Ana Sayfa Umran Okulu Künye Abonelik Fotoğraf Galerisi Yazarlar Videolar

 
  Konu Başlıkları  
Dosya
Çanakkale Destanı
Gezi ve İzlenim
Araştırma İnceleme
Kapak
Kültür-Sanat
Umrandan
Umran EK
Analiz
Yaşayan İslâm
Düşünce
Söyleşi
Gündem
Geçmişten Geleceğe Ko(nu)şanlar
  Haberler  

 
 

Tümü

 

 
  Yazarlar  
Ahmet Cemil Ertunç
Bir din mühendisliği projesi olarak “euro-islâm”
Cevat Özkaya
Entegre edilememış boşlukta renkli devrimler () st
Fahreddin Gör
İdare ama nereye kadar?

Tümü

  Anket  

 
Konu Başlıkları / Analiz

   

AKIL ÜZERİNE

Akıl, anlama ve kavrama gücünün esası, maddeden şekil ve sıfatlarını tecrit ederek mefhum haline getiren ve bu mefhumlar arasında bağlantı tesis ederek önermelerde bulunan, kıyas yapmak suretiyle varlığın hakikatini idrak etmeye, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden, iyiyi kötüden ayırmaya yarayan güç veya cevher olarak tanımlanabilir.

 

İslam alimleri aklın bilgi edinme sürecinde bir alet ve vasıta olduğunda ittifak etmekle beraber mahiyeti ve sınırları noktasında farklı görüşlere sahiptirler. Mu’tezile aklı mutlak bilgi kaynağı ve nakil karşısında bir hakem olarak değerlendirir ve bu sebeple de nasları akıl ile bağdaştırmak için tevile başvurmak zorunda kalır. Ehl-i sünnet alimleri ise, naklin açıklanması ve tefsiri için aklı gerekli görmekle beraber akıl-nakil tenakuzu durumunda, aklın duyular aleminde yanıldığını ve dolayısıyla gayb aleminde hata etmesinin çok daha kolay olabileceğini iddia ederek nakli, tevil imkanının bulunmaması halinde, bir derece daha öne almışlardır.

 



AKIL ÜZERİNE

 

 

 

 “Bıçak sapını yontamaz.”

 

Mevlana

 

 

 

 

Akıl-Akılcılık Ve Genel Değerlendirmeler

 

 

Akıl, anlama ve kavrama gücünün esası, maddeden şekil ve sıfatlarını tecrit ederek mefhum haline getiren ve bu mefhumlar arasında bağlantı tesis ederek önermelerde bulunan, kıyas yapmak suretiyle varlığın hakikatini idrak etmeye, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden, iyiyi kötüden ayırmaya yarayan güç veya cevher olarak tanımlanabilir.

 

İslam alimleri aklın bilgi edinme sürecinde bir alet ve vasıta olduğunda ittifak etmekle beraber mahiyeti ve sınırları noktasında farklı görüşlere sahiptirler. Mu’tezile aklı mutlak bilgi kaynağı ve nakil karşısında bir hakem olarak değerlendirir ve bu sebeple de nasları akıl ile bağdaştırmak için tevile başvurmak zorunda kalır. Ehl-i sünnet alimleri ise, naklin açıklanması ve tefsiri için aklı gerekli görmekle beraber akıl-nakil tenakuzu durumunda, aklın duyular aleminde yanıldığını ve dolayısıyla gayb aleminde hata etmesinin çok daha kolay olabileceğini iddia ederek nakli, tevil imkanının bulunmaması halinde, bir derece daha öne almışlardır.

 

Sufilere göre akıl, dünya hayatının yürütülmesi için gerekli olan ve sadece alem-i şehadet ile sınırlı özelliğe sahip olan bir cevherdir; gayb aleminin kapılarını ancak keşfin açabileceğini ileri sürerek aklın bu alandaki çabalarını faydasız görmüşlerdir. Sufilere göre, kişi en çok kendi nefsini sever ve en çok kendi aklını beğenir, diğer yandan “kişi sevdiğinin kusurlarını göremeyeceğinden” hakikate ulaşmak için yapılması gereken şey, Hz.İbrahim’in çok sevdiği oğlunu kurban etmesi gibi insanın da nefsini ve aklını Allah’ın emirleri karşısında sükut ettirmektir.

 

 İslam filozofları akıl ile ilgili olarak Aristo çizgisini muhafaza etmek suretiyle onun dış alemde bağımsız bir varlığının bulunduğunu ve aklın bir idrak vasıtası olduğunu düşünürler. Aristo, Kant’ın tam tersine eşyanın hakikatinin aklın kavradığından farklı olmadığını ileri sürer. Kaynağını Plotinus’tan alan bu düşüncede tanrıdan ilk sadır olan şey akıldır ve tüm varlık felsefesi akıllar/felekler teorisi üzerine kurulmuştur ki buna “südur nazariyesi” denir. Gazzali ise, ilmin kaynağı olarak gördüğü akıl için “dünya ve ahiret saadetine vesile olan bir şey nasıl değerli olmaz” ifadesini kullanmıştır.(1)

 

 Akletme fiilinin icra edilerek hakikati arama çabası ile “akılcılık” birbirinden tamamen farklı yönelimlerdir. Akılcılık, bilginin elde edilmesinde ve doğrunun ölçütünün tesbit edilmesinde duyusal verilere değil düşünme ve dedüktif çıkarımlara dayanan bir metottur. Buna göre, akıl mutlak bilgi kaynağıdır, makul olmayan hiçbir şey varolamaz, doğru bilgi deneye dayalı genellemelerden (indüksiyon) çıkarılamaz, duyusal veriler hakikatin ancak sınırlı bir görünümünü idrak edebilir ve kolaylıkla yanılabilirler, dolayısıyla esas prensiplerin ve bilginin kaynağı deney/tecrübe değil, akıldır. Akılcılar, hakikatin süjeye göre değişmediğini, sabit ve objektif olduğunu ve bu gerçekliği akıl ile kavrayabilme özelliğinin insanda doğuştan mevcut bulunduğunu ileri sürmektedirler. Bu tanımı ile akla a priori nitelikler atfeden akılcılık, tasavvurların ve temel çıkarım yapabilmek için gerekli prensiplerin menşeinin yalnızca duyusal tecrübelere dayandığını (a posteriori) iddia eden amprizme tamamen tezat teşkil etmektedir. Genel olarak Eflatun’un “ideleri”, Descartes’ın “doğuştan fikirleri” ve Kant’ın “a priori formları” zihnin her türlü tecrübeden evvel bir takım bilgilere sahip olduğunu iddia eden “mutlak akılcılık” kapsamına kısmen dahil edilebilir.

 

 Bir başka deyişle akılcılık, aklı duyusal algılardan bağımsız olarak bilginin kaynağı sayan ve bilginin elde edilmesinde ana unsurun akıl yürütüme ve düşünme fiili olduğunu kabul eden öğreti şeklinde de tanımlanabilir.(2) Akılıcılığın temelinde iki unsur bulunmaktadır:

 

1-               İnsan aklına hakim olan kurallar ile evrende geçerli kurallar aynıdır. Dolayısıyla akıl yolu ile yapılan çıkarımlardan elde edilen bilgiler sağlamdır.

 

2-                İnsan zihni dış gözlemler yapılarak elde edilemeyecek evrene ait bir takım doğruları kesin bir şekilde bilme gücüne sahiptir.(3)

 

 Buna göre, zihin dış dünya ile ilgili olarak bilgi üretirken hem a priori bilgilere hem de nesneyi bilgi vermeye zorlayan belirli kalıplara sahiptir. Bu kalıpları dış dünya veya eşyanın kendisi üretemez. Dolayısıyla, herhangi bir zihinsel faaliyet olmaksızın beklenti veya teorilerin ışığında yorumlanmadan tabiat kitabının okunması mümkün değildir. Aklın belirli bir kültürün ve tarihsel birikimin neticesi olması, diğer yandan ise içinde bulunduğu düşünce ortamının belirleyicisi konumunda bulunması bir kısır döngü oluşturmaktadır. Bu çelişkili durum, kendini hakikatin mutlak temsilcisi ve belirleyicisi olarak tayin eden aklın gerçeği algılama noktasında düşebileceği yanlışlıklarını, mevcut medeniyetin veya aklın kendi imkanlarını kullanmak suretiyle aşılmasını ve tashihini imkansız hale getirmektedir. Aklın kendini yine “akıl yolu ile tamir” edebilme düşüncesi aslında aklın kendisinde bizatihi tanrısal bir güç olduğu vehminden kaynaklanmaktadır. Akılcıların böyle bir “itikada” sahip olmaları kaçınılmazdır, aksi taktirde ya aklın üzerinde ve onu tashih konumunda bulunacak bir otoritenin varlığı kabul edilecek ya da aklın mutlak kılavuzluk vazifesi elinden alınacaktır.

 

 Akılcı yaklaşım taraftarlarının bir kısmı dünyaya bir takım beklentilerle geldiğimizi ve böylece gerçek dünyayı “kendi dünyamıza” dönüştürdüğümüzü ve bu sebeple de kendi dünyamızın hapishanesinde ömür boyu yaşamak zorunda olduğumuzu savunurlar. Buradaki hapishane kavramından kastedilen şey, insan olmanın zorunlu bir sonucu olarak sahip olunan kısıtlamalardır. Bu kavramsal çerçevemizin hapishanesinde doğup öldüğümüz fikri esas itibarıyla Kant tarafından geliştirilmişti. Karamsar Kant yanlıları bu hapishane yüzünden gerçek dünyanın hiçbir zaman bilinemeyeceğini düşünürken, iyimser Kant taraftarları ise tanrının bu kavramsal çerçevemizi gerçek dünyaya uyacak şekilde yarattığını iddia etmektedirler. Descartes gibi akılcı yaklaşıma sahip olanların bir kısmı da “hapishaneleri yaratan bizler olduğumuza göre onları yine bizim yıkmamız mümkündür” şeklinde düşünmektedirler.(4) Akılcılığa göre, bilgi edinme sürecinde özne, yani zihin daima aktif durumdadır.

 

 Mutlak rasyonalizmi öngörerek dini akıl ötesi (mucize, vahiy gibi) unsurlardan ayıklama düşüncesi İslam tarihinde İbn-ü Ravendi ve İbn-ü Mukaffa gibi marjinal filozoflar haricinde kimseden kabul görmemiştir. İslam alimlerinin tamamına yakını aklı dini hakikatlerin tespiti ve anlaşılması hususunda kullanmış, aklın tek başına yeterliliği hiçbir zaman savunulmayarak akıl-nakil çatışmasında nassın teviline gidilmiştir. Kur’ân’da övülen ve üstün bir vasıf olarak gösterilen akletme fiili ile “mutlak akılcılık” birbirine karıştırılmamalıdır.

 

 İslam dünyasında akılcılığın Mu’tezile ile özdeş görülmesi ve gelenekten yana olanların Mu’tezile’ye karşı çıkarken aklı ve akli delilleri reddetmeleri uzun dönemde akıl ile dinin farklı cephelere yerleştirilme hatasını doğurmuştur.

 

 Akılcılığın ilk temsilcisi olan Aristo, aklın uymak zorunda olduğu kanunları “özdeşlik”, “çelişmezlik” ve “üçüncü şıkkın imkansızlığı” şeklinde sıralayarak bu kanunların eşyanın da kanunları olduğunu ileri sürmüştür. Bu rasyonalist düşünce orta çağda İslam filozofları, 17.yüzyılda Descartes, Spinoza ve Leibniz, 18.yüzyılda Kant, Hegel ve Schelling tarafından savunulmuştur. Hegel’e göre, akli olan gerçek ve gerçek olan da aklidir, Kant ise rasyonalizmi hem eleştirmiş hem de savunmuştur. Kant’ın rasyonalizmi, aklın formlarını tecrübeden önce ve tecrübenin şartı olarak kabul eder; resim yapmak için tuvalin gerekli oluşu gibi tecrübelerimiz için de aklın gerekli olduğunu söyler.(5)

 

 Descartes, insan zihninin algılamasından bağımsız olarak bir nesnel gerçekliğin varlığının garantisini tanrının mevcudiyetine dayandırmaktaydı. Tanrı, aldatıcı olmayacağına göre O’nun bize verdiği bilgi üretme yeteneğine de güven duyulmalıydı.(6)

 

 Gazzali öncesi dönemde kelamcılar mantığa karşı sofistlerinkine benzer tarzda deliller ileri sürmüşlerdir. Kelamcılar ve sofistler cüziden külliye varılamayacağını, kıyasın boş bir tekrarlama işleminden ibaret olduğunu yani, sonucu delilde göstermekten (müsadere ale-l matlub) başka bir şey olmadığını; kıyasta büyük önerme ile neticenin ispat edildiğini halbuki neticenin bu önermenin zaten içinde saklı bulunduğunu, dolayısıyla bir doğruyu yine kendisi ile ispatlamak manasına geldiğini ileri sürmüşlerdir.(7) Kelamcıların bu eleştirileri ve özellikle Gazzali’nin sebep-sonuç ilişkisinin mahiyeti üzerindeki orijinal tesbitleri, D. Hume vasıtasıyla batı dünyasında etkili olmuş ve modern dönemdeki tümevarım tartışmalarının başlangıcını teşkil etmiştir.

 

 İslam aleminin kendisini yenileyememesi ve kendini tekrarlama sürecine girmesi Aristo mantığını ve felsefesini dinileştirme durumuna getirmişti. Aristo mantığına yapılan itirazlar dinin bizzat kendisine yapılıyormuş gibi bir görünüm verdiğinden skolastik felsefe aşılamaz bir noktaya yükseltilmişti. İmam-ı Şafii, Eşari kelamcısı olan Bakıllani ve İbn-i Teymiyye, Aristo mantığına karşı çıkanlar arasında yer alır, benzer eleştiriler ise batıda Francis Bacon, Descartes ve J.Stuart Mill tarafından yapılmıştır.

 

 Mantıksal pozitivistler insanlığın elde edebileceği tüm bilgileri sembolik bir dil olan matematiğe ve matematiği de mantığa indirgemek iddiasıyla ortaya çıktılar ancak A. Ayer, Russell, Frege ve Whitehead tarafından yıllar süren çalışmalar başarısızlıkla sonuçlandı. En meşhur örneklerini Zeno’nun verdiği dilsel ve görsel paradokslar mantıksal çıkarımlara olan güvene gölge düşürdü. İnsan düşüncesi açısından mantık son durak gibi görünmektedir; bilim matematiğe ve mantığa indirgense bile, mantığı indirgeyebileceğimiz bir şey yoktur. Teoremlerin ispatlanma işlemlerinde kullanılan mantıksal çıkarımların bizzat kendilerinde tutarsızlık meydana gelebiliyorsa, bu durumda kesin bilgiye ulaşabilme açısından tutunabilecek dal kalmamaktadır.

 

 Kendine özgü paradoksları ile bilinen Russell (kümeler veya berber paradoksları gibi) mantıksal indirgemenin bu şekilde yara almasından rahatsızdı çünkü, eğer herhangi bir mantıksal çelişki söz konusu ise, bu (mantıksal çelişki) bir şeyin doğruluğunun gösterilmesinde kullanılabilirdi; bu ise insanın mantıksal düşünme yapısının tamamen çökmesi demektir.(8)

 

 Mu’tezililer bu iki farklı teorileri ile hem Descartes, Leibnes, Spinoza ve Kant gibi rasyonalist filozoflara hem de insan bilgisinin kesbi olduğunu söyleyen Locke, Hume, Berkeley gibi emprizm yanlılarına ilham kaynağı olmuşlardır. (9)

 

 15. yüzyılın başından itibaren batı aleminde kilise ile laikler arasında cereyan eden mücadeleyi ikinciler kazandı. Kadim dönemde bütün medeniyetler meşruiyetlerini dinden almakta iken yeni dönemde mutlak akılcılığın öne çıkarıldığı, tanrıya karşı herhangi bir mesuliyetin hissedilmediği ve vahyin bilgi kaynağı olarak kabul edilmediği bir periyoda girilmişti. Böylece, tanrı merkezli alem anlayışı yerine insan merkezli yani hümanist anlayış hakim olmaya başladı.

 

 Akıl, eşya ile Allah arasında bağ kurmaya yarayan bir cevher olması gerekirken, modern dönemde “hikmeti kendinden menkul olan ve kimseye hesap verme mecburiyeti” hissetmeyen bir “değerler üretme kaynağı” haline getirildi. Modern akıl olarak tesmiye olunabilecek bu algılama tarzı, son iki yüzyılın göz kamaştırıcı teknolojik gelişmelerini de arkasına alarak kendini tüm değerlerden bağımsız, mutlak, tarafsız, objektif ve alternatifsiz bir cevher olarak takdim ile hakimiyetini ilan etmiş durumdadır. Modern akıl kavramı ile ne kastedilmek istendiğini görebilmek açısından onun bazı özelliklerini sıralamak uygun olacaktır:

 

1-) Semavi dinler tabiatı ve eşyanın özünü idrak etme hususunda peygamberlerin ve vahyin ışığı altında aklın işletilmesini öngörür. Tabiatı algılar ve incelerken tüm olup bitenin arkasındaki ilahi gücün farkında oluş esastır ve hakiki failin Allah olduğu şuuru hakimdir. Modern akıl ise, tabiatı ve eşyayı kaba bir maddeciliğe yani fiziksel sebeplere indirgemiştir. Artık bundan sonra maddi veya sosyal fenomenlerin arkasında her şeyi gören ve bilen bir İlah’tan ziyade, sadece fiziksel ya da iktisadi etkileşimlere indirgeme yolu ile yapılacak açıklamalar bulunacaktır.

 

2) “İlerleme” inancının tesiri ile modern akıl, kendisinde “kendine ait argümanları neshetme ve yanılma halinde yerine daha iyisini ikame etme” selahiyetini bulmaktadır. Böylece modern akıl, doğru-yanlış veya güzel-çirkin tefrikinin yapılması noktasında kendini merkeze koyarak son sözü söyleyen makamına oturmuştur.

 

3) Akla tahsis edilen bu yüce konum, insana acziyetini ve ölümlü olduğunu unutturmaktadır. Bu unutma ve gaflet hali kendisini derhal dünyaya düşkünlük ve nefsin söz dinlemezliği ile göstermekte, dolayısıyla sağlıklı akli çıkarımların yapılabilmesi imkanı ortadan kalkmaktadır. Ahireti göz ardı ettirmek suretiyle dünyada imanlı olmayı fonksiyonel olmaktan çıkarmakta ve tüm insanı çabayı yalnızca maddi ihtiyaçların tatmin edilmesi istikametine yönlendirmektedir.

 

4) Modern aklın hakikati belirleme iddiasının arkasında yatan nesnellik ve objektiflik argümanı onu alternatifsiz bir “yol gösterici” yapmaktadır. Bu yol göstericilik vasfı bilim, sanat ve ahlak gibi hayatın her alanında karşımıza çıkmaktadır. Kendisine tabi olanları ilimde rasih kılacağını/derinleştireceğini, mutluluğu ve özgürlüğü vaat etmektedir.

 

5) Modern akıl kendi imkanlarının haricinde kalan bir takım bilgilerle teçhiz edilmeyi ve sahip olduğu bakış açısının test edilmesini sağlayacak bir üst otoriteyi kabul etmez.Tam aksine mutlak otoritesini kullanarak insanlığı sihir, din, hurafe gibi irrasyonelliklerden azat etme iddiasındadır.

 

 

Bilim ve Akıl

 

 

Olgusal önermeler gözlem ve deneyle tecrübe edilebilir, halbuki matematiksel ifadeler mantıksal olarak kesinlikle doğru olmakla beraber deneysel muhtevası olmayan analitik önermeler (totolojiler) bütünüdür. İlginç olan matematiksel olan bir doğrunun (fiziksel bir karşılığının bulunmaması anlamında) bize dünya hakkında hiçbir şey anlatmıyor olmasıdır. Gerçekliğin özünü sadece matematiksel ifadelerin bizzat kendisinde aramak tamamen boş bir çabadır. Aslında yapılan şey, tabiat olaylarının temelinde yatan gerçekliğin zihnimizin bir ürünü olan matematiksel bir kalıpla ifadesi edilmesinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla matematiksel kalıplarla deneysel veriler arasında görülen uygunluk, gerçeğin kendisinin açıklanmasından ziyade aklımızın fiziksel olayları başarı ile kendi idrak çerçevesine uygun hale getirebilmesinden kaynaklanmaktadır.

 

 Bir başka deyişle, fiziğin dili olarak kullanılan matematiğin analitik önermelerden meydana gelmesi ve dolayısıyla zorunlu doğruları ihtiva ediyor olması, matematiğin ne kuantum teorisinin anlattığı belirsiz dış dünyamızla ne de klasik fiziğin determine ederek tarif ettiği olaylarla bire bir örtüştüğünü ve onu tam olarak ifade ettiğini garanti edemez. Yani, matematiğin sembolik lisanını kullanarak üzerinde düşünülen fenomeni sadece fiziksel olgulara dayanarak açıklamak, aslında gerçeğin tam bir görünümünü vermekten ziyade onu tamamen zihnimizin ürünü olan bir kalıba dökmektir. Gerçekten, mekanizması kompleks bir durum arz eden fiziksel olaylara ait veriler, duyu organları vasıtasıyla algılandıktan sonra zihnimizde hazırladığımız belirli bir kalıp/teoriye uygunluk sağlayacak şekilde tutarlı hale getirilirler ve aksi gösterilene kadar (yanlışlanabilme kriteri) geçerli sayılırlar. Bir kaba dökülen suyun, kabın şeklini alması gibi zihin de eşya hakkındaki bilgiyi belirli bir kalıba sokar ve böylece eşya ile zihin tam bir uyum içinde görünür. Oysa “suyun, döküldüğü kabın şeklini alması” onun gerçekten kap biçiminde olduğu garantisini vermez, çünkü aynı suyun başka bir kaptaki şekli faklı olacaktır. Üzerinde durulması gereken nokta, aklın herhangi bir problem karşısında makul görünen bir açıklama yolu bulabilecek kabiliyette olması, diğer yandan ise bu açılamanın gerçekle bire bir olarak örtüşeceğinin garanti edilememesidir.

 

 Gerçekten de, yerçekimi kavramının henüz ortaya atılmadığı dönemde yaşayan bir kişi için dünyanın küre şeklinde olması anlaşılabilir bir şey değildir çünkü, küresel bir zemin üzerinde denizlerin dökülmeden durabilmesi imkansızdır; bu veya benzeri bazı sebeplerle dünyanın düz olması oldukça makul görünmektedir. (Newton’ın ışığın kırılma ve yasıma olaylarını optik kurallarına dayanmadan açıklayabilmek maksadıyla hangi inanılmaz yollara başvurduğunu görmek için R.Feynman, “Kuantum elektrodinamiği” kitabının 24-31 sayfalarına bakılabilir).

 

 Aklın tarihi süreç içerisinde çok yol aldığı ve kemale erdiği ileri sürülerek “yanılabilirlik riski” dikkatlerden uzak tutulmaya çalışılabilir. Birkaç yüzyıl öncene ait bazı akli/bilimsel çıkarımların, her ne kadar o zaman için çok kesin ve doğru olduğuna inanılsa da bugün yanlışlıkları anlaşılmıştır. Bir ya da iki yüzyıl sonra şu anda elde bulunan bilgi veya algılama tarzımızın geçersizliğinin ortaya çıkmayacağının hiçbir teminatı yoktur ve bu durum “ilerleme” inancının bir paradoksudur. İlerleme inancı kısmi ve izafi algılama biçimlerine dayanmak mecburiyetinde kaldığı için “muvakkat hakikatlerle” günü kurtarmaktan ve idare-i maslahattan başka çaresi yoktur. Hayatın anlamını, tabiatı, zamanı ve eşyanın özünü idrak noktasında insanlığın ilerlemeden ziyade sinüzoidal (dalgalı) bir hareket içinde olduğu söylenebilir. Yani, vahye muntazır ve tabi olunduğunda çıkış ve tekamül, aksi durumlarda ise iniş ve tefessüh söz konusudur.

 

 Grekler, aklın verilerinin her zaman fiziksel dünyanın gerçekleri ile uyum içinde olduğunu ve akıl neyi öngörüyorsa dış dünyanın öyle olduğunu düşünmekteydiler. Bu sebeple, geometri gibi soyut bir alanda başarılı olmalarına rağmen fizikte hiçbir ilerleme kaydedemediler ve Newton’un hareket prensiplerine benzer kanunları tespit edemediler. Çünkü, mutlak akılcılığı savunan Grekler dış dünyayı anlamaya yönelik deneyler yapmaya teşebbüs etmediler; mesela, Galileo gibi Piza kulesinden bir cismi bırakarak ölçüm yapma kaygısı duymadığı için Aristo cisimlerin yere çarpma hızının ağırlıkları ile orantılı olduğunu ileri sürmekteydi. Tabii ki bu durum Greklerin böyle deneme yapmayı düşünemiyor olmalarından değil, dış dünyanın hakikatinin aklın öngörülerinden başka bir türlü olamayacağı kanaatinden (mutlak akılcılık) kaynaklanıyordu. Bir başka deyişle, onlar için bir üçgenin iç açılarının toplamının 180 derece olduğunu geometrik olarak kesin bir şekilde ispatlanması işleminin ardından bir üçgen çizip her bir açısını dikkatle ölçüp sonra da bunları toplamaya hiçte gerek yoktu. Benzer şekilde Einstein gibi ünlü bir fizikçinin de deneyciliği hor görmesi ve kendisini meşhur eden relativite teorisinin deneysel olarak ispatlandığı haberini heyecanla kendisine müjdeleyenlere karşı “ne olmasını bekliyordunuz ki ?” diye sakince cevap vermesi bu anlayışın bir başka ilginç örneğidir.(10)

 

 Bilgi edinme metodunun aklın bizzat kendisinden akıldan deney ve gözleme kaydırılması 17. yüzyıldan itibaren klasik mekaniğin ve dolayısıyla bilimin büyüleyici başarılara imza atmasına yol açmıştı. Ancak bu durum aklı, hakikatin elde edilmesi hususunda nerede ise görmezlikten gelme noktasına getirmişti. Yirminci yüzyıl ise, beraberinde bazı sürprizleri taşıyordu ve deneyin en temel noktası olan “ölçme” meselesini sıkıntılı hale getiriyordu. Klasik fiziğin tabiatı daima “doğrusal” olarak varsaymasına karşılık hiçte öyle olmadığını gösteren kaotik olaylar ve belirsizlik ilkesi, deneyciliğe bir üst sınır getirmekte ve böylece ampirik yollardan tatminkar bir açıklama yapılabilme imkanını ortadan kaldırmaktaydı. Tekrar başa dönülmek zorunda kalınmıştı, çünkü bu garip durum olgusal olarak değil, ancak matematiğin soyut lisanı ile ifade edilebilirdi; soyut işlemler için ise aklın faal kullanımı gerekliydi.

 

 Hiçbir nesne veya olay tek başına kavranamaz dolayısıyla, herhangi bir eşya veya olayı kavramak için daha evvel sahip olduğuna kavram ve gözlemlerimizi kullanmak zorunda kalırız. Mesela, bisikleti tanımak ve tanımlayabilmek için zincir, lastik, daire, denge gibi bir takım kavramları kullanmak mecburidir. Dikkat edilirse aslında açıklayıcı olarak kullanılan her bir kavramı nitelemek için de ayrıca başka mefhumlara ihtiyaç olduğu görülebilir. Bu durumda, zihni boş bir levha (tabula rasa) olarak kabul edenlerin insan zihninin “ilk” izlenimini, yani eşya ile ilk tanışmasını, hiçbir kavram veya önsel (a priori) bilgiye sahip olmadan açıklamaları mümkün görünmüyor. Bize göre ise, önsel bilginin kaynağı bellidir:

 

 “........ Allah: Ben sizin bilmediğinizi bilirim, dedi ve Adem’e bütün isimleri öğretti.....” (Bakara 30-31).

 

 Bu karışık hali manzara resmi çizmek isteyen bir ressam misali ile açabiliriz: manzara resmini çizecek olan ressam, tablosuna kendisini de (kendi resmini çizmekte olduğu görüntüyü) dahil etmek istemektedir. Dikkat edilirse böyle bir resim yapmanın imkanı yoktur, çünkü tablonun en son halini oluşturmakta olduğu görüntü, resmin içinde bulunamaz. Çizilebilecek hiçbir resim, ressamın son durumunu ihtiva edemez, böyle bir çaba sonsuz sayıda resim çizilmesini gerektirir. Yani, bilgi çerçevemiz tüm durumu/gerçekliğin tamamını resmedebilecek özelliğe sahip değildir ve daima çerçevenin dışında kalan bir şeyler mevcut olacaktır. Dolayısıyla kendini referans alan bu tür durumlar, hiçbir zaman kendilerini sonsuz bir “geriye tekrarlama” döngüsüne düşmekten kurtaramazlar. Bu şekilde kapalı bir sistemin varlığı insan bilgisinin üzerine gölge düşürmekte ve elde doğru yolu gösteren bir rehber olmadıkça içinde bulunulan labirentten çıkmak mümkün görünmemektedir:

 

“Hak olduğunda şüphe olmayan bu kitap, muttekiler için hidayettir (doğru yolu göstericidir)” (bakara 2).

 

 Bir başka açıdan bakılırsa, bilimsel faaliyeti insan zihninin/aklının fiziksel süreçlerine (sinir hücreleri ve bunlar arasındaki elektriksel iletişimler gibi) indirgeyen bir yaklaşımın tekrar akıl vasıtasıyla açıklanması imkansızdır. Çünkü bu anlayış doğruluğu kendinden menkul bir totolojik iddia olmaktan öteye geçemez. Daha açık olarak ifade edilirse,

 

a)   Bilim fiziksel bir süreçtir ve insan bu süreci zihin/akıl yolu ile kavrar.

 

b)   Zihinsel ve akli değerlendirme süreci esas itibarı ile tamamen fiziksel bir olaydır.

 

şeklinde verilen bu iki önerme birbirine bağlı olup hiçbir bilgi ve açıklama içermez, ancak kendi içinde bir kısır döngüye yol açar. “A’ nın açıklaması B dir” tanımlaması yapıladıktan sonra “B’ nin açıklaması da A dır” türünden ifadeler ne akla ne de bilime mesnet olabilecek hiçbir başlangıç noktası tesis edemez.

 

 İnsanın akli bir çıkarım yapabilmesi için mutlaka düşüncelerine ve iddialarına mesnet teşkil edebileceği bir başlangıç noktası bulunmalıdır. Aksi taktirde, başka düşünce şekillerine yönelteceği eleştiriler saldırı mahiyeti taşımaktan öteye geçemez. Mesnetsiz bir kurgulama tarzı, kendisini sonsuza kadar geriye çekecek bir kısır döngüden kurtaramaz. Yani, yaptığı her bir açıklama, bir başka açıklamayı gerekli kılar; bu durum ise iki farklı şekilde sonuçlanabilir: Birincisi, arkası kesilmeyen ve ucu açık bir nedensellik veya izah zinciri. İkincisi, yapılan açıklamaların bir süre sonra başa dönerek kapalı bir “sebepler” halkası oluşturması.

 

 Neticede, her iki durumda da iddialara mesnet olabilecek bir başlangıç noktası belirlenemediğinden hiçbir şey izah edilmiş olunmayacaktır. Mesela, A şehrinden hareket ederek B, C, .....Z şehirlerine gidecek bir tren düşünelim: T şehrinde bekleyen ve trenin geç kalmasından şikayetçi olan yolculara gecikmeye sebep olarak “P şehrindeki gecikme” bahanesi ileri sürülse, bu açıklama hiçte tatmin edici olmayacaktır. Çünkü, gecikmenin gerçek sebebi söylenmemiş sadece söz konusu problem bir önceki şehre kaydırılmıştır. P şehrindeki yolculara da gecikmenin sebebinin M şehrindeki gecikme olduğu söylenirse .... Bu şekilde geriye doğru öteleme yapılmak suretiyle aslında olayın gerçek sebebine dair hiçbir açıklama getirilmiş olunmamaktadır. Kısaca ifade etmek gerekirse, bilim kendisini temellendiren bir takım varsayımlara kendi imkanları içinde bir açıklama getiremez (Gödel kanıtlaması). Wittgenstein’da “başlangıç noktası” probleminin farkındadır ve bu sıkıntıyı dile getirmiştir.(11)

 

 İndirgemeci ve analizci bilim metodu, eşyayı en küçük parçalara ayırmak suretiyle “gerçeğe” ulaşabilmeyi ümit eder. “Ancak, bir bütünün kendi parçalarının toplamından daha fazla bir şey olması “durumunda indirgemeci metot ciddi bir problemle karşı karşıya gelir. Mesela, düşünme/akletme faaliyeti sinirler arası bir etkileşim şeklinde fiziksel bir olaya indirgenemez (cognitive scientists); çünkü, ortada bir “akleden” vardır. Tersinden söylersek, bir takım sinir hücrelerini bir araya getirerek ne yaptığının şuurunda olan akıllı veya akleden bir varlık elde edemezsiniz. Açıklama bakımından şöyle bir misal üzerinde de düşünebiliriz: Bir bilgisayar netice itibarı ile elektronik parçalara indirgenebilir ve bu parçaların toplamı yine size bir bilgisayar verebilir. Fakat, tüm canlıların temel yapı taşlarının atomlar olduğunu çok iyi bilmemize rağmen, en basit yapıya sahip bir canlının bile atomların bir şekilde yan yana getirilmesi yoluyla üretilmesi mümkün değildir. Çünkü “hayat”, bir takım molekül gruplarının toplamından çok daha fazla bir şeydir. Kısacası, bilimin kendisine konu edindiği olaylar salt fiziğe indirgenerek açıklanabilecek kadar basit değildir ve parçaların toplamı sembolik olarak ifade edilen formüllerden daha fazla mesaj ihtiva eder.

 

 İnsanın varlığının sebebi, hayatın anlam ve hedefi, ölümden sonra neler olacağı gibi soruların deney ve gözlem yolu ile cevaplandırılması mümkün değildir çünkü, duyular kendi sınırlarını aşan metafizik problemlerle ilgili olarak akla bilgi sağlayamaz, ki tam bu noktada vahiy devreye girmektedir. Deney, gözlem ve duyusal verilerin fiziksel dünyada akla malzeme sağlamasına benzer şekilde metafizik alemle ilgili malzemeyi de akla vahiy temin eder. İslam alimlerinin mühim bir kısmı vahyin doğruluğunu Allah’ın varlığına, Allah’ın varlığını da vahye dayandırmak suretiyle yapılacak bir çıkarımın kısır döngüye dönüştüğünü tespit ettikleri için akla, Allah’ın varlığını idrak hususunda birinci derecede önem vermişlerdir.

 

 İnsanların bir kısmı heva ve nefislerine tabi olup hakikate gözlerini kapayarak “eşyanın tabiatını” Allah’ı devreye sokmaksızın açıklayabilmek maksadıyla akıllarını suistimal ederler. Allah’ı inkar edebilmek için bilimsel olarak gerçekleşmesinin mümkün olamayacağı çok açık görülen ihtimallere sarılmak gibi imkansız bir yola ve sarp bir yokuşa vururlar kendilerini (evrenin kendi kendine varolduğunu iddia etmek ya da canlıların türemesini tesadüflerle açıklamaya çalışmak gibi). Halbuki akıl insanlara “mümkün” ile “muhal” olanı tefrik edebilmek için verilmiş bir nimettir.

 

 

Kur’an’da Akletme Fiili

 

 

“Akıl” kelimesinin esas manası “bağ kurmak” tır. Dolayısıyla Kur’an’ın tarifine göre tabiatta cereyan eden hadiselerle kendisi ve bir yaratıcı arasında bağ kuramayan kişi için akıllı tabirini kullanamayız. Kur’an’da akıl kelimesi isim olarak değil, bu kelimeden türetilmiş fiil kalıpları halinde ve benzer manaya gelen tefekkür, tezekkür, tedebbür, tefekkuh ve nazar gibi köklerden üretilen fiillerle birlikte kullanılmıştır.

 

 Kur’an’da verilmek istenen manası itibarı ile akıl, doğru düşünme, eşyanın özünü ve ilahi hakikatleri idrak etme fiili olarak takdim edilir. Bir çok ayette yerlerin ve göklerin yaratılışı üzerinde düşünenler övülür, Allah’ın insanlara akletmeleri için ayetler gönderdiği, buna karşı göz ve kulak gibi bazı duyuları köreltilen insanların akıl yürütemedikleri, akletmeyenlerin üzerine pislik yağdırılacağı, akıllarını kullanmayanların yollarını şaşırıp dalalete düştükleri haber verilir. Benzer şekilde bilginin oluşumunda aklı önemli bir araç kabul eden Kur’an, insanı Allah’a imana çağırırken onun aklına hitap eder ve varlıklar üzerinde düşünmeye davet eder, göklerin ve yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzüne her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için bir çok deliller bulunduğunu bildirir.

 

 Aklın doğru düşünebilmesi için kişinin nefs ve heva gibi arzularının esiri olmaktan kurtulması, içinde bulunduğu çağın zihinsel ve maddi şartlandırma ve dayatmalarından kendini muhafaza etmesi gerekir.

 

 Kur’an, körü körüne taklidi, nefsin arzularına (heva) uymayı, kibirlenmeyi, inatçılığı, zanda bulunmayı akletmenin önündeki engeller olarak belirtir. Heva ve heveslerine uyanları, nefislerini ilah edinenleri kınar, böyle yapanların hakikatten uzaklaşacağını bildirir. İnsana göz, kulak ve kalbin verildiğini ve insanın bunlarla bildiklerinden mesul olduğunu haber verir, duyularını sadece maddi aleme yöneltip doğru idrake ve isabetli düşünceye ulaşamayanları kör, sağır, dilsiz ve kalpleri mühürlü olarak niteler, bunlardan faydalanmayanların hayvan, hatta ondan daha aşağı olduklarını ifade eder. “Akılları olamayan sağırlara işittirebilir misin ?” diye sorar, gözlerin değil kalplerin körleşeceğini dile getirir ve bazılarının baktıkları halde göremediklerini belirtir, Allah’ın en büyük nimeti olan aklı kullanmayarak atalarından duyduklarına ve gördüklerine akılsızca inananları tenkit eder. Kur’an’ın “akletmeyenler üzerine pislik yağdırılacağı” şeklindeki ifadeyi aynı zamanda iman etmeyenler için de kullanarak her iki fiilinde aynı neticeyi doğuracağını belirtmesi önemli bir ikazdır.

 

 İslamiyet’in “akıl dini” olduğu iddiası ise, sathi bir düşüncedir çünkü, burada hangi akıldan bahsedildiği belli değildir. Sözü edilen akıl, vahyin tasarruf ve kontrolü altında olmalıdır. Kur’an’ın akla çok fazla vurgu yapmakla beraber, herhangi bir ihtilaf durumunda öncelikle Allah’ın kitabına başvurulmasını (şura 42/10), bir konuda Allah ve resulü hüküm verince ona uyulması gerektiğini ve böyle bir durumda herhangi bir tercih hakkının bulunmadığını belirtmesi akıl-vahiy dengesinin gözetilmesi hususunda önemli bir noktadır. (Ahzap 33/36). “akıl dini” olmaktan kastedilen şey mutlak akılcılık olsaydı, Kur’an da geçen Hz. Musa – Hızır hadisesini veya Yahudilere verilen cumartesi günü balık tutma yasağını nasıl izah edebiliriz? Bununla beraber Allah kainatta bütün işleri hikmetle yürütmesi sebebiyle (gai sebep) Allah ve resulünün gerçeğe ve akla aykırı bir hüküm vermesi düşünülemez çünkü, hikmeti gereği Allah insandan doğru ve makul olanı ister, fıtrata aykırı şeyler teklif edilmez.

 

 Kainat bir bütündür ve herşey, herşey ile münasebet ipleri vasıtasıyla bağlantılıdır. Aslında kainattaki bu bütünlük ve uyum, varlıkların birbiri ile ve Allah ile eser-müessir ilişkisi içinde olduğunu gösterir ve Kur’an, bu ahengi anlayamayan kişilerin toplumsal bütünlüğü bozmalarının sebebini onların akletmemesine bağlar (Haşr 59/14).

 

 

Aklın Sınırları

 

 

Aklın tüm değerlerden ve bilginin her türünden azade olup kendi başına gerçeği tespit edebilecek ve tanımlayabilecek bir cevher olması mümkün değildir. Nietzsche ve daha sonra da Wittgestein aklın bağımsız gücünden kuşku duymuşlardı. Benzer şekilde Heidegger’in etkisi ile Gadamer, bizim belirli bir tarihsel gerçekliğin yaratımı olduğumuzu vurgular ve belirli bir geleneğin ürünü olduğumuzu ve dolayısıyla mutlak akıl düşüncesinin tarihsel insanlık için imkansız olduğunu belirtir. Yani akıl kendinin efendisi değildir, ancak içinde bulunduğu şartlara değişmez bir şekilde bağlıdır.(12). Dolayısıyla insan aklı belirli bir kaynaktan yanılmaz bir takım bilgilerle beslenmediği müddetçe hakikati bulamayacaktır.

 

 Akletme, anlama ve algılama işlemlerinin içinde bulunulan tarihi sürecin bilgi birikimi, dönemin hakim dünya/felsefi görüşü ve sosyal şartları ile sınırlı kalması başka zamanlarda yaşamış değişik kültürlerin akletme şekilleri hakkında yorum yapmamızı ve anlamamızı zorlaştırıcı bir faktördür. Hem sosyal bilimler hem de tabiat bilimleri tarihi bu tür örneklerle doludur. Mesela, kendi döneminin tartışmasız en büyük fizikçisi olan Newton’ın ışığın yapısını ısrarla tanecik modeline uygun bir şekilde açıklamaya çalışması ve Hyugens tarafından ileri sürülen bazı görüşlere karşı koyması dalga teorilerinin kabul edilebilmesini uzun bir süre geciktirmiştir. Bir başka misal ise, M.Ö 310-230 yılları arasında yaşamış olan Aristarkhos, “ay ve güneşin uzaklıkları ve büyüklükleri” isimli kitabında güneşin çapının dünyanın çapından daha büyük olduğunu ve dünyanın onun çevresinde döndüğünü öne sürmüş olmasına rağmen, bu görüşlerin Aristoteles’in “yer merkezli evren” düşüncesine ters düştüğü için rağbet bulamamıştı. Aslında Aristoteles’in evrenin yapısı, tıp ve kimya alanındaki görüşlerinin hakimiyetinin 15. yüzyıla kadar devam etmesi tabiat bilimlerinin gelişmesinin önünde büyük bir engel teşkil etmiştir.(13) Dolayısıyla, insan aklının içinde bulunduğu toplumun cari bilgi ve hakim/meşru değerleri ile malül olması, bir takım yanlışların düzeltilmesini ya da yeni bakış açılarının geliştirilmesini zorlaştırdığı açık bir vakıadır.

 

 Akıl, doğru ya da yanlış istikamette kullanılabilecek bir araçtır. Aynen bir bıçağın cerrah elinde şifaya, katil elinde ise cinayet aletine dönüşmesi gibi akıl da doğru bilgi ile beslenirse hakikate müteveccih olur. Nefsin arzularına hizmet etmek için çeşitli hile ve oyunlara başvurursa kişiyi tefessühe, manen iflasa ve kalben hiçbir şekilde mutmain olamamanın verdiği bir bunalıma sürükler. Bıçağın sapını yontamaması veya mumun dibini aydınlatamaması gibi akıl da vahyin yol göstermesine tabi olmadıkça girdiği labirentten çıkamaz.

 

 Tabiat olaylarını, vahyi ve eşyayı tanıma ve anlama hususunda elimizde başlangıç noktası itibarıyla akıldan başka bir cihaz yoktur. Dolayısıyla akıl, düşünme ve idrak süreçlerinin hiçbirinde terk edilemez, önemli olan bu süreçlerde doğru neticelere ulaşabilmek için aklın önüne uygun verilerin konması ve kişinin hakikate taraftar olmak maksadıyla aklını kullanmasıdır. Çünkü akıl, gerçekleri saptırmak ve gizlemek amacı ile de kullanılabilecek, suistimal edilmeye açık bir cihazdır.

 

 Bugün, dahi olarak kabul edebileceğimiz, kendi zamanının ve bulunduğu mekanın bilgilerini arkasında bırakabilmeyi başarmış nadir insanların bile inanılması güç bazı iddia veya açıklama denemelerinde bulunmaları gerçekten aklın doğru ve kapsamlı bilgilerle beslenmemesi halinde yanılmaya mahkum olduğunun bir göstergesidir. Bilim tarihinde bu tür misallere çok sık bir şekilde rastlamak mümkündür, ancak burada sadece Lord Kelvin’e ait “havadan daha ağır makinaların uçması olanaksızdır” şeklindeki iddiayı vermeyi yeterli buluyoruz. (14)

 

 Kendini ve aklını evrenin merkezine koyan insan için hayatın manasının hedonizmden, bencillikten ve faydacılıktan başka bir şey olması tabii ki beklenemezdi. Kendi aklını evrim sürecinin en üst ve son halkası olarak gören bir zihniyet açısından insanlığın evrendeki konumu ancak “yüksek bir hayvan” şeklinde tanımlanabilirdi. Semavi dinlerde insanın gayesi insanı kamil olmak iken, Pascal “insan mutlu olmayı arzular ve mutlu olmak için var olur” diyerek bir derece de olsa yol göstermişti, fakat Kant “ insan hiçbir zaman gerçekte ne istediğini kesinlikle ve tutarlı olarak söyleyemez ve kendisini neyin mutlu edeceğini belirleyemez, zira bunu yapabilmek için her şeyi bilen (omniscient) olması gerekir“ diyerek karanlık ve umutsuz bir tablo çizmekteydi. (15)

 

 Modern insanın aklı, kendinden aldığı yetkiye istinaden yine kendini hakikatin merkezine yerleştirir ve başka otorite tanımadığı için çabasını vahyi anlamaya değil onu tenkide ve nekre (olumsuzlamaya) harcar. Bu sebeple, aklını doğru kullanmaya niyet etmeyenler kutsal metinleri incelediklerinde çoğunlukla anlaşılmaz ve tutarsız bir durumla karşılaştıklarını görürler. Gerçekte ise, çelişki ve tutarsızlık kişinin zihnindeki ve algılamasındaki bozukluktan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, vahyin yol göstericiliğini kavrayamamaktan ortaya çıkan çelişki aslında göz bozukluğu sebebiyle eşya ile doğru bir ilişki kuramayan bir kişinin dış dünyayı kabahatli bulması gibi bir şeydir.

 

 Kendini merkeze koyan ve her şeyi kendi etrafında çevirmeye çalışan modern insan aklının mutlak bir merciyi yol gösterici olarak kabul etmemesi onu ciddi bir sıkıntı ile yüz yüze getirir: görme fonksiyonunu icra eden gözün “kendisi dışında” her şeyi doğrudan görebilmesi gibi, aklın başkalarının düşüncelerini bir şekilde değerlendirmesi mümkün iken, kendi ön kabullerini ve varsayımlarını tarafsız ve objektif olarak tenkit etmesi imkansızdır çünkü, akıl bu işlemi yaparken yine kendini referans alacaktır. Bu durumda hakikate ulaşmada kılavuz edinilen ve her türlü incelemeyi kendisi vasıtası ile yaptığımız akıl kontrolsüz ve kendi başına buyruk kalmaktadır.

 

 Akla aykırılık ile tabiat kurallarına aykırılık farklı şeylerdir; mucizeler tabiat kurallarına aykırıdır, zaten bu sebeple mucize ismini alır ve ilzam edicidir, ama bu durum akla aykırı değildir. Çünkü, doğru bilgilerle teçhiz edilen akıl Allah’ı kolaylıkla bulup kabul eder ve Allah için her şeyin mümkün olduğunu makul ve mantıklı karşılar. Mucize ne irrasyonellik hali ile ne de modern anlamdaki rasyonellikle açıklanamaz.

 

 Akıl hakikatin özünü tek başına belirleyebilecek bir cevher olsaydı, resullere ve vahye ihtiyaç olmazdı. Halbuki vahiy, akla geniş bir hareket alanı tanımakla beraber onun elinin uzanamadığı yerlerden bilgi aktarır ve hataları tashih etmek üzere elçiler gönderilir. Gödel kanıtlamasına benzer şekilde, aklın sadece kendi a priorilerine dayanarak kendini aşması ve bilinçli olarak girdiği kafesten kurtulması mümkün değildir. Bilimi, tarihi, sosyal olayları ve hatta dini metinleri anlama noktasında bile post-modernizmin getirdiği “anything goes” anlayışı bizi gerçeği aramaktan ziyade “nasıl görmek istersen öyle olsun!” cinsinden bir değerlendirmeye sevk etmektedir. Diğer yandan Kuhn’dan mülhem olarak ileri sürülen paradigmalar, kuramlar ve kavramsal çerçeveler arasında incommensurable (eş-ölçülemezlik ya da birbirleri ile üstünlük açısından mukayese edilememe) ilişkisinin mevcudiyeti, tüm varlık telakkilerini yan yana koymakta, böylece gerçek ve sahte altınlar aynı kaba dökülmektedir. Bu şekilde zihinler bulandırılarak hakikati yakalamamızı sağlayacak güvenilir bir akli yol ve bunu ifade edebilecek bir dil olamayacağı mesajı verilmektedir.

 

 Aydınlanma döneminin pozitivist aklı, eşyanın başka türlü algılanma şekillerine müsaade etmeyen, katı ve alternatif kabul etmeyen bir yapıya sahipti. Aklın bu nesnellik ve objektiflik iddiasından yola çıkarak neticede çoğulculuk ve izafiliğe uzanan serüveni, aslında aklın hakikati belirleme iddiasının kabulünde fazla acele edilmemesi gerektiğini göstermektedir. Aklın sözü edilen serüveni kendi içindeki dönüşümüne paralel olarak bilginin kaynağı, zaman, eşya ve varlığın özü hakkındaki telakkilerde de hızlı bir değişim meydana getirmektedir. Sabit ve değişmez hakikatlerin varlığının farkında olanların nazarında, vahye boyun eğmeyen aklın sürekli zikzaklar çizerek kendine tabi olanları perişan ettiği açıktır.

 

 19. yüzyılın pozitivist ve maddeci anlayışının teknolojik ve bilhassa askeri tahakkümünden yılmış olan müslümanlar, içinde bulundukları sıkıntılı durumdan itikatlarını kaybetmeden ve teslim olmadan çıkabilmek için bir dizi girişimde bulunmakla beraber geniş çaplı bir başarı elde edemediler. Müslümanlar birden bire kendi önlerinde buldukları bu verili dünyaya karşı orijinal bir bilgi, zaman, varlık, tarih, hürriyet ... telakkisi geliştiremediler. Çözümsüzlüğün verdiği sıkıntı ve baskı hali devam etmekte iken müslümanlar önlerinde post-modernizm gibi daha özgür ve ferahlık veren (!) bir seçenek buldular.

 

 Post-modernizmden destek alan farklı bir okuma ve anlama tarzı (hermenotik) artık bizlere kutsal metinlerde “ne arasak onu bulma” kolaylığını sağladığı için çok cazip gelmeğe başlamıştı. Bu sayede hürriyet, insan hakları, cihat, İslam hukuku gibi zorluk çıkaran meseleleri “uygun” bir şekilde bağlayabilecek bir yorumlama keyfiyetine sahip olmuştuk. İslamiyet’in 14 yüzyıllık birikimi ve geleneğin tecrübesi bir yana bırakılıp son iki asrın şaibeli ve sabıkalı verilerine güvenerek ve “başkalarının aklına uyarak” yeni bir yanlışa adım atılıyordu. Aslında gözden kaçan ve kaybedilen şey, doğru düşünmenin ve akletmenin bir usulü olması gerektiğiydi. Bilginin hızla çoğaldığı ve enformasyonun silah olarak kullanıldığı bir dönemde belirli bir usule göre hareket ederek seçici davranmak kaçınılmaz olmalıydı. Doğrusu, müslümanlar fıkıh usulü, tefsir usulü ve hadis usulü gibi sistematik bir düşünme yöntemine sahiptiler ve bunu mecelleye koyacak kadar önemsemişlerdi: “Usül, esasa mukaddemdir”. Fakat, usulsüzlüğün keyfiliği cazip gelmekteydi; demokrasi ile İslam hukukunu bağdaştırmak ya da relativite teorisini Kur’an da bulabilmek artık hiçte zor değildi ve böylelikle “başkalarından” aşağı kalır bir yanımız olmadığını da göstermiş oluyorduk. Gerçekte ise, sahte çözümlere sığınarak modernizmin baskılarından kaçarken post-modernizmin sorunlarını yüklendiğimizin farkında değildik.

 

 Hepimiz içinde bulunduğumuz dünyanın hakim değerleri, medyası, eğitim ve sair kurumları tarafından kuşatılmış ve sahibi olamadığımız teknolojinin mesajlarına muhatap olduğumuz için kirlenmiş aklımızın imkanları ile düşünmek zorunda kalıyoruz. Böylece, tebliğe muhtaç olan bu dünyaya Kuran ve sünneti taşıyalım derken aslında modern hayatın sorunlarını kendi dünyamıza aktarmış oluyoruz. Bu içselleştirme ve sahiplenme hatası bizi kendimize ait olmayan problemlere İslami çözümler bulma mesuliyeti ile karşı karşıya bırakıyor. İçselleştirmenin kolaylıkla gerçekleşmesinin sebebi içinde bulunduğumuz dünyayı, kaynağını İslamiyet’ten alan orijinal değerlerle yeniden inşa etme gücünü kendimizde bulamamamız olsa gerek çünkü, “inanıyorsanız üstünsünüz” ayetinin lazımı olan ruh halinin çok uzağında olduğumuz anlaşılıyor. Müslümanlar kendilerine “verili” olanın muhtevasına ve keyfiyetine itiraz etmek yerine daha kolay olan şekil ve kemiyetle uğraşmayı tercih ediyorlar.

 

 Netice olarak söylenmesi gereken şey, kesretin ve sebeplerin karmaşası içinde tevhidi kaybedenlere ve aklı karışanlara hakiki kılavuzluğu ancak vahyin yapabileceğidir. Basiretli adam çok geç olmadan (hayatta iken) akledebilen kişidir ve akıllı adam “dünyanın, ahiretin mezrası” olduğunu idrak edebilendir.

 

 

Kaynaklar:

 

(1) Gazzali, İhya-u Ulumid-din, cilt 1 sh120

 

(2) N. Karasar, Bilimsel araştırma yöntemi, sh 2

 

(3) Demir ve Acar, Sosyal bilimler sözlüğü, sh 20

 

(4) Lakatos, Falsification and the methodologyof scientific research programmes, sh 104 ,Ö. Demir’den naklen.

 

(5) Prof. Dr. S. Hayri Bolay, Felsefi doktrinler sözlüğü, sh 236-238

 

(6) R. Trigg, Akıl ve bilim, sh128

 

(7) N. Taylan, Mantık tarihi, sh 141, İst. 1996

 

(8) B. Russell, the principles of mathematics, 1943

 

(9) Ç. İlyas, Akılcılık ve Kadı Abdülcebbar, sh 223

 

(10) R. Feynman, Altı kolay parça, sh 10

 

(11) Wittgenstein, Tractatus 1969, sh 142 ,R. Trigg, Akıl ve bilim, sh 41 den naklen.

 

(12) R. Trigg, Akıl ve bilim, sh 62

 

(13) Doç. Dr. Osman Gürel, Doğa bilimleri tarihi, sh 77

 

(14) Barrow D. John, Impossibility the limit of science and the science of limits, sh 307

 

(15) Schumacher, aklı karışıklar için kılavuzsh 26, İz yay. 1990

 

 

 

 
  Ne Okuyalım?  
Sömürgeci etkiler
Bütün yerel kültürler, yapılar, sistemler, sömürgeci mantığın, söylemin, dilin etkisi altında bulunu

Tümü

  Tarihten Yansımalar  
 

İkinci Meşrutiyet Devri

Tümü

  Fotoğraf Galerisi  
 
 
 
 
 
 
 
  Takvim  
  Röportaj  

 

SEÇKİNCİ DİN KARŞITLIĞI ÜZERİNE DOÇ. DR. MUSTAFA AYDINLA SÖYLEŞİ
Son dönemde AKP’nin kapatılma davası ile ortaya çıkan süreçte, Türkiye’de devlet yapısı da tekrar so...

Tümü

  Araştırdık Dosyaladık  
(RAND RAPORU)
 

Tümü

 
  Yararlı Linkler  
  Pınar Yayınları
  Araştırma ve Kültür Vakfı
 

Tümü

 
 
 

[2008]  [2007]  [2006]  [2005]  [2004]  [2003]