının gözlüğünü kullanma hastalığını aşamayan insanların gerçekten köklü bir model çıkarabilmesi mümkün görünmüyor. İnsanlığın içinde bulunduğu bir dizi sıkıntıya ve dünyanın nerede ise her tarafında cereyan eden acı verici ve insanlık ayıbı cinsinden olaylara son vererek hakiki saadetin yolunu gösterebilmek ancak büyük bir medeniyetin vazifesi olabilir.

 

      

 

En  Kıymetli  Yardım  “Hayat Kurtarmak”

 

 

Tarihten biliyoruz ki milletler sözü edilen türden çıkmazlara girdiklerinde resuller gönderilip vahye müstenit doğru yol gösterilmiştir. Resullerin tebliğlerine baktığımızda ise ilk sıraları Allah’ın isim ve sıfatlarının hatırlatılarak nasıl bir ilahın yoluna davet ettiklerinin izahı ile ahirete iman, doğruluk, adalet gibi prensiplerin aldığını görebiliriz. İnsanlara yapılabilecek en büyük yardım onların hayatlarını kurtarmak olabilir. Bu durumda ebedi bir hayatı kurtarmaktan daha kıymetli ve önemli bir vazife olamaz, ki peygamberlerin yaptığı tebliğin özü de budur. Böylece, sıhhatli bir tebliğin yapılabilmesi için sulh ve sükunet ortamının sağlanması ya da en azından ehl-i dalaletin evhamını tahrik edecek şeylerden kaçınılması gerektiği önemli bir prensip olarak karşımıza çıkar. Küfür ehlinin maksadı, hakikatin ortaya çıkmasına mani olmak olduğu için puslu havayı sever ve kaos oluşturmak ister, en saçma düşüncelere bile fikir özgürlüğü yalanı ile geniş alan tanır, aynı dükkanda sağlam malları gösterip bozuk olanlarını dikkatsiz müşterilere satar. Genel geçerliliği olan külli hakikatlerin yerine her düşünceyi kendi içinde doğru kabul edip hak ve batılı bir anda el çabukluğu ile yer değiştirerek önümüze getiren post modern, relativist, pragmatist veya benzeri düşüncelere, bazı cazip yönlerine rağmen hiç yüz vermemek gerekir. Herhalde yeni bir resul gelecek olsaydı tebliğinin ilk bölümünü tevhid akidesine, sebeplerin tesiri olmayıp bütün işlerin kontrolünün Allah’ın elinde olduğuna ve dolayısıyla başarmak için başkalarına güvenmek veya yaranmak yerine Cenab-ı Hakkı razı edip kaderin çarklarını kendi tarafımıza doğru çevirmeye çalışmamız gerektiği hakikatine ayırırdı. Çünkü  “büyük dişli çarklar”  belirli bir yönde dönmeye başlayınca küçük dişliler mecburen tabi olacaklardır.

 

 

Değişim  Nereden  ve  Nasıl  Başlar ?

 

 

Değişim bir şeylerin yanlış gittiğine dair kanaatin ağır basmasıyla başlar ve dolayısıyla verilen karar zihinsel bir değerlendirmenin bilinçli bir sonucudur. Sosyal hayatta topyekün bir değişimin sağlanabilmesi ancak fertlerin bunu talep etmesi ve ilk değişiklikleri kendi şahıslarında başlatarak daha dış halkalara örnek olmakla mümkün olabilir. Halbuki bizler önce başkalarının kendini değiştirerek dürüst, adil, ahlaklı vs. olduğunu gördükten sonra kendimizi düzeltmeye razı oluyoruz ya da birilerinin mucizevi bir şekilde her şeyi tepeden inme yöntemlerle halletmesini bekliyoruz. Oysa böyle mühim bir medeniyet probleminin çözümünde herkesin kendi mesuliyetini taşıması ve istenilen duruşu gerçekleştirerek artık çözümün bir parçası olması gereği, imtihan sırrının ve dünya hayatının anlamı ile doğrudan bağlantılıdır. Böyle büyük ve iddialı bir medeniyet projesi ile ortaya çıkacak olanların gerekli bedeli ödemeye baştan razı olmaları ve ilk tatbikatı kendi üzerlerinde yaparak insanlığa sahabeler gibi numune-i imtisal olacak gayreti göstermeleri gerekir. Bunun için gerekli değişimi, merkezinde kendimizin bulunduğu halkalar şeklinde düşünmeli ve bu noktada ilk yardımı siyasetten beklememeliyiz. Kaynağını tek tek fertlerin cüzi ihtiyarlarını şuurlu kullanımlarından almayan bir hareket tabii ki Allah’ın tasdikinden geçmeyecek ve başarıya dönüşmeyecektir. Sarhoş askerlerden meydana gelen bir ordunun başına hangi komutanı getirirseniz getirin savaşı kazanmaya imkan yoktur; o halde en mühim mesele askerleri (insanları) ayıltmaktır. İslami alternatiflerin oluşturulma çabalarının iktisadi, sosyal vs. bir çok cephelerinin olacağı muhakkaktır, ancak esas problemin zihin, kalp ve itikatla ilgili olduğu anlaşılıyor.

 

 

Rasyonel Düşünme-Reel Politik-Milli Menfaatler

 

 

Bilimsel, metafizik, materyalist, gerçekçi vs. düşünme tekniklerinin yanı sıra sık sık önümüze sürülen rasyonellik prensibini dikkatle irdelemek gerekiyor. Elinde yeterli miktarda parası bulunan iki kişiden birinin bankaya yönelerek zenginliğini artırmaya çalışması ile parasının bir kısmını zekat olarak ihtiyaç sahiplerine takdim etmesi birbirinden son derece uzak “rasyonel tavırlardır”. Bu iki kişiden her biri diğerinin akıl dışı ve irrasyonel davrandığını ileri sürecektir ki, bu da rasyonelliğin kendinden menkul esasları olan bir cevher değil, değer bağımlı bir tercih mekanizması olduğuna işaret eder. Rasyonelliği, “hesap yapan akıl” kavramı ile açıklayabiliriz, ancak bu hesapta, modern anlamda Allah’a yer verilmemektedir. Kadim zamanların aksine, modern insan güç, kuvvet ve planların işletilmesinde kontrolün tamamen kendisinde olduğu vehmindedir ve maksada Allah’a rağmen ulaşılabileceği itikadı hakimdir. Aslında bu durum, modern insanın kendi dünyasını/hayatını dini ve dünyevi olarak iki farklı alana ayırmasının doğal bir neticesidir. Maddeci anlayış, aklı en hakiki mürşit olarak kutsamakla, insana verilen bu büyük nimeti suistimal ederek insan merkezli bir zihniyeti tesis etmeye çalışmaktadır. Halbuki, akıl kendi başına değer üretici bir mekanizma değildir, ancak kendisine sunulan veriler çerçevesinde bir yol gösterici olabilir. Gözün görebilmek için yeterli miktarda ışığa ihtiyacı olması gibi aklın da doğru değerlendirmeler yapabilmesi ve genel-geçerliği olan hakikatlere ulaşabilmesi için vahiy bilgisinden beslenmesi şarttır. En yüksek bakış noktasından (Manzar-ı âlâ) gelen bilgiye itibar etmeyen materyalist felsefe, hayatı içinden çıkılmaz bir labirent gibi algılamak durumunda kalacak ve madde ile tatmin olmayan “özünü” ümitsizce aramaya devam edip duracaktır, ama bu nafile bir arayıştır, çünkü “kalpler ancak Allah’ı zikretmekle itminan bulabilir”.

 

Kant, aydınlanmayı “akıldan başka hiçbir yol göstericinin bulunmaması durumuna geçiş” şeklinde tarif ederek herkesin kendi aklının önünü açmıştır. Bu manada vahiy bilgisinden bağımsız bir akıl (Kur’an da geçen Hz. Musa ve Hızır hadisesini hatırlayınız) vasıtasıyla aydınlanma müslümanlar için söz konusu olabilir mi? Müslüman, tarif gereği akletme fonksiyonunu icra edebilme vasfına sahiptir, fakat  “akılcı” olmak farklı bir şey değil midir ?

 

Batı kendi doğrularını rasyonellik ve tarafsız akli düşünme prensibi altında dayatmaktadır. 

 

Cenab-ı Hakkı hakiki vasıfları ile tanıyan şuurlu bir müminin dahi günlük işlerinde en azından sadece zihnen bile olsa kendini maddi sebeplerden arındırıp hesaplarına Allah’ı dahil ettiğini ne kadar iddia edebiliriz? İhtiyar sahibi olsun veya olmasın hiçbir maddi faktörün hakiki tesir kuvvetine malik olmadığı ve fiilleri yaratanın Allah olduğu gerçeğinin tevhidin en yüksek bir noktası olduğuna istinaden, bize düşen esas vazifenin “emrolunduğumuz üzere dosdoğru gitmek” ve neticesine rıza göstermek olduğunu söyleyebiliriz. Nefsimizin küçük ilahlık iddiası bizlere gücümüzün yettiği şeyleri kendimizin, diğerlerini ise Allah’ın yaptığı vehmini telkin ederek kişiyi aciz kalma noktasına gelene kadar Allah’ı devre dışı bırakmaya sevk etmektedir. Hz. Peygamberin “her şeyinizi Allah’tan isteyiniz” sözüne mukabil “her şeyi mi?” diye soran sahabiye “evet, ayakkabınızın bağını bile!” şeklinde cevap verdiğini bilmemize rağmen bu durumun idrakimize yerleşemediğini kabul etmek zorundayız. Mesela, “dua” faktörü çok meraklı olduğumuz gerçekçi, reel veya rasyonel düşüncenin neresine sığdırılabilir? Allah’ın yapılmasını istediğini yapıp takdiri O’ndan beklemek irrasyonellik midir? Başarıya ulaşmak için gayr-i meşru yollara baş vurabilir miyiz ya da başarmakla mesul tutulmuş muyuz? Hz. İsa gibi bir peygambere sağlığında kaç kişi tabi olmuştu ve O kendisine gösterilen yolun haricinde başka bir şeyler arayışına girmiş miydi ?             

 

 

 

İLİM: materyalist düşünce(sizlik), varlığı sadece maddeye münhasır kılmakla kalmayıp bu (ispatsız) iddiasını bile tesadüf ve gerçekleşmesi matematik açıdan imkansız olasılıklara dayandırması hasebi ile tamamen batıl bir itikattır. İnsanları güya akla davet edenlerin akıl dışı ve olamayacak ihtimallere bile ilmi hakikatlermiş gibi sarılmaları inançsızlığın verdiği samimiyetsizlikten başka bir şey olmasa gerektir. Elimizde hem binlerce ışık yılı mesafeleri hem de mikro alemi takip edebilecek cihazlar mevcut iken bazılarının hâlâ Hz. İbrahim’in yıldızlara bakarak yapabildiği basit ama temel çıkarıma ulaşamaması zihinsel olmanın da ötesinde kalp ile ilgili bir rahatsızlığa işaret ediyor. O zaman fikren ve ilmen küfre girmenin imkansız olduğunu ve ehl-i dalaletin elinde güneşi görmemek için gözünü kapatmaktan başka bir mazereti bulunmadığını bilerek tebliğe başlanmalıdır. Güneşten gelen beyaz ışığın prizmadan geçtiğinde renklere ayrılması gibi Allah’ın isim ve sıfatlarının bir kısmı da maddi alemde tecelli ettiğinde her birinin kendi membaını anlattığı fizik, biyoloji, kimya vs. gibi ilim dalları meydana gelir. İçinde bir şekilde hakikat kırıntısı bulunduran bütün bilim dallarının temelinde C. Hakk’ın  tabiatta ve sosyal olaylarda, işleri kendi varlığının bir delili olarak hikmetle yürütmesi gerçeği vardır. Dolayısı ile bilgininin kaynağı olarak maddenin kendisinden başka başvurulabilecek bir merci tanımayan pozitivist-materyalist sözde-bilimcilerin vahye müstenit bilgiyi görmezlikten gelerek hakikate ulaşmasına imkan yoktur. Anlaşılan o ki, esas kaybettiğimiz şey bilim veya bilgiden ziyade hikmettir. Bilgi ile hikmeti birleştiremeyen ve eser ile müessir arasında irtibat kuramayanlar hiçbir şekilde hakiki medeniyeti inşa edemeyeceklerdir.    

 

 

İKTİSAT: Batının kendi tarihi seyri neticesinde ulaştığı “sermayenin ancak belirli merkezlerde toplanması ile iktisadi faaliyetlerin büyüyeceği” inancı “zenginlik yalnız belirli ellerde dolaşan bir meta olmasın” ayeti ile ne derece uyum içindedir? Başkasının zararına elde edilen kazanç hangi iktisat teorisine uyarsa uysun ne kadar meşrudur? T.Hobbes’un  “insan insanın kurdudur” , Machiavelli’nin “amaçlar araçları meşru kılar” şeklinde en veciz ifadesini bulan “dünya hayatı” yorumu bir müslüman için ne derece anlaşılır olabilir? Cemiyet hayatının inanç kardeşliği ve muavenet üzerine tesis edilmesini öngören bir algılama tarzının, Darwinizm’i hem sosyal hayata hem de iktisada acımasızca uyarlayarak “güçlü olan piyasada kalır” prensibi ile hareket eden bir zihniyetten alabileceği hiçbir şeyi olamaz.  Sömürüye dayanan bu zihniyetle “veren el alan elden üstündür” anlayışı telif edilebilir mi? Başkalarının aleyhine de olsa daima kâr peşinde koşan ve menfaatini maximize etmeye çalışan bir insan tipi ne derece makbuldür? Tüketim çılgınlığının alıp başını gittiği ve olur olmaz her şeyi ihtiyaç diye dayatan batı tarzı tüketim alışkanlığına son verip mütevazı bir hayatı ve kanaat sahibi olmayı tercih etmek son derece etkili ve isabetli bir cevap olabilir. Zenginlik, hiçbir şekilde harcayıp bitiremeyeceği kadar çok parası olduğu halde gözü doymamışlık mıdır ? İhtiyaçlarını minimize ederek kanaat sahibi olmak fakirlik midir?

 

   Bugün karşımızda duran batı medeniyetinin iktisadi başarısının (!) arkasında üç temel unsurun olduğunu biliyoruz: 16.yy da Güney Amerika yerlilerinin altın ve gümüş madenlerinin Avrupa’ya taşınarak sömürülmesi(1), ucuz işgücü sağlamak maksadı ile Afrika merkezli köle ticareti(2), iktisadın tüm bileşenleri arasına faiz faktörünün sokulması(3). Tamamen gayr-ı insani olan ve hiçbir haklı sebebe istinat etmeyen böyle bir modern   “dünya hayatı” algılayışının imrenilecek herhangi bir tarafı olamaz. Başta Osmanlı olmak üzere, İslam aleminin maddeten güçlü olduğu zamanlarda Batı’dakine benzer bir maddi kalkınma sürecine girmemelerinin sebebi beceriksizlik değil, sahip oldukları değerlerin ve ahlaki alt yapının yukarıda verilen faktörlerin uygulanmasına müsait olmamasıdır. Batı, kendi serüvenine meşruiyet zemini kazandırabilmek için çeşitli teoriler uydurur ve bunları alternatifsiz gerçekler olarak bilimsel kılıfına uygun hale getirdikten sonra alıcı olmaya dünden meraklı müşterilerinin hizmetine sunar. Bunlardan bir tanesi de lineer tarih anlayışıdır; buna göre, ilerlemek isteyen tüm toplumlar kaçınılmaz bir şekilde batının geçtiği yolları ve süreçleri izlemek zorundadır.

 

 

SOSYAL BİLİMLER: Batı’nın sözde bilimsel teorilerin arkasına sığınarak kendi tercihlerini ve dünya görüşünü değişmez ve sabit hakikatler gibi dayattığını ve ilerlemeci tarih görüşü ile kendi geçirdikleri süreçleri izlemeyen medeniyetleri ‘gelişimini henüz tamamlayamamış’ olarak tanımlama cüretini gösterdiğini artık bugün daha açık görebiliyoruz. Müslümanlar farklı milletleri ortadan kaldırılması gereken medeniyetler ya da kaynaklarına el konulacak fırsatlar şeklinde değerlendiremez; başkaları ile adalet, hukuk ve hürriyetin tesis edildiği bir ortamda birlikte yaşamanın yollarını arar. Cemiyet hayatında fertler için farklı meslekler, meşrepler ve özellikler olduğu gibi milletler ve medeniyetler arasında da bu ayırımın geçerliliğini görür; küresellik namına yerelliği yok etmez; her birinin değişik vazifelerinin olduğunu ve büyük bir bütünün parçalarını teşkil ettiğini bilir; istila, yağma ve soykırıma kalkışmaz.

 

SİYASETTE İSE: esas olan maalesef teveccüh-ü nas olduğundan şartlar ne kadar zorlasa da daima Hak’tan yana olmayı tercih edemeyen ve Allah’a rağmen iş yapmanın mümkün olmadığını anlamayanların ortaya atılmaması gerekir. Hiçbir ahlaki değerin kendinden menkul bir doğruluğu olamaz ve her şey Allah’ın emir ya da nehy etmesi ile anlam kazanacağından sahte ilahların ürettikleri değerler tereddütsüz reddedilmelidir. Dünyayı ve hayatı yanlış kavrayış belirli bir zihniyetin ürünü olduğundan ve kendisini iktisat, din, bilim, siyaset vs. gibi her meselede tezahür ettirerek bir bütün teşkil edeceğinden farklı bir medeniyetten diğerine bazı parçalar aktarılamaz, kendi değerlerimizi muhafaza ederek batılılaşma anlamsız ve imkansızdır.

 

Başta siyasi ve iktisadi olmak üzere toplumsal problemlerin çözümlerinde esas saikin, öncelikle insanlar arasında hak, adalet, hürriyet ve ahlaki değerlerin tesis edilmesi olduğu gözden kaçırılmamalıdır. İman, itikat, fazilet ve temel dini pratikleri yerine getirme hususunda zaaf gösteren insanlardan meydana gelen bir topluma dayanarak hangi dünya sorununa çözüm önerebiliriz?    

 

 

DİN: Batı medeniyetinde üstünlüğün kriterleri aydın/sermaye grupları/medya ve siyasetçiler tarafından belirlenirken bizde üstünlük vesilesi millet, nesep, zenginlik gibi faktörlerden tamamen bağımsız olan “takva”dır. Hakiki medeniyet kendisini sanayide değil insanlar arası ilişkilerde gösterir, medenileşememiş insanların elinde teknoloji sömürme aracı ve ölüm makinası haline dönüşür. Silahlar mütecavizlere karşı savunma için değil masumları öldürmeye hizmet ederken, en gelişmiş iletişim cihazları ve uydularla kapsama alanları genişlerken en yakınlarımızla muhabbet alanı daralmakta ve idrak kapsamımız küçülmektedir. Ehl-i dalaletin gafleti sebebi ile bize düşmanlığı zahir olmakla beraber bizim herhangi bir ayırım yapmadan benzer şekilde cephe almamız mümkün değildir. Tebliğde birinci derecede belirtilmesi gereken husus, müminlerin başkaları ile milli, şahsi veya menfaate dayalı sebeplerle din namına çatışmaya giremeyeceğidir. Müslümanın karşı duracağı şey, karşısındakinin Cenab-ı hakkın kemal vasıflarını nefy edici kötü taraflarıdır ve bunlar düzeltildiğinde ortada çatışmaya medar olacak hiçbir problem kalmaz. Bu sebeple bilhassa ehl-i kitapla olan ilişkilerimizde ortak noktaların mümkün mertebe vurgulanması ve ayette belirtildiği üzere “ortak bir kelime” olan tevhid akidesi etrafında toplanmaya çalışılmalı, siyasi veya iktisadi menfaat çatışmalarının buna mani olmasına fırsat verilmemelidir.

 

Arkasında herhangi menfaat bulunmamasına rağmen fikri anlaşmazlıkların genellikle, İslamiyet’in bir tane, İslami düşünme şekillerinin ise çok sayıda olabileceği genişliğine sahip olamayışımızdır. Kendi şahsi tecrübelerimiz, bilgilerimiz, temayüllerimiz vs. faktörlerle  oluşturduğumuz fikri anlayışımızı belirli bir renkle boyadıktan sonra bu tek rengi, standart ve alternatifsiz İslamiyet olarak dayatamayız. Böyle bir indirgemeci ve tekleştirici zihniyetin arka planında totaliter ve rasyonel anlayış mevcuttur ki bu İslamiyet’le  hiçbir şekilde bağdaşmaz.   

 

 

Herşeye Baştan mı Başlanmalı?

 

 

Eğer topyekün bir kurtuluş ve köklü çözümler arıyorsak bunların beraberinde getireceği riskleri göze alabilmeli ve önümüze konulan faturayı ödemeye razı olmalıyız. Ucuz ve neticeleri bize dokunmayacak çözüm arayışları kendimizi bir şekilde karşı tarafın saflarında bulmamızla nihayet bulacaktır. Tehlikeli ve zor olsa da doğru yöntemlerle hareket etmeyip haklının değil kuvvetlinin yanında yer alarak aslanların bıraktığı artıkları toplamak İslam milletine layık olamaz. Artık, bize karşı bir şekilde teknik üstünlük kazanmış batı medeniyetine karşı savunmacı(apologetic) tavırlardan vazgeçmeli, eklektik çözümlerin fayda sağlamayacağını görmeliyiz. Özünü kendi temel kaynaklarımızdan almayan fikir ya da kurumların “aslında İslamiyet’te de var olduğunu sonradan keşfetme” hastalığından kurtulmalıyız. Ayet ve hadislerin bir takım zorlamalarla İslam kelimesinin önüne demokrasi, sosyalizm, liberalizm vs. gibi kavramları yerleştirerek bir yere varılamayacağı artık anlaşılmış olmalıdır. Mesela, bugün bir peygamber gönderilmiş olsaydı O’nun ağzından siyasal islam, reel politik, milli menfaatler, pragmatizm, liberal islam gibi ifadeleri duyabilir miydik? Acaba bu peygamberin ümmetin selameti için sunacağı çözümler arasında ‘kişi başına düşen gayri safi milli hasılanın artırılması’ türünden kaygılar ilk sırayı mı alacaktı? Hümanizmden mi yoksa Allah için sevmek ve yine Allah için buğz etmekten mi bahsederdi? Sahabelerin ilk dönemlerde elde ettikleri başarının arkasında maddi unsurlar çok etkili olmuş mudur ve peygamberlerin en ehemmiyet verdikleri mesele bu mudur? Tabii ki söylenmek istenen müslümanların sadece manevi bir medeniyet kurmaları ve maddi unsurları tamamen ihmal etmeleri gerektiği değildir, tam aksine sıralamanın doğru yapılması gerektiği ve ikinci söylenenin birincinin bir neticesi olabileceğidir.

 

Ayrıca her batıl meslekte bir şekilde bir hakikat kırıntısı bulunabileceği gerçeğine gözümüzü kapamadan karşı tarafın doğru ve isabetli yönlerini sırf İslamiyet’e tarafgirlik gayreti ile karalama hatasına düşmemeliyiz. Yapılacak ilk şey, “zalimlere meyletmeksizin, Rabbimizin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağırmak” olmalıdır.

 

Müslümanların karşı medeniyetle olan mücadelelerini onların kuralları ile oynayarak kazanmasına imkan yoktur. Zayıf milletlerin doğal kaynaklarına el koyarak, insan emeğini sömürerek, tabiata zarar vererek, silah sanayiini faal tutmak için bir yerlerde sürekli savaş çıkararak... hile yapılan oyunu kazanmak mümkün mü? Aynı oyunu bizimle beraber Hint ve Çin medeniyetleri de kaybetmediler mi ?

 

Doğrusu, bütün himmetini ve gayretini dünyayı kazanmak için kullanan ve bu hususta hiçbir kural tanımayan fani zevkleri uğruna ebedi hayatını satmaktan hiç çekinmeyen bir zihniyetle onların şartları altında mücadele edilemez. 

 

Netice itibarı ile, kendi kaynaklarımıza ait bilgi ve tarihi birikimlerimizi yeniden gözden geçirme teklifi, bir kısım insanlar açısından “Amerika’yı yeniden mi keşfedeceğiz?” suali ile karşılanacaktır. Doğrusu, bugün geldiğimiz nokta artık bizi önümüzde duran iki seçenekten birini tercih etmek zorunda bırakıyor: ya kendi Amerika’mızı keşfedeceğiz ya da başkalarının Amerika’sında hali hazırda olduğu üzere yaşamaya(çalışmaya) devam edeceğiz. Muhtaç olduğumuz kudret ve enerjinin Allah’a olan itikadımızdan kaynaklanması gerektiğini, üstünlük ve kuvvetin hakka tarafgirlik olduğunu, dolayısıyla başka medeniyetlere öykünerek onlara yetişme sevdası ile yola çıkanların hedefe varmalarının imkanı olmadığını kabul etmeliyiz. Bu ifadelerden, idealize edilmiş ve tamamen erdemli insanlardan oluşturulmuş bir toplum kurulması gerektiği anlaşılmamalıdır. Homojen ve tek tip düşünen insanlar topluluğu yaratma idealinin neticede totaliterizme ve baskıya dönüştüğü tarihen sabit bir gerçektir. Bu ise, insanlar/milletler arasındaki farklılıkları ve yerelliği korumayı, globalizm namı altında teknik ve iktisadi güce dayanarak diğer kültürlerin yok edilmesine karşı durmayı gerektirir. İslam aleminde aynı coğrafyada kişisel algılayış sebebi ile fıkıh, tasavvuf, kelam, felsefe gibi farklı düşünce ekollerinin bir arada varlığını devam ettirebilmesinin yanı sıra farklı coğrafyalarda yaşayan insanların değişik islami anlayışlara sahip olması düşünce renkliliğinin korunması noktasındaki hassasiyetini gösterir. Önemli olan insana verilen teklif yükünü ağırlaştırmadan, ifrat ve tefritten uzak, “vasat ümmet” olma istikametinde varlığını devam ettirebilecek örnekleri teşkil etmektir. Kur’an kıssalarından biliyoruz ki en ümitsiz durum çözümün ve Allah’ın yardımının en yakın olduğu zamandır, yeter ki biz Cenab-ı hakkı razı edecek vaziyeti alalım ve kadere “muvaffakiyet fetvasını” çıkartalım ve dünyamızı değil ahiretimizi kaybetmekten, ölmekten değil Allah nazarında adam olamamaktan korkalım !          

 

 

 

 
  Ne Okuyalım?  
Sömürgeci etkiler
Bütün yerel kültürler, yapılar, sistemler, sömürgeci mantığın, söylemin, dilin etkisi altında bulunu

Tümü

  Tarihten Yansımalar  
 

İkinci Meşrutiyet Devri

Tümü

  Fotoğraf Galerisi  
 
 
 
 
 
 
 
  Takvim  
  Röportaj  

 

SEÇKİNCİ DİN KARŞITLIĞI ÜZERİNE DOÇ. DR. MUSTAFA AYDINLA SÖYLEŞİ
Son dönemde AKP’nin kapatılma davası ile ortaya çıkan süreçte, Türkiye’de devlet yapısı da tekrar so...

Tümü

  Araştırdık Dosyaladık  
(RAND RAPORU)
 

Tümü

 
  Yararlı Linkler  
  Pınar Yayınları
  Araştırma ve Kültür Vakfı
 

Tümü

 
 
 

[2008]  [2007]  [2006]  [2005]  [2004]  [2003]