Yanılsamalarımız veya Sihrin Yapısı

gunbatimi2

Sebepler, sebep değildir; yani hiçbir şey hiçbir şeye sebep olamaz; yani herşeyin sebebi Allahu Teâlâ’dır; yani herşeyin sebebi Allahu Teâlâ’nın inşa ve yaratmasıdır ve yaratma ve inşasına hiçbir şey sebep değildir.

Rabbimiz ne madde ve enerjinin bütününe ve ne de parçaları olan atom, foton, quantlara; meselâ ne “ağaç, Güneş”e ve ne de bunların “yapıtaşları”na, yani yüzeysel bakan insan aklına göre “sebep” olarak isimlendirilip, bazı sıfatlar yüklenen bütün bu şeylere “ilim” (akıl, şuur ve bilgi) ve “irade” (hayat, seçim ve tercih kabiliyeti) vermediği gibi, “kudret” ve “etki – te’sir” de vermemiştir.

Yani varlıklarda bu özellikler olmadığı gibi, bu özelliklerin sonucu olan “te’sir, etki kuvveti” de yoktur. Örneğin ateşin “yakıcılık” kuvvet ve özelliği olmadığı için; “yakma” kuvvet ve etkisi de yoktur. Veya ilaçların kendi tabiatlarında “şifa verme, tedavi etme, sağlığa kavuşturma” gibi hâsiyet, kudret ve özellikler olmadığı için; o ilaçları kullananları “iyileştirip, tedavi etme” gibi bir etki ve te’sir kabiliyetleri de yoktur!

Demek “mevcudat” her noktasıyla Rabbimizin elinde bir kukla gibi olup; Rabbimizin kudret ve yönlendirmesiyle “hareket”leniyor. Yoksa canlı – cansız, maddî – manevî hiçbir varlık bizatihî (kendinden) “kuvvet – kudret,enerji” ve “etki – tepki – te’sir”, dolayısıyle hiçbir “sıfat – vasıf – özellik” sahibi değildir.

Mes’elâ atomdaki “enerji – kuvvet(ler)” (ve bu kuvvetlerin etkisiyle meydana gelen etki ve sonuçlar) atomun kendisinden kaynaklanmıyor, yani atom bu enerjisini kendi üretmiyor veya başka bir mahlûktan almıyor. Maddeler arasında geçen bütün bu etki – tepki / ilişki / bağlantı ve sonuçlar, atomun bizatihî kendinde varolan ve kaynaklanan bir özellik ” hâsiyet, vasıf, tabiat veya mizacından kaynaklanmayıp; Rabbimizin Kudret Eli’nin tuttuğu Kader Kaleminin, her ân değişen yeni bir sayfa olan “zaman ve mekân”a değmesinin bıraktığı mürekkebinin noktaları ve bu kalemin hareketinden doğan “maddenin hareket etmesi” ve “te’sirler”dir.

Varlıklar arası bütün bu etkileşimler; İlm-i İlâhî’deki Kader Kanunu’nca yazılıp, İrade-i İlâhî tarafından uygulanan bazı programların (ki bazıları buna “fizik – kimya, tabiat kanunu” diyor), bu İlâhî Emir (komut) Kanununca gene Rabbimizin kudretiyle varlığı var edip, hareket ettirmesi sonucunda Kaza olmasıdır, gerçekleşmesidir…

Örneğin gözlemlenen kütlelerarası etkiden dolayı, varlığı farkedilip, (bilinen) “kütleçekimi kuvveti”nin, sebebinin kütle veya maddeden (maddede varolan bir özellikten) kaynaklandığı) “inancı” gibi; maddenin tabiatında bazı özelliklere sahip olduğu, bu sayede madde – enerji ve hareket(in)in bazı etki ve sonuçlara “sebep” olabileceği ve olduğu inancı hâkim çoğumuzda…

Halbuki madde ve varlıklar arasında gözlemlediğimiz tek şey, “aralarında varolan etkileşim ve sonuçları”dır. O hâlde gözlem sonucumuzun dışına çıkıp, gözlemimize yanlış bir yorum ve inanç olarak eklemlediğimiz : “Madde’nin özellik, etki ve sonuçları kendisinden kaynaklanmakta olup, “Tanrı, melekler” gibi doğaüstü herhangi bir sebep aramak gereksizdir ve ayrıca bilimsel olarak (bilimce) yanlıştır. Kâinat içindeki herşey gene kâinat içerisinde bulunan başka bir madde veya sebebe indirgenerek açıklanabilir. Öyle eskidenmiş insanlar sebebini bil(e)medikleri doğa olaylarını Tanrılara bağlamalar, şimdi ‘bilim’le insanlar aydınlandı, herşeyin sebebi bulunabiliyor, sosyolojik ve psikolojik sebeplerle üretilen Tanrılara gerek kalmadı!…” inanç(lar)ı “bilim”in savunduğu ve meşruiyet ve geçerliliğini üzerine temellendirdiği en sabit inancıdır!…

Kâinat kitabını “yazarı, ustası yokmuş gibi gözlemlemek” ve gözlem sonuçlarını yazarı yokmuş gibi yorumlayıp, bilimsel makale ve ifadelerinde öyle ifadeler seçme tarafında olan “bilim” (yani “bilim”e hâkim olan, “bilim”in karakteri olup, bilimadamına dayattığı ateist ve materyalist, natüralist ve determinist bilim felsefesi ve bilimsel metod); “Doğaüstü olan şeyler ‘bilim’in inceleme konusu dışındadır” derken, işine geldiği zaman Tanrı ve dinler hakkında konuşup, (güya) bilimsel tespitler yapmaktan ve dışladığı bu konuları inceleme – yorum konusu kapsamına hemen alabilmektedir! Rabbimizin varlığını hiç değilse teorikte, ilkesel olarak “var olabilir” demeyip; tam tersi “Tanrı olmayabilir”i ilkesel olarak kabul edip ve bu doğruymuş ve “yokmuş” gibi, bu önvarsayımla kâinatı inceleme ve yorumlamayı kendine temel amaç edinmiştir.

“Bilim”, bu önvarsayım ve inancının şekillendirdiği niyet ve tutumuyla, yani bu inancını gözlemlerine karıştırmasıyla; başlangıç ve sonu olmayan Yaratıcı, yani ezelî ve ebedî Allahu Teâlâ’yı kabul etmektense; başlangıç ve sonu olmayan (yani bir Yaratıcı tarafından yaratılmamış) kâinat, hatta kâinatları ve madde’yi kabul etmeye çoktan hazırdır ve bu konuda sayısız çok boyutlu masalları (yoksa varsayım veya teori mi demeliydim!), yani metafizik dünya görüşleri vardır! Bunları doğrulamaya çalışıyorlar, yoksa Allahu Teâlâ üzerine kurulu bir dünyanın özlemi içinde değiller. Bunun için bilimadamlarının inançlarının şekillendirdiği “bilim”in tanım ve bilimsel yöntemlerine göre; olay ve olguların açıklaması olabilecek her sebep makbuldür; bu sebep fizikî varlığı olmayan “tabiat” olur, (eğer var olsa) herşeyi karıştırması lâzım gelen “tesadüf – şans” olur, “içgüdü” olur, “doğal mekanizma ve işleyişler” olur, somut varlığı olmayan “tabiat ve kanunları” gibi sebep olduğuna inanılan şeyler olur ama kesinlikle “sebep” olarak Tanrı ol(a)maz ve gösterilemez; çünkü bu tabiat olayları tabiî olup, İlâhî faaliyet, işler değildir. İlâhî veya mu’cizevî ve doğaüstü bir sebebe ihtiyacı yoktur!…

İç ve dış dünyamıza yüzeysel olmadan ve çevre – kültürden aldığımız düşünce alışkanlıklarından bağımsız olarak baktığımız zaman farkedeceğimiz ilk şeylerden biri : Yaratan’ın, yaratılanlardan çok daha aşikâr ve görünür olduğudur. Fakat bu gerçeğin farkedilememesinin en önemli sebeplerinden birinin, gözümüzün önünde duran kibrit çöpü misâli, gördüğümüz maddenin, Rabbimizi görmemize mani olmasıdır.Halbuki cansız bir taşın kendi kendine yerden havalanıp, dönemeyeceğini ve görmesek bile o taşı illâ birisinin yerden alıp, havaya savurması gerektiğini bildiğimiz ve bu bilgimizin doğruluk ve kesinliğine inandığımız hâlde; tasavvurumuzdan büyük koca koca gezegen ve yıldızların uzayda kendi kendine asılı durup, belli bir dengede durduklarına ve üstelik tabancadan çıkan mermi gibi çeşitli hızla döndüklerine ve birbirlerine çarpmadan ve istikrarlı bir dengede kendi kendine, yani tesadüfen, yani madde ve kuvvetlerin çarpışmasıyla böyle bir düzenin doğmasının mümkün olduğuna ve olanında bu mümkünün gerçekleşmesinden ibaret olduğuna inanmamamızın başka bir izahı yoktur!

Olanların bir Rabbe ihityaç olmadan olabilmesinin mümkün olduğuna inanmak ve kainatta olanların bu mümkünün vaki olduğunu gösterdiğine ve ispat ettiğine inanmak en basitinden kendimizi bir mugalata ve safsata ile kandımaktan öte fazlaca bir anlamı yoktur! Halbuk, gezegen ve atomların devamlı belli bir istikrar ve dengede ve belli kanun – ilişkiler çerçevesinde hareket etmeleri, bütün bu olanların Rabbimiz olmadan kendi kendine, tesadüfen ve tabiatan mümkün ve vaki olduğunu göstermez… Tüm mahlukatın varolması ve varlıkta durdurulması ve devamiyeti, o varlığı meydana getiren en küçük atom, quant ve zerresine kadar Rabbimizin ilim – irade ve kudretiyle mümkün ve vaki olup; aksi hâlde imkânsız ve muhâldir. Varlığın — insanın düşmemek için kendisine tutunması saçmalığı gibi — “varlık, hareket ve kuvveti gene kendisinden kaynaklanır” demek yanlıştır, kısır döngüdür, bu tavuk – yumurta kısır döngüsüne yol açması gibi, “madde mi enerjinin, yoksa enerji mi maddenin sebebidir” paradoksuna da yol açar (madde, varolmak için enerjiye ve enerji varolmak için maddeye muhtaç ise; demek ki bu iki birbirisiz olmayan muhtacı Allahu Teâlâ yaratmıştır)…

Evet ışığın kaynağını gökteki tek büyük Güneş olduğunu bilmeyen, duysa da kabul etmeyen birisi, Güneş’in yerdeki milyarlarca her yansımasını milyarlarca büyük Güneş olduğuna kabul etmek ve inanmak ve ispat etmek zorunda olup, yerdeki aydınlığın kaynağını da yerdeki aydınlık şeylere bağlamak zorundadır! Demek herhangi bir şeyi “bilim”e hâkim olan a priori inanç ve doğru olduğu önvarsayılan bu ön inançların şekillendirdiği tanım – ta’rif, yöntem ve felsefe ile bakmak demek olan olayları kendisinden bir önceki olayla ve ona yakın olan diğer bir varlık ile açıklamaya çalışmak demek olan yatay sebep – sonuç ilişki, yani herhangi birşeyi sebep, tabiat ve tesadüfle açıklamak; “bu varlığın ve sebebinin ve sonucunun ve Allahu Teâlâ’yla ilgi ve ilişkisi yoktur” demektir; “bu olay Allahu Teâlâ olmadan da olması mümkün ve vakidir, o hâlde olanları Allahu Teâlâ ile açıklamak ve herşeyi O’na bağlamak yanlıştır” inanç – fikir ve emir – komutunu bilinçaltına zerkeder. Bilim’in güya tarafsız ve objektif ve nesnelim diyerek, herhangi birşeyi sebep, tabiat, kuvvet ve etkileşmeleriyle açıklaması ve cümlelerini böyle kurması, hakikatte bir tarafsızlık ve oinanç – değerden bağımsızlığın değil ateist ve materyalist ve determ, nat., inancın zihinlerimize telkin ve tekrar edilmesinden başka bir şey değildir.)

Demek birşeyi A.T. ile açıklama ve O’na bağlamayı (güya) “gericilik, taassup, dincilik, objektif olmamak, inançları karıştırmak” diye reddeden bilim konu kendi inancı olunca bu inancını felsefe, yöntem ve tanım, ta’rif ve ifadelerine sokmakta bir mahzur görmemektedir. Demek birşeyi ya A.T.’ya bağlamadan açıklama ve izah etmenin imkânsız olduğunu görür ve bilir ve buna göre kainatı inceleyip, gözlem ve bilim yaparız veya illâ bilişm ate ve mate ve dete bir inancın savunuculuğunu yapmak ve bu inancını ispat ve cümle araları ve alt mesajlarında bu inancının şekillendridiği ifade tarzı ve yorum ve teorileri kullanmak zorunda kalır; yani ister dini veya felsefi olsun, ister batıl veya hak olsun, inançtan bağımsız ve nötr bilgi ve ifade biçimi ve yorum yoktur ve olamaz! “Arı bal yapar; karaciğer 300’den fazla kimyevî reaksiyonu yapar; D.N.A. şunu sentezler; hücre bunu yapar; hayvanlar içgüdüsel olarak bunu yapar; bitkiler fotosentezle Güneş’ten enerji ve besin elde eder; su 100 santigrat derecede kaynar; ‘hayat ve madde’, kuvvet ve moleküllerin tesadüfen çarpışmasıyla oluşmuştur; tabiat buna izin vermez; bunlarda şu fizik – kimya kanunun prensipleri geçerlidir; doğa mu’cizesi” vs. gibi güya tarafsız – objektif ve inançtan bağımsız, güya nötr ve nesnel bilimin bilimsel ifade ve teori ve yorumları; mikro ve makrodaki herhangi bir fiil – faaliyeti, A.T.’nın eşyadaki fiil ve faaliyeti olarak görmeyip, böylelikle ortaya çıkan eser – etkileşme – sonucunu, A.T.’nın bu fiiliinin sonucu olarak kabul etmezsen; “arıya bal yaptırılır” demek yerine “arı bal yapar” dersin; karaciğer gibi temelde diğer organlar gibi aynı hücre ve atomlardan oluşan ve aynı hücre ve atomların farklılaşmasıyla oluşan bir et parçasının 300’den fazla kimyevî reaksiyon ve sentezi yaptığına inanır ve yapar, yapması mümkün, çünkü bakın A.T.’ya ihtiyaç olmadan (haşa!) kendi kendine yapıyor dersin; bunun münkün olduğuna olmasının ters ispatı (totoloji) olarak, olanların olmasını gösterirsin!

Halbuki tüm olanlar olması mümkün olmayan ve olmaması zorunlu olan imkansızların, A.T. sayesinde mümkün ve vaki olduğunun ispatından başka birşey değildir! Aksi hâlde ne dünya bilir insanın atmosfere ihtiyaç ve oranını, ne ozon bilir Güneş’in zararlı ışınlarından insan ve hayatı koruması gerektiğini ve ne de bulut ve rüzGâr bilir yağmura ihtiyacı, ne de toprak bilir insanın değişik gıda ve bitkilere ihtiyacını ve ne de bunları yapmasını bilir! Toprak değil nasıl yaptığını, ne yaptığını ve ne işe yaradığını bile bilmiyorsa, hatta kendi varlığından haberdar olacak kadar bir akıl, şuur, bilgi ve hayattan yoksunsa; bu milyarlarca bitki, meyve – sebze, çiçek, yaprak, ağaç, yosunu toprak yapar, yapması mümkün, yapıyor denir mi! Böyle bir ifadeye bilimsel denir mi! Birşeyin olması, o şeyin olmasının mümkün olduğunun ispatı olur mu!

Öyleyse söyleyin cansız yumurtadadan canlı ve cıvıltılı kuş çıkması ile ilüzyonistin cansız şapkadan canlı tavşan çıkartması arasındaki fark nedir? Bitkilerin hep topraktan, kuşların hep yumurtadan çıkması bunalrın normâl ve olağan ve doğal olduğunun, yani mu’cize olmadığının delil olur mu! Topraksız bitki ve yumurtasız kuşlun olmaması, bunları toprak vey ayumurtanın yapabileceğin eve yaoptığına delil olur mu! Veya cansız atomlardan meydana gelen canlı organizmaların canlılığı parçaları olan atomlarda olmadığı halde bütününde canlı olmasının mümkün ve rasyonel olmasının delil ve ispatı nedir!? Bebeğin, annasinin karnından çıkması, cenin ve bebeği annenin yaptığının ispat ve göstergesi olabilir mi! Kâinattaki faaliyet ve fiilleri inkâr edemeyeceğimize göre ve fiil de failsiz olamayacağına göre; kainatta mikro ve makrodaki bu fiillerin faili ve eserlerinin müessiri kimdir, (bilim’e göre “kimdir” sorusu bilimsel olmadığı ama “nedir” gayet bilimsel olduğu için için) nedir?!

Birşey arasır aolursa yüzeysel düşüneninasn aklı o olayı tesadüfe verebiliyorsa da; kainatın yaşı kadar devamlı aynı kanun – prensipler dairesinde aynı ve istikrarlı olan bu nizam ve dengeyi tesadüfle açıklamaya çalışmaya bilimsel denir mi! Birşeyin sebebi olarak fizik – kimya kanunlarını göstermenin bilimsel bir tarafı var mı!? Çünkü “kanun” denilen şeyin maddî ve fiziksel bir şey değildir ki madde ve enerji ve hareketinde yönlendirici ve sınırlayıcı bir etki ve te’sire sahip olsun! Yani “kanun “ne sebep ve ne de “sonuç”tur; o sadece olayların meydana geliş kurallarının tespiti ve maddenin birbiriyle ilişki biçiminin tasviri, genelgeçer tekdüzeliklerdir, bir sürecin ifadesidir; demek bir sürecin vatrlık ve işleyiine kanunu sebep veya sonuç olarak göstermek; süreci gene süreçle açıklamak demek olup, bir totolojidenbaşka bir şey değildir. Aynı şekilde madde ve hareket ve sonuçlarını A.T. yerine “tabiat, tesadüf”e atıflarda bulunarak güya bilimsel ve tarafsız ve inançtan azade olan bilim ve bilimsel ifadeleri için de aynı şey geçerli. Çünkü hiçbir bilimsel deney ve gözlem ve ölçme kainatta “tabiat” diye bir varlık bulamamıştır, çünkü ne mikro ve ne d emakro da “tabiat” denilen, böyle bir ismi verebileceğimiz bir varlık yoktur. Var olmayan birşeyin de herhangi birşeye sebep veya sonuç olması mantıken mümkün değil, imkânsızdır.

Madde ve işleyişini A.T.’ya ihtiyaç ve gerek olmadan, A.T. hariç diğer herhangi bir maddî ve fiziksel bir varlıkla açıklamayı gaye edinmiş bilim,olay ve olanların “tesadüf”lerin, madde ve zerrelerinin ve kuvvetleri tesadüf rüzgârlarının etkisiyle olabileceği ve olduğu gibi septülyonda bir bile ihtiamlolmayıp, hkikatte imkansız olan teasdüfe vermekte mahzur görmeyip, bunu gayet makul ve bilimsel görmektedir. Kainatın varlık ve işleyişinde A.T.’ya vermediği rol ve etkiyi, tamamein zihni bir kavram ve tanım olan tesadüfe vermek bilime göre gayet bilimseldir! Hem de herhangi birşeyin tesadüfen olduğunun ispatının yapılamayacağı ve laboratuvarda herhangi birşeyin tesadfeün olduğu gözlenmediği halde (ki laoratuvarda kontrollü gözlem ve deney yapmanın “tesadüfün” tanımına zıt olma paradoksuna hiç değinmiyoruz bile). Yani bilimin tesadüf, tabiat gibi Tanrıları da zamansız – mekânsız, ölçülemez ve deneysellenemez ve tekrarlanamaz, her her yerde hem hiçbir yerde ve herşeye güçleri yetiyor!…

Sözün kısası : Madde veya enerjisinin “kuvvet, kudret, tesir, etki, tepkisi yok ve olamaz, sadece “kanun” var, “program” var; Taşlar yere düşsün kanunu uygulanıyor biz yerçekiyotr, kütlrçrkiyor da taş yere çekliyor diye bir kuvvet ve enerji var zannediyoruz kütle ve maddede. Kütleçekimi rüzgar gibi tenmöizd ehisseilemeyen, gözle göfreülemeyn, kokusu olmayanbirşey olduğıu halde, (taşın düşmesi, gezegenler arası çekim gibi) etkileriyle varluığının kabuledilmesi ve inanılması gibi; A.T. da fiil ve eserleriyle farkedilir, bilinir, tanınır… (Big Bang’te bilimsel olmayan bir inançtır.) Allah aşkına bir karınca 1000 ton yükü sırtınd ataşıdığını görsek, bu gözlem ve ölçüm ve deneyimize göre, zerre gram karıncanın 1000 ton yükü taşıdığı bilimsel inancına mı inanacağız! Dinleri mistik olarak kabul edip, onları insan ihtiyaç ve korkularından meydana gelmiş sosyolojik ve psikolojik bir ihtiyaçtan daha fazla bir rol vermeyen bilim, tanım – yöntem ve felsefesi yani baştan delilsiz- i pstasız doğru olduğunu kabul ettiği inancı itibariyle daha baştan kainnattaki madde ve işleyişinde doğaüstü hiçbir gücü kabul etmediğini ve etmeyeceğini belirten bilim; başlangıcı ve sonu olmayan yani ezelî ve ebedî olan Yaratıcı’yı A.T.’yı kabul etmektense, kainatın yaratılmadığını, yani ezelî ve ebedî olduğuunu kabule hazırdır, ispatsız ve ölçülüp, laboratuvrda tekrarlanamaz olsa da bu inanç onun için gayet bilimsel ve makuldür! Evet bilime hâkim olan ate ve mate inanç ve paradigmalara göre, bilimsel bir makale ve kitapta “oluşur, olur, yapar, eder, meydana gelir, doğar” gibi A.T.’ya atıfta bulunmayan her cümle gayet bilimsel ve mantıkî ve inançtanbağımsız< ve objektif, fakat “yaratır, Yaratıcı, A.T.” gibi kavram ve atıflar gayri blimsel ve dogmatiktir!

Evet “doğal – doğaüstü”, “mu’cize – tabiî olup, mu’cize olmayan” gibi isimlendirme, tanımlama ve ayrımlandırmamızı yapıyoruz, sonra kainatta olanları da bu tanım ve ta’riflendrimemize göre yapıyoruz. Bu tanımlandırmalarımıza göre kainatta devamlı aynı olan şey ve süreçleri doğaldır, tabiatüstü bir Yaeatana’a dayanmadan, tabiat bunu kendi güç ve kanunlarıyla, kainatın geçen ezeli ve ebedi geniş zamanı içinde septülyonda 1 ihtimal de olsa, ergeç tesadüfen olacaktır diyorlar. Bilim’in kainatın ezeli ve ebedi olduğuna delil – ispatsız, yani bilimsel olmayan inancını şu anda değinmeden, sadece delil – ispatsız olarak tesadüfe biçtiği role bakarak şunu diyebiliriz : Septülyonda bir gibi ufak bir ihtimalin devamlı vuku bulması, yani septülton yüzlü bir zarın devamlı aynı yüzünün gelmesi, bu olanlarıntesadüf olmayıp, zarlarda bir hile olduğu, zarları devamlı aynıyüzü gelecek şekilde ayarlayan olduğu fikrine sizi niye ulaştırmıyor! Buyrun buradan seyredin bu ilginç ve ibretlik olayı. 6 yüzlü bir zarda 3 – 5 defa 6 gelse, zararda ve oynayan da bir hil eolduğu ve olabileceği şüphesi içimizde uyanırken, kainatın şu kadar bin sene yaşınan beri atılan zarların hep 6 6 gelmesi sizi niye şüphelendirmeyip, tesadüf yerine zarları bir ayarlayan olduğu düşüncesine sizi niye sevketmiyor!

Herşey doğal ve herşey doğal ve maddî sebep ve ilşkilerle açıklanabilir ve eski insanlar gibi, bilmediklerimizi doğaüstü bir güce bağlamaya gerek yok diyorsunuz, o hâlde söyleyin : Yanıcı Hidrojen gazı ile yakıcı Oksijen gazının birleşiminden su gibi tam tersi özellikte bir sıvının çıkmasının doğal olup, doğaüstü olmadığını ispatedin bakalım. Buolaya “bileşik” ismini vererek ve sonra karışımdan farkını anltarak ve daha sonra molekül bağlantılarını anlatarak bu olayın doğal olduğunu ispat etmiş olur musunuz! Bütünde görüne bir özellik ve sıfat, onu meydanagetiern parçalarında yoksa, bütünün özellik ve te’siri parçalarınadn geliyor, parçaları sebebiyledir demek çok mu mantıklı ve bilimsel oluyor! Halbuki 100 cahil toplansa 1 alim etmez, bilakis cehalet artar, 100 kör toplansa bir göen etmez, bilakis körlük artar! Kainatınhammaddesi olan yaklaşık 114 küsur elementin cüzleri olan atomlar ve alt parçaları aynı hammaddeden olduğu halde, değişik kombinasyon ve şekillerde bağlanmasıyla bu kadar farklı özellik ve sıfatta element ve madde meydana geliyorsa, element ve maddelerinin özellik ve karakter yani etki ve te’sirleri kendisinden değil demek olduğu halde; maddenin sıfat ve özellik ve etkilerinin kendi tabiatındn kaynaklandığına inanmak ve bu inanca bilimsel ve ispatlı demek doğru olur mu! 114 küsur elementin aynı olan aatomlarını mısı rtanelerinebenzetirsek, bunların 3 tanesi birleşince hidrojen, 5 tanesi şu şekil bileşince demir özellik ve etkisi kazanıyor, bu atomlar ayrılınca gene mısı rtanesi oluyor demek olan bu olayın doğal olduğunun, mantıjki olduğunun ispatı nedir! Bütün bu olanlar, doğaüstü ve mu’czienin ve imkansızın vuku bulması değil mi sizce de! Siz bana mikro veya makroda doğal bir olay gösterebilirmisiniz ki, doğaüstünü inkar etmenizin bir anlamı olsun. Rabbimziinhangi fiil ve eserini camid zerre ve sebepler yapabilir ve takldi edebilir ve sahip çıkabilirler! Evet maddenin varlık ve hareket ve sonuçları kendisini aşar; sonuç, sebepten daima daha mükemmel ve sebebin deolmayan özellik sonucunda var…

Kitap çalışmalarında yöntemim : Kainatta sebebi olmayan veya bilin(e)meyen veya bilimin henüz sebebini bulmadığı veya açıklayamadığı olay – olguları Allahu Teâlâ’ya verme şeklinde bir yöntem takip etmiyorum. Benim yaptığım bilimin gösterdiği sebeplerin (atom, toprak, tesadüf, tabiat, madde – enerji gibi) aciz, cansız ve kör ve cahil olduğu, fakat neticelerinin muhteşem olması sebebiyle; kainattaki varlık ve olayların sebebinin görünenlerden başka olduğu bilgisi üzerine kurulu. Tıpkı anne karnındaki bebeğin sebebi anne olmadığı gibi (çünkü anne bebeği imal etmiyor, anne sadece günlük yaşamına devam ediyor, bebeğin kaşını – gözünü takmıyor, hücreleri bölmüyor, organize etmiyor, hatta olanlardan haberi bile yok. Anne bebeğin varlık ve yaşamasına sebep değil ama kendine bakmazsa, bebeğin ölümüne sebep olabilir); ağaçta meyvesinin sebebi değildir; yumurta da civcivin sebebi (yapanı, faili) değildir! Ne madde enerjinin ve ne de enerji maddenin varlık ve devam sebebidir. Bilimin herhangi birşeyi sebeb – netice ilişkisiyle açıklaması (determinizm ve nedensellik), tavuk – yumurta kısır döngü (fasid dairesine) yol açar, açıyor. Ağaç – meyve örneğine devam edersek; gerçekten ağaç, meyvenin sebebi ve meyve ağacın neticesi olsa; o meyvenin yaratılabilmesi veya inşa edilebilmesi için dünyanın güneş ve kendi etrafında dönmesi, eğimi, yerçekimi, ısı – ışık, buluttan su, rüzgar, güneşin orada durması için diğer çekim dengesiyle ilgili gezegen yıldızlar ve onların bağlı olduğu diğer zincirleme gezegen – yııldızlar vs. trilyonlarca sebebin ittifak edip ve anlaşmayı bozmayıp (hem “sahip” ve hem “esir” paradoksu gibi), istikrarla aynı bileşkedeolmaları gereken yer ve zamanda olmaları gerekiyor; demek “elma”, kainat fabrikasında yaratılıyor; demek elmanın sebebi tüm kainat; demek “birşey herşeysiz ve herşey birşeysiz ol(a)maz!” Demek elmayı yaratan ve sebep kim ise; kainatın da sahibi ve yönetici ve yaratıcısı O! Ağacın sahibi kim ise, ormanın da sahibi O!

Sonuç : Sebepler sebep değildir ve tek sebep Rabbimizdir!… İnsan yüzeysel bakınca ve tek bir olay – nesneyi inceleyince, kestirmeden kolaylıkla olayı tesadüf – tabiat karanlık kuyusuna atabiliyor; halbuki düşünce sisteminde tek tek değil, silsile halinde ve bütüncül (holistik) düşünmek gerekiyor; örneğin : İnsan tek bir anne – bebek örneğinde, dişsiz bebeğin en gerekli gıdayı annesinin memesinden (emme refleksini bilerek) alması gayet normâl ve tabiî – tesadüfî bir olay olarak algılayıp, anlamlandırabiliyor; fakat tek tek değil de tüm hayvan ve insan anne ve süt içen bebeklerini ve geçmiş – şimdi – gelecek zamanları da hayalde bir araya getirip, bütüncül bakabilirsek, bu muhteşem ve mu’cizevî olayın ne tesadüf ve ne de tabiatla izah edilebileceğini insan aklı kabul etmiyor!

Benim yaptığım; 15 yaşında ve bugünkü aklımızda dünyaya doğsaydık : “Beni buraya kim getirdi, nereden geldim, ben kimim, gönderenin maksadı ve benden istediği ne!?” diyerek bunları soran ve gördüğü herşeyi uzaydan dünyaya yeni gelmiş bir uzaylı (veya küçük bir çocuk gibi) gibi hayretle seyretmek ve olayların perde arkasındakini ve niçin – nasılını anlamaya çalışmak. Beni harekete geçiren işte bu his. Evet Rabbimiz’den daha “zahir (görünen / belirgin)” yok kâinatta. İçimizde algıladıklarımızın, bir rü’ya ve sahte gerçekliğe aldanış olmayıp, algıladığımız şeylerin dışımızda da nesnel ve fiziksel gerçeklik ve karşılıklarının var olduğuan inandığımız ve varlığına inandığımız dışımızdaki bu nesnelerin tıpkı algıladığımız şekil, renk, sıfat ve özelliklerde olduğuna inandığımız eşyadan kat be kat daha fazla varlık ve mevcudiyet ve kesinliği zahir ve belirgin Rabbimizin. Demek O o kadar aşikâr ki, varlık ve sıfatlarının delil ve ispata ihtiyacı yok; ama gözünün önüne düşmüş kılı görmediği için, önündeki koskoca dağı görmeyen biz aciz ve zayıf insanların delil ve ispata ihtiyacı var. Evet gözlerimizin görüyor olması, kör olmadığımız anlamına gelmez; kör olmasak bile herşeyi görebileceğimiz ve görüyor olduğumuz anlamına gelmez…

Agnostik olmam için, yani varlık ve bilgisinden veya kesin bilgi / hakikate ulaşıp – ulaşamayacağımdan şüphe edebilmem için, birşeylerden emin olmam gerekiyor ki, o doğruluğundan emin olduğum kesin bilgime şüphemi bina edeyim ve şüphelenmemi haklı gösterip, delillendirebileyim! “Gerçek”in olamayabileceğinden veya varsa bile bunun bilinemeyebileceğinden emin olmam veya emin ol(a)mamam için de, kesin bildiğim ve doğruluğundan emin olduğum bazı bilgilere dayamam gerekiyor bu “eğer varsa gerçek bilgiyi bulamayabileceğim – bilemeyebileceğim” şüphe bilgisini ki, şüphe etmemde kendimi haklı göreyim. Evet “septizm” ve “agnostizm” gibi isimlerle nitelendirilen bu bakış açıları ve tavır alışlar, kendi içine kıvrılıp, kendini zehirleyen bir kısır döngü ve “hiçbirşey iddia edemeyiz” iddiasını gene kendisi çürüten bir safsata ve mantıksızlık durumu. Septizm ve agnostizm; “ben yalan söylüyorum” diyen kişinin, söylediği sözde hem kendini doğrulaması demek olan yalanlamasını ve “ben doğru söylemiyorum” diyen kişinin kendini yalanlaması demek olan doğrulamasını içinde taşıyan, gramatik olarak doğru ve lisanda var olan ama anlam ve gerçeklerin dünyasında karşılığı bulunmayan herhangi bir gerçeğe tekabül etmeyip, kendi kendinin içinde boğulan bir girdap, fakat dışsal gerçekliği olmayıp, sadece lisan ve sözlerde varlığını sürdüren bir ses, imgesel olarak bile zihinde bir karşılığı yok. Yani doğruluk veya yanlışlığına herhangi bir delil aramayı bile saçma ve anlamsız ve boşa olduğunu baştan belirten bir iddia. Bir fikir veya fikirsizliğin doğruluk veya yanlışlığının araştırılması ve ispatlanmaya çalışılması o fikre tersse, niye ters olduğunun ispatı o fikir sahibine düşer ki bu da o fikrin doğru olmadığının ve yanlışlığının en birinci kanıtıdır…

Durum bu olduğu hâlde çoğu insan “gerçek” hakkında hüküm vermeme ve yargıda bulunmama, hatta bu yargıda bile emin ol(a)mama gerçeğinin doğruluğuna karar vermiş! Halbuki birşeylerden değil şüphe etmem, şüphe edebilmem için bile şüphe edilecek birşeylerin varlığının kesin olduğunu ve şüphe edilecek – edilmeyecek diye bir kavramın doğması ve anlamının bilinmesi için görüp – bildiklerimde böyle bir sınıflandırma yapabilmem, böyle bir ayrımı yapabilmem gerektiğini ve bu ayrımın en azından “şüphe ettiğim gerçeğinden şüphe edemem” olduğunu bilmem ve kabul etmem gerekiyor ki şüphemin bir anlam veya anlamsızlığı olduğunu bilemeyecebileceğimi söyleyebileyim… Rabbimizin varlık ve sıfatlarının doğruluk ve kesinliğini kabul etmemek ve buna inanmaktan kaçmak için; “insan doğruyu bilemez – bulamaz” şüpheciliği veya bilinemezciliğine delilsiz ve ispatsız inanan insanın sergilediği bu absürd tavır (çünkü bu şüphecilik ve bilinemezcilik inancının doğruluğuna veya doğru olabileceğine dair yapılacak her delil – ispat girişimi, birşeylerin bilgisinden emin olmayı gerektirecektir ki, bu da o inancın doğru olmadığının ispatı olacaktır), güneşin varlık ve ısı – ışığını kabul etmemek için akıl ve kâlp gözünü kapamakla eşanlamlıdır. Bu da bizi psikolojik hastalık ve vesvese ve evham ve korkuların kıyısına götürür. Demek Rabbimiz o kadar var ve zahir ki, bunu kabul etmemek ve reddetmek için insanın akıl ve mantığının kurallarını hiçe sayması ve bilgisini reddetmesi ve vicdanından çıkan tutarsızlık ve çelişki çığlıklarını duymamak için kulağını ve kalbini kopartması veya bozması veya tıkaması, yani aklını atması ve fıtrat (yaratılışını) bozarak insanlıktan çıkması ile mümkün!

Sonuç olarak : Maddenin var olup – olmadığı ve algıladığım gibi olup – olmadığı ve hayatın bir rü’ya olup – olmadığı, hatta rü’ya mertebesinde bile olsa var olup – olmadığı ve hatta şüphe duymamdan şüphe bile duyabiliyor olabiliriz ama Rabbimiz’den asla! A:T.’dan asla!… Rabbimizi inkâr ve kabul etmemeye mantık, akıl ve bilgi, kâlp ve vicdan ile delil bulamayan ve Yaratan’ı inkâr etmek için yaratılanı ve (çifte standartlık yaparak diğer işlerimizde güvenip, kullandığımız ve güvenimizi her defasında boşa çıkarmayan) mantığımızın kurallarını veya kesinliğini inkâr etmekten başka çıkar yol bulamayan bizler, O’nu inkâr ve kabul etmemeye delil bulamadığımız için, varlık ve bilgimiz dahil herşeyden şüphe etmeyi yani delilsizliği yani cehaleti kendimize siper etmeye çalışıyoruz! Evet gökteki güneş ve bizi okşayan ısı – ışığını inkâr etmek için, his ve duyularımızın güvenilirliğini sorgulamaktan ve algılarımızın doğruluğundan şüphe etmekten başka çıkar yol bulamayan bizlere (halbuki algılarımızın yanılabildiğinin ispatlarını gene güvenmediğimiz algılarımızın algıladıklarından örnekler göstererek yapıyor olma çelişkisi basit gerçeğini görmeyecek kadar körleştiğimizi bile farketmiyoruz, uyanmıyoruz), şeytan, kabul etmeme ve inkârı direkt değil, septizm – agnostizm ambalajlarıyla sunuyor, vücudumuza bu şırıngayla enjekte ediyor. Böyle olunca vücudumuz bu mikropları tanımadığı ve mikrop olarak tanımlamadığı için savunma sistemleri ve virüs programlarımız çalışmıyor. Kısaca septo ve agno, inkâr – iman ortası değildir, tarafsız kalma – yargıda bulunmama hiç değildir; sadece iman ve hidayetten kaçınma fakat inkârı başka adla koynunda saklamadır! Aslen septo ve agnonun hiçbirşeyden zevk ve haz alamayıp, yaşamanın işkence çekmek ile eşanlamlı olup, susmaları veya intihar etmeleri gerekiyor, böyle yapmamaları ve davalarını savunup, konuşmaları; onların aslen septik ve agnostik olmamalarının, işlerine geldiğinde iman ve kabul etmemelerini haklı göstermek için kullandıkları bir mantık yalanı olduğunu göstermektedir…

Demek Rabbimiz’in varlık ve mevcudiyetine, kendimize yani akıl ve bilgimize güvenmekten çok daha fazla güvenmemiz gerektiğini kendi akıl ve bilgimiz ve düştüğümüz evham ve şüphe çukurları ispat ediyor. Evet insanın herşeyi gibi akıl ve bilgisi de aciz ve zayıf ve düşmememiz için bir dala veya yere tutunmamız gibi bir yerlere tutunmak ve dayanmak ve oradan güç almak zorunda; yoksa ışıksız göz bir işe yaramadığı gibi, rehbersiz çıkılan yol da milyarlar ihtimal içerisinde kaybolmamıza yol açacaktır. En azından ve hiç değilse canımızı emanet ettiğimiz tanımadığımız bir doktor veya yola çıktığımızda tanımadığımız bir şoföre ve onların uzmanlıklarına güvenip, bize zarar vermeyeceklerine ve tam tersi faydalı olacaklarına, bizim iyiliğimizi düşündüklerine emin olmamız ve inanıp, güvenmemiz kadar, tanımadığımız bir aşçı, esnafın dürüst olduğuna inandığımız ve onlara güvendiğimiz kadar Rabbimize ve gönderdiklerine güvenmeliyiz! Doktorun verdiği ilaç ve yapmamızı istediği jimnastik hareketlerinin fayda ve hikmetini bilmesek dahi dediklerini yapmanın onlara değil bize faydalıolacağını – olduğunu bilmemiz kadar Rabbimize ve gönderdiklerinin reçetelerine uymalıyız. Yeni aldığımız bir televizyonu kullanma kılavuzuna bakarak kullanmaya başlamamız dogmatik ve körükörüne davranmak ve aklımızı kullanmamak değildir, tam tersi akıllıca hareket etmek demektir. Demek “iman”; bir durum tespiti, bir itiraf, bir ilân, fıtratı bozmadan ve mantık ve hissin kurallarını tersyüz etmeden, gerçeğin bizim algıladığımız kısmına bakarak onu olduğu gibi görme ve göstermenin diğer adıdır…

Ve her “bilgi” içinde en azından “bu bilginin doğru olduğuna ve kesin olduğuna ve söyleyen – iletenin doğru söylediğine” olan bir “inanç” taşır içinde. Demek “inanç” ve “bilgi” ayrı kategoriler değildir ve demek “inançsız / inançtan bağımsız bilgi” ol(a)maz ama “bilgisiz inanç” olabilir ve olur. Ellerinde delil ve bilgi – veri olmadığı hâlde ve kainatta bunun değil olduğuna, hatta mümkün olabileceğine en küçük bir delil olmadığı halde (bilakis tam tersi delil olduğu halde) Rabbimizin, meleklerin, ahiretin olmadığına inanan insanların olması ve septik – agnostiklerin olması; “bilgisiz / cehle dayanan inanç” olduğunun delil veya ispatlarındandır!… Evet en büyük ve en saklı – gizli sır, aşikâr ve alenî olduğu ve göründüğü için “sır” olduğu bile bilin(e)meyen sırdır! Bunların inkâr ve redlerini meşru ve mümkün, hatta delil – ispatlı olduğunu savunmalarında kullandıkları diğer bir yalancı şahitte “bilim”e hâkim olan “materyalist ve ateist felsefî inanç”ı, “bilimsel bilgi / bilim” diye insanları inandırmaları ve inançlarının doğruluğunun mümkün değil, muhâl olduğunu böylece kamufle etmeleridir. O hâlde “bilim”in illüzyon ve sihrinden kurtulma, bilim’in hipnoz ve telkinlerinden korunma ve bilinaçltımıza şırınga ettiği zararlı virüsleri tanıma ve ayıklamamız ve sonra da akıl ve kalbimizde açtığı yaraları tedavi etmemiz gerekiyor ama önce mikropları temizlemeli…

“Bilim”e hâkim olan felsefe, invarsayım yani (baştan trtışmasız doğru kabul edilmiş / dogmatik) inanç; kâinat ve içindeki süreç ve eserlerinin varoluş, işleyiş ve düzeninde ve bunların anlam ve açıklamasında “Tanrı, melekler” gibi herhangi bir doğaüstü güce ihtiyaç ve gerek olmadığına, yani kâinat ve içindekilerin Yaratıcı’dan bağımsız, kendi iç dinamikleri ile işleyen bir sistem, yani kendi kendine işleyen mekanik bir makine gibi olduğu önkabul ve inancıdır. Bilim’in bu bilimsel olmayan ama gayet bilimsel ve ispatlanmış olduğu lanse edilen inancına göre; kainat ve içindeki süreç ve sonuçları, yine kainat içindeki, kendisini oluşturan parça, madde ve kuvvetler ile izah edilip, açıklanabilir olup; bunun için Tanrı ve melekler gibi bir sebep ve faile ne kainatın başlangıcını ve ne de şimdi ve geleceğini açıklamakta gerek ve ihtiyaç yoktur… Bilim’in bugün içinçözemediklerini de ileride nasıl olsa bilim çözeceğine olan inançve güven tamdır. Dolayısıyle bugün sebep – sonucunu ve işleyişini henüz bil(e)mediğimiz olay / olgulara bakarak, bunun Tanrı’nın ispatı olarak kullanmak hem yanlış ve hem de mantık hatasıdır. Eski insanlar sebep ve işlyişini bil(e)medikleri ve sebep – sonuç bağlamında açıklayamadıkları ve kontrol edemeyip, korktukları “tabiî olay / olguları”, “İlahî” görüp, “Yer Tanrısı, Gök Tanrısı, Bereket Tanrısı” gibi doğaüstü ve mistik güçlere verip, kainattaki anlam arayışı ve birşeylere güvenip, dayanma ve emniyet ihtiyaçlarını tatmin etmişlerdir. “Aydınlanma, Rönesans ve Reform” denilen aklın kendisini sınırlayan dinlerden ve dinadamlarından kurtulmasıyla bilim’in gelişmesi sonucu, yani insanın hazır cevaplarla yetinmeyip, gözlem ve deneylerle akıl ve bilgisinin artmasıyla, yani insanın gelişip, cehaletinin azalmasıyla doğru orantılı olarak, insan olayların sebep – sonucunu ve olaylara hakim olan kanun ve mekanizmaları çözüdkçe, olayları artık “Tanrı, ruh, meleklerle” açıklamanın doğru olmadığı anlaşılmış, kainattaki olayların olması için ve bunların sebep ve faili olarak hiçte tanrısal ve doğaüstü bir güce gerek ve ihtiyaç olmadığı anlaşılmış ve sonuç olarak insanın kendi ayakları üstünde durmaya başlayıp, doğadan ve Tanrı’dan kopup, özgürleşmeye ve birey olarak kendine güvenbmeye başladıkça artık geçmişin Tanrı’ylakonuştuğunu söyleyen peyg., kitap ve dinlerini yerini “bilim ve bilimadamları” almıştır. Eskinininsanları ne yiyeceklerini, nasıl harakete edeceklerini, nasıl yatacaklarını vs. peyg:’e sorup, öğrenirken; bugün bunu bilimadamlarından öğreniyoruz. Ezeli ve ebdi tek Yaratcı’yı kabul etmekte zorlanan ve bilimsel olmadığı gerekçesiyle kabul etmeyip ama bilimsel olmayarak “yok” deyip, reddeden bilim, kainatın bu Yaratıcısını kabul etmediği için, bugün kainatın ezeli ve ebedi olduğunu kabul edip, inanmak zorunda kalmıştır, her ne kadar bu inançta bilimsel olmasa ve ispatlanamasa ve laboratuvarda test edilemese de!… BiliM’e göre Samed olan A.T. değil; kainattır ve kainat bir ilah gibidir.

Yukarıda anlatılanlara göre, “bilim” bu anlam ve tanımıyla, kainatın varlık ve işleyişinde Yaratcı’ya gerek olmadığı iddiasının ispatını amaçlamıştır, bunun normal sonucu olarak kainatı kendisini oluşturan madde, kuvvetler ve bunların tesadüfi hareketleri ile açıklamayı hedeflemiş olup, bu haliyle kendisine araştırm akonusu olarak seçtiği alan ve sınır ve tanım ve amaç olarak “bilim”, ateist, materyalist, naturalist, determinist, dehrist, mekanist olup, hiçte tarafsız ve objektif ve inançtan bağımsız değildir! Ama ne var ki kendisinin objektif ve tarafsız ve ensnel lduğuna ve insanın hakikati bulmak için kendisinden (Peyg., Kitb, Vahy gibi) başka çıkar yol olmadığına bizi inandırmış ve bilimsel bilgiyi, “bilgi” ile eşanlamlı görüp, teknolojideki buluışlarıyla gözümüzü kamaştırıp; “Bak inandıklarım ve söylediklerim doğru olmasa, bu teknolojik buluşları nasıl yapıp, hayatınızı kolaylaştırabilirdim” diyerek diğer ispatlanmamış ve bilimsel olmadığı için bilimsel olarak reddedilemeyen inanç ve önvarsayomlarının da doğru olabileceği, hatta doğru ve tartışılmaz olduğuna, hatta bu inançlarından bazılarının bazı bilimadamlarınca laboratuvarda test edilip doğruluğunun ispatlandığına bizi ikna etmiş ve inandırmıştır… Bunagöre bir makaleninbilimsel olması ve kabul görmesi için “yaratma, yaratıcı gibi A.T.’ya atıfyapmak yasak ama “tabiat, tesadüf, içgüdü, bilmem ne mekanizmalara” atıf yapmak serbest ve gayet bilimseldir! “Oluş, olmak” gayet bilimseldir!…

Kısaca “bilim”e göre gerek mikro ve gerek normo ve gerek makro kainat ve işleyişinde Yaratıcı’nın olduğu veya hiç değilse olabileceğine dair en küçük bir delil, gözlem ve ispat yoktur; dolaysııyle “Tanrı, melek, peyg., Kitaplar” inanç işi olup, delilsiz – ispatsız, körükörüne kabulü gerektirir. Yani inanalar inandıkları için bilirler; bildikleri için inanmazlar bilim’e göre. BiliM’in bukesinlik ve tartışılmazlığını ve bilgi ürettiğinin veya bilgi verdiğinin ispatı olarakta; inananların, dinlerinin inançlarını ispat etmek için bilim’in verilerinden delil getirme veya bilim’in çözemediklerinden delil getirmelelerini göstermektedir… Tüm bu anlatılanlara göre, sorulması gereken soru şu : “Bilim”, bu altinanç ve buna dayanan ve destek alan diğer üst inançlarının doğruluğu ve hiç değilse doğru olabileceği / bunun mümkün olması ispatlamış mıdır? Cevap : Hayır., “Peki, Bilim’in bu inançlarının yanlışlığı, hiç değilse yanlış olabileceği ispatlanmış mıdır?” “Evet”…, “O hâlde İsl.’in söylediklerinin ve inanmamızı istediklerinin yanlışlığı vey ahiç değilse yanlış olabileceği ispatlanmış mıdır?” “Hayır”, “Doğru olduğu ve hiç değilse doğru olabileceği ispatlanmış mıdır?” Evet… Bu kitap/yazının genel olarak yazılış amaç ve konusu budur… Evet bilim, faaliyetve sonuçşarını sebebp -netice fasid daire münasbetei içerisinde ele alarak, aciz sebebin, bu muhtşem sonuca yapabikeceğine ve yaptıpına bizi inandırmaya ve olanların olması için A.T.’ya ihtiyaçolmadığına biziinandırmaya ve ikna etmeye çalışır…

Bilim önce bu aciz sebp ve zerrelerin ve tesadüfün bu işleri yapabileceğinin mümküm ve imkan dahilind eolduğunun ispatınıyapması gerekir ki, bu ispattan sonra bu mümkünün vakiolup-olmadığını ispta etmesine sıragelsin. Onlar : “Bak A.T.’ta gerek olmadan ve tesadüfen ve doğa işi olarak bütün bunlarınolması mümkün ki vaki oluyor; vaki demek ki mümkün” diyerek, güya faaliyetve neticelerinin tesadüf vr tabiatn yapabilidği ve yaptığınıispatetmiş oluyorşar. Hayır ispat etmil olmuyorlar, biz olay ve eserlerin A:T. Olmadan tesadüf ve tabiatla mümkün ve vaki olduğunu idpat etmeleini istiyoruz onlardan! Bunun hiç değilse mümkünolduğnu, olabileceğiğni ispatederlerse, o zaman ateist ve mayeryalist iddia ve teorilerinin, teori düzetinde kabul ederek tartışmayı kabul ederiz. Biz A.T. vacib, zorunlu; onlar hayır diyor!…

Şimdi bir elma veya arı sonuç / netice / eser / nesne / varlığının / fiikinin; gördüğümüz kainattata faili / mucisi / sanii / müessiri kim veya ne olabilir bakalım. Tesadüf, zerreler, tabiat, kuvvetler, güneş, su, toprak vs…. hayı rhiçbir cevap bizi tatmin edemez, çünkü arı – elmada olan sanat ve mükemmellik ve malzemeler, bu sebep olarak saydıklarımızınhiçbirisinde yok! Demekonları biraraya toplayığ, işleyen ve turrasını basab bir fail (A.T.) var! Güneş derki : Ben de arının üzeürşndeki malzemelerdenhiçbirisi yok, ben sadece ısıtıyorum, su ben de de yok, ben sadece ıslatıyorum, atom: bende hayat yokki hayatverem veyaakıl-şuur vereyim, göz vereyim (“Bbiz cahil ve cansız ve aciz zerrelerin toplanması; cehalet ve cansızlık ve acziyetimizi arttırır o kadar; organiz eolmamız tam tersine sebepş ol(a)maz”) vs. derler… Sadece akılı insanlar ve soyutdüşünceye varan insanlar gördüklerindengörmediklerine çıkarım yapar ve kabul ederler, sadece akılıoı insanlar gördüklerine inanamzlar ve sadece gene akılı insnalar gördüklerinin gösterdiklerine – işaret ettiklerine bakarak kabul ederler! “Yerçekimi” gibi bilim’in görmediği ve 5 duyu ile hissedemedeiği (rüzgarbile derideki temas ve serinlikle hissedilir) şeyşeri etkileriyle varolduğunu çıkarsar ve bilirleri aklederler. İşte A.T.’da eserleriyle varlığı bilinen ve kabul edilmek zorunda olandır, yoksa bilimim sebep ve izahları kainatta ki işleyişin olabileceğini – olduğunu izahta yetersiz ve saçma ve esbabperest bir gözboyamadır!…

“Hareket”, an’Lık isbat-mahvlardır. Monitördeki ile gerçekteki haraket arasındafark yoktur; ikisinde de zaman ve mekan ve yaratılış ve an aynıdır. O halde yatay determineilşki – bağ yok; dikey A:T. Bağ – illiyet var… Brşeyin yokluğu o şeyin yokluğuna sebep olması demek, varlık ve devamınasebeptir demek değildir. Ya herşey herşeyin sebebi (elmanınsebebi, kainat olması gibi) veya hiçbirşey hiçbirşeyin sebebi değil. Tavuk – yumurta, madde – enerji, elma – ağaç… Rasyoanel (a priori) bilgi ile ampirik (a posteori) deneysel – tecrübî bilgiyi ayırmak gerekir. “inanç” kavramı menfî, olumsuz, negatif anlamıyla anlamlandırılıyor zihinlerde ve kullanılıyor cümlelerde. Ve gene “inanç”ı, yanlış olarak “din”le sınırlandırıyorlar, hatta eşanlamlıymış gibi kullanıyorlar. Halbuki ateist, materyalistler gibi herhangi bir dine inanmayanlar da; “dinlerin doğru olmadığına, tarih-insan ürünü olduğuna, evrenin gerek yaratılış ve gerekse işleyişinde düzenleyiciye, yaratıcıya ihtiyacı olmadığına, kainatın fizik – kimya vs. kanunlarıyla çalıştığına – çalışabileceğine, kainatın tesadüfün ürünü olduğuna vs.” delil – ispatsız zanlara, dogmalara, önvarsayımlara inanıyorlar. “İnanç”a atfedilen yanlış anlam ve çağrışımlarından biri de “dogma, körükörüne” anlamında kullanılıyor olması… Halbuki inançtan bağımsız bir cümle, bilgi, yani insan yok. Agnostik veya septikler bile; “insan gücü (zekası, duyuları, araştırması, teknolojisi, kaynakları vs.) kesin ve doğru bilgiye, gerçeğe ulaşamaz / veya ulaşıp – ulaşamayacağını bil(e)meyiz” sözünün doğruluğuna inanıyorlar; hem de bu söz / inançları da güvenmedikleri ve yetersiz buldukları akıl ve duyularından çıkan bir hüküm olduğu kısır döngüsüne girdikleri halde.

Diğer açıdan : İnsanın bildiği ve doğruluğuna inandığı bilgilerin % 99,9’u ispat ve gözleme dayanmadan inanılan ve doğru kabul edilen bilgiler (yani çoğu işiterek, okuyarak öğrendiğimiz bilgiler, bu bilgileri kendi göz ve ölçmelerimizle kendimiz bulmadık; naklî bilgiler). Hatta bir bilimadamı deney yapıyor, gözlem, ölçme, deney sonuçlarını yazıyor, yayın / yayımlıyor; literatürü takip eden ilgili bilimadamları bu bilimadamının sözünü naklettiğini söyleyen yayının doğruluğuna duydukları güvenle bu bilgilerin üstüne başka şeyler ilave ediyor veya polemik yapıyorlar. Yani deney- gözlem, ölçümü yapan ilk bilimadamından sonraki; yayınlayan dergi, okuyan bilimadamları ve sonra bizler; sadece naklî (okuyarak, işiterek) bilgi sahibi oluyor ve doğruluğuna inanıyoruz. Halbuki bu bilgi, o araştırmayı yapan ve bulan ilk bilimadamı için “bilimsel bilgi” kategorisinde, bizim için değil; biz deney, ölçme, araştırma, gözlem yapmadık… Herkesin var kabul edip, şüphesiz inandığı “atom”un hala resmi çekilmiş veya direkt gözlenmiş değil (son birkaç yılki araştırmaları bilmiyorum). Ya da anne – babamızın bize olan sevgi ve bizim onlara karşı güven, sevgi duymamızı başkasına anlatamayız, anlatamayız derken “gösteremeyiz, ispat edemeyiz” anlamında; (yani bir insanın 1000 defa doğru söylemesi veya güvenimizi boşa çıkarmaması; 1001. davranışında da öyle davranacağını göstermez, delil olmaz) ama biz bazılarına güvenir, sözlerine inanırız (ve paradoks olarakta “insanı güvendikleri aldatır, çünkü güvenmedikleriyle zaten iş yapmaz, iş yapsa da işini sağlama alır riske girmez”)… Veya geçen yıl, ondan önceki yıl, hafta, günler yaşamış olmamız / ölmemiş olmamız; yarın (veya 1 dakika, 1 sn. sonra da) yaşayacağımıza delil olmaz; yani burada “tümevarım” yapamayız (halbuki yaşadığımız her geçen gün, yarın(larda) ölme ihtimalimizin artması anlamına gelir, çünkü yaşlanıyoruz ve ortalama ömür belli) veya geçen yüzyıllar Güneş’in hep doğması, yarın da doğacağına delil teşkil etmez, yarın doğacağını ispatlayamayız, çünkü yarın daha olmadığı için yarını bugünden bilimsel olarak gözlemleyip, ölçemiyoruz. Veya Van Şehri’nin şu anda yerinde olduğuna, depremle yerle bir olmadığına veya başka ev / şehirlerde yaşayan sevdiklerimizin şu anda yaşıyor olduklarına inancımız tam; halbuki bu inancımız bir delil veya gözlemden kaynaklanmıyor. Geçmişte yıllar, aylar, günlerce devam eden “istikrar”ın bugün de, yarın da devam edeceğine inancımızdan kaynaklanıyor. Halbuki bu gibi konularda tümevarım yapılması mantıklı değil veya her mantıklı olan, hep doğru olan demek değil… “Tarih, psikoloji, sosyoloji” zaten nakle dayalı; bilimsel olarak gözlem, ispat, deney, tekrar, ölçüm yapılması münkün olmayan, yani bilimsel kriterlere girmediği için “bilimsel olmayan” bilim (bilimsel olmayan bilgi çeşidine, “bilim” ismi yerine başka bir isim bilmiyorum) dalları… Ay’a çıkıldığına şüphesiz inanmamız (halbuki stüdyoda yapılmış bir aldatmaca olması da pekala mümkün ve Soğuk Savaş yıllarında S.S.C.B.’den geri kalmamak için daha ucuz ve kolay ve hızlı bir yöntem), Ağrı Dağı’nın yüksekliği, Japonyanın yüzölçümü, Sokrat’a atfedilen sözleri Sokrat’ın söyleyip – söylemediği vs. gibi % 99’9 bilgimiz, bilimsel veya delil – ispatlı ve kendimiz tarafından gözlenmiş değil, ama doğru olduklarına şüphe uymayacak eminlikte delilsiz – ispatsız inançlarımız var ve bunlara yöneltmediğimiz acımasız eleştiri ve kuşkuları ve eminliğii biz dinimize yöneltiyoruz!…

Fakat çoğu insan, bir “batıl inanç” kadar bile saygı göstermiyor, başkalarının değer ve dini hassasiyetlerine. Yani sizin yazılarınıza bakıyorum, salt dünyaya çalışanlara, “siz tek yönlü çalışıyorsunuz, biraz olsun ahirete de çalışın” demiyorsunuz ama her iki dünyasına çalışmaya çalışanlara — bundan rahatsız oluyormuşsunuz gibi — sözünüz. Mesela sadece dünya hayatına çalışanlara : “Biraz da ahiret’e çalışın…5 vakit namaz 40 rekat, yani 40 dakika vaktinizi alır, 20 dakikada abdest, eder 1 saat. Rabbiniz size 100 bin rekat namaz kılın dememiş 40 rekat kılın demiş, 23 saati de gene dünyaya çalışın demiş, siz bunu bile yapmakta tembellik gösteriyorsunuz. Eğer dine inanmıyorsanız bile, emir – yasaklara uymaya çalışın. Çünkü günde 1 saat namaz zor değil ve dünyanıza da faydası var ve diyelim ahiret yoksa bir şey kaybetmiş olmazsınız, zaten çoğu saat, günlerinizi çarçur ediyorsunuz. Ama ebedi ahiret varsa, ebediyen kazanacaksınız. Aklı olan 60 – 70 yıl için, ebedi hayat olma ihtimalini es geçmez. Çünkü ebedi alem varsa, menfaat ebedi; yoksa, zarar da ebedi! Rabbiniz dünya ni’metlerini yiyesiniz, kullanasanız diye ikram etmiş ve dini emirler hem dünya ve hem de ahiretin rahat, mutluluğu için (yalan söyleme, hırsızlık yapma, zina yapma, kendi kızkardeşin, annene bakılmasını istemediğin gibi sen de başka kadınlara bakma, iftira etme, günde 1 saat namaz kıl, yılda 1 ay oruç tut, ömründe bir defa hacca git, her sene malının 40’ta birini (yani aylık % 15 – 25 vergi oranları kadar değil, % 2,5) zekat ver…” Evet böyle demiyorsunuz ve zaten demenizi istiyor veya bekliyor da değilim ama hem dünya ve hem de ahiretine çalışanlara (hiç değilse demokrasi ve laiklik ve özgürlük hassasiyetleri ve her inanca saygı adına) incitici bir şey demeyin! Ben İslamiyet’e inanan biri olarak, salt dünyaya çalışanlara saygı gösteriyorum, karışmıyorum, ötekileştirme, kutuplaştırma, anormalizasyon yapmıyorum, başkalarının hata vey ayanlışını bulmakla vakit kaybetmektense, kendi bildiklerimi yaşamaya çalışıyorum. Sadece dünyaya çalışanlar müslüman olsun – olmasın, doğru bildiklerini yaparken; ben de kendi doğru bildiğimi yapmak ve yaşamak istiyorum. Yani sadece inancımdan ötürü, doğru bildiğim yolda gitme istek ve kararımdan dolayı; ibadet niyetiyle namaz kılıyor olmam, hafız olmaya çalışmam, her gece Kur’an- Kerim okumam, başımı örtmem vs. tüm bunlar beni, birilerini niye “normal değil, dogmatik, uç, radikal” gibi etiketlerle yaftalamasına sebep oluyor anlamıyorum, daha doğrusu anlayamıyorum… Eğer “çağdaşlık / modernlik”; insan hayatının dini ölçü / değerler / davranışlardan soyutlanması ve hayatın amacı insan nefsinin her türlü İlahi emir – yasaktan kopartılması demek ise; ben bu tanıma göre “çağdaş”, — daha doğru kelimeyle — “modern” olmayı reddediyorum… Bazı beşeri kuralları kabul etmesem de, isyan da etmiyorum; yani itaat etmemek ayrı, isyan etmek apayrı… Günümüzün moda deyişiyle “radikali fundamentalist” vs. değilim; kendimi sadece, dinini yaşamaya çalışan bir “müslüman” sıfatıyla tavsif ediyorum, bu sıfatın önüne gelecek her sıfat, müslüman kimliğimi anlam ve bağlamından kopartacak biliyorum. Neden böyle yaşadığımı ve inancımın ispat – delillerini soranlara da (yani talep olursa) anlatıyorum. Çünkü belki çoğu müslüman; hıristiyan anne – babadan doğmuş olsaydı hıristiyan; yahudi veya başka dinden doğmuş olsaydı, o dinden olacaktı diye düşünüyorum. İşte çoğumuzun inancı böyle veya buna benzer taklidler ve kültürün şekillendirmeleri, bunu sadece dini inançlar için söylemiyorum; ateizm, materyalizm, komünizm, kapitalizm, agnostizm, determinizm vs. inançlar için de aynı mekanizma geçerli…

Bana birisi 24 milyar verse, 1 milyarını geri istese veririm; bunun gibi Rabbimin bana hergün ihsan ettiği 24 saat ömür sermayesinden 1 saatini O’na geri iade ediyorum, namaz kılmakla ve böylelikle O’nun ikram – hediyelerine minnettarlığımı gösteriyorum (yoksa 24 saat ibadet etsem O’na O’nda olmayan ek birşey vermiş olmam ve benim olan birşeyi O’na vermiş olmam ve Cennet’i hak etmiş olmam; çünkü kullandığım zaman, emek, vücut zaten O’nun, sermaye O’nun, enerji O’nun. Benim olan birşey yok ki O’na verip, karşılık bekleyeyim). Demek Cennet ve ebedî mutluluğu karşılıksız veriyor Rabbimiz… İnsan nasıl Birleşmiş Milletler gibi büyük bir organizasyon veya büyük bir holdingte çalışırken nasıl hoşuna gider veya devletin cumhurbaşkanı bana bir görev verse ki bu görev hem çok kolay hem de çok faydalı, insan nasıl sevinir, işte ben de Rabbimin bana verdiği bu ibadet ve kul olma misyonuyla seviniyorum! Beni hayvan gibi veya yaratıp; ye, iç, zevkine bak, düşünme diyebilirdi ama beni muhatap olarak kabul etmiş ve sembolik bazı görevler vermiş. Herşeyi ye, “domuz” yeme; herşeyi iç, “rakı, şarap” içme gibi… Devletler % 15 – 25 vergi alırken, Rabbimiz o da şer’an zenginden 40’ta 1 zekat, yani % 2,5 vergi istiyor; günde 5 vakit namaz 40 rekat, 40 dakika da kılınabilir, 20 dakika da toplam abdest sürse 60 dakika eder, 23 saat dünya işi, 1 saat namaz (hem de top oynamak veya yürüyüş yapmaktan çok daha az enerjiyle kılınıyor, yani hafif ve dinlendirici, yani zor değil). Sene de 1 ay oruç, ömürde 1 defa hac (şer’an zenginsen farz). Nasıl senin anne veya kızkardeşin veya eşine başka erkeklerin şehvetle bakmasını istemezsin, sen de başkalarına bakmayacaksın gibi emir ve yasaklar… Ortalama ömür 60 sene (istatistiklere göre bebek, çocuk, gençlik ve orta yaşta ölenler, 60 yaşa ulaşarak ölenlerden çok daha fazla), 15 yaşına kadar kendimizden pek haberimiz yok ve günahta yazılmıyor, kaldı 45 sene, bunun da 8 saati uyku dersek, kaldı 30 sene, işte 30 senelik uyanık yaşadığım hayatta ne yaparsam ebedî ahirette onun karşılığını alacağımdan, bu davaya önem ve değer veriyorum, dünyaya da ahireti kazanma noktasında vasıta olarak değer veriyorum. Geleceği meçhul ve ispatsız yarınlarım için 30 sene okul okuyan, okul – işe giden ben; gelmesi kesin ahiret için hazırlığı yapmak hayli hayli en akıllıca ve doğru bir hareket!…

Bir kitapta okumuştum : “Bu vücudunu biryerden satın almadın, yolda da bulmadın, kendin de imal etmedin; demek başkasının mülkü… ‘Benim, benim’ diye diye senin olduğuna inandırdığın bedeninin ne nasıl çalıştığından haberin var ve ne de bilgin var ve çalışırken farketmiyorsun bile ve ne eskimesine ve yaşlanmasına ve ne de hastalanmasına ve ölmesine mani olabiliyorsun… Demek ‘sahip olmak’ bir yanılsama… Araba kullanmayı bilmeden araba kullanamayacağını bildiğin halde; sadece ‘istemek / irade’ ile istediğin yöne giden vücudunu ‘atom-molekül-hücre-doku-organizma’ seviyesinde hangi bilgisine sahipsin ve bunların hangisini şuurunla kullanıyor, hükmediyorsun, sahipsin ki; ‘Vücudumu ben kullanıyorum, ben yürüyorum, vücudumun sahip ve hâkimi benim’ diyebiliyorsun!? Sende olan sadece ‘istemek / tercih / irade etme’, diğer herşey senin kontrol ve şuur ve bilgin dışı olan şeyler… ‘Sahip olmak’ bir yanılsama, kendimizi telkinlerle inandırmışız, tıpkı 1000 defa söylenen birşeye inanmaya başlamamız gibi. Kendi kendimizi hipnotize ediyoruz, uyuyoruz ama kendimizi ayık, uyanık ve aydın ve bilgili olduğumuzu zannettiğimizden dolayı uyanmaya çalışmıyoruz ve bizim gibi düşünmeyen – yaşamayan başkalarını uyuyor, uyandırılmaları gerekir diye düşünüyoruz. Gerekirse zorla – baskıyla uyandırmalıyız onları, bu onların iyilikleri için diye düşünüyoruz! Öyle ya en doğruyu biz biliriz, halkı da doğrularımızla aydınlatacağız, doğrularımıza uyduracağız gerekirse zorla diyoruz!…”

Rabbimiz bize ne ve hangi organ veya ihtiyaç vermişse, karşılığını muhakkak vermiş : “Göz” vermiş, göz için lâzım olan ışık ve görülecek nesneler vermiş; “kulak” vermiş, karşılığında ses vermiş vs… Veya açlık ihtiyacı, susuzluk (su) ihtiyacı vermiş karşılığında su ve diğer gıdaları vermiş… Meselâ Rabbimiz yerdeki taşlara yemek vermek istememiş, onlara mide ve açlık ve hayat vermemiş vs… Kısaca Rabbimiz bizim her organ ve ihtiyacımızın karşılığını vermiş; sadece tek ve en önemli ihtiyacımızın karşılığını vermemiş, o da “ebedî yaşama ve yok olmama” şiddetli ihtiyaç ve isteğimiz. Çünkü gelen gider, giden gelmez ve kimse de ölmek istemiyor. Demek en önemli ve değerli olan bu ihtiyaç ve isteğimizin de karşılığnı öldükten sonra bir yerlerde (ahiret) verecek; çünkü vermek istemeseydi öyle bir istek, ihtiyaç vermezdi!… Nasıl ki anne karnındaki sıcak ve korunaklı yuvasındaki bebeğe deseydik : “Bu ayaklar burası için değil, bunları başka bir dünyaya doğunca kullanacaksın; gözün var göreceksin, burnun var koklayacaksın, miden var vs…” Tek gerçeği bulunduğu dünya olduğuna inanan o bebek belki dediklerimizi kabul ve hayal etmekte zorlanacaktı. Evet sadece insan görüp – bildiklerinden, görmediği – bilmediklerine çıkarım ve ispatlar yapar, bilir ve inanır; gelecek zaman ve yerler hakkında bilgilere aklı sayesinde ulaşır…

Tüm beşeri sistem, felsefi doktrin ve ideolojilerin doğma sebebi ve verdikleri cevaplar ve ulaştıkları neticeler : “İnsan nedir / kimdir?, Tesadüfün ürünü mü – bir yaratıcının mı?, İnsanın dünyaya geliş gayesi var mı, varsa ne?, İnsan ve kainat kimin mülkü?, Tanrı var mı?, Varsa, yaratmadaki amacı nedir?” gibi sorulara verdikleri öncevaplara göre şekilleniyor. Yani bilimsel olsun olmasın tüm tespitler ve ifade biçimleri, dini veya felsefi tüm bilgiler; bir inanç / önvarsayım / önkabule dayanarak doğuyor ve şekilleniyor…

Biliyorum ki (daha doğrusu büyük ihtimalle), Peygamberimiz (S.A.V.) Kur’an-ı Kerim için “ben yazdım, söyledim” deseydi, amacına (eğer amacı mal-mülk, para, vs. olsaydı) daha çabuk ve kolay ulaşırdı. Ama en riskli ve zor yolu seçmiş ve vefatında malı da yoktu (ufak tefekleri saymıyorum). Eğer “Ben yazdım deseydi”, — bence — kendisine, insanlık tarihinde, Sokrat, Eflatun, Descartes vs.’den daha çok atıflarda bulunulurdu… Bu bir tahmin.

Tüm dünyada “milliyetçilik”; (sizin deyişinizle “içerikten bağımsız” olarak) inanılan ve kutsalları, ritüelleri, ayinleri, sembolleri, dokunulmazları, tartışılması yasak edilen ve doğruluğu o milliyette doğan herkesce kabul edilmesi gereken dogmaları olan, insan / toplum ürünü bir “inanç”, bir “din”dir…

Sonuç ister bilimsel olduğunu söylesin, ister tarafsız olduğunu, objektif olduğunu ve inancını karıştırmadığını söylesin; ister istemez ve mantıken ve örneklerde de görüldüğü gibi; söylenen her cümle, verilen her mesaj, bilgi — temel olarak ve sonuçta — belli bir dünya görüşü, inanç ve paradigmalardan beslenir ve seslendirilir. Arasıra olan “tesadüf”e verilebilme ihtimali olsa da, devamlı / istikrarlı olanı, yani kainat ve işleyiş ve kanunlarını nasıl tesadüfe verebiliyorsunuz, tesadüfle izah ediyorsunuz?!… Bilim’e hâki molan materyalist ve ateist ve determinist, natüralist felsefe; sebebini bulamadığı veya belli kanunlara oturtamadığı olay – olgulara, “tesadüfi / rastgele” diyerek güya bilimsel davrandı; “yaratma / yaratıcı” ise bilimsel literatürde ol(a)maz! Çünkü bu “inanç”tır, peki “tesadüf” demekte bir inanç değil mi, hem de delilsiz – ispatsız inanılan ve doğru ve bilimsle kabul edilen bir inanç! Bilim Felsefesinin “Tesadüf, Tabiat, Mekanizma Tanrıları” da zamansız – mekansız, kimse görmemiş ama her yerde etkin ve istikrarlı!… “Görmediğime ve delilsiz – ispatsız birşeye inanmam” diyenler bile, yarın(larda) yaşayacağına inanıyor, bu delilsiz- ispatsız inanca göre okula gidiyor, yabancı dil öğreniyorlar, yıllık planlar yapıyorlar. Bu çifte standardı nasıl açıklarsınız?…

Tabiatta normalde gaz halinde bulunan yanıcı ve patlayıcı “hidrojen” ile yakıcı ve gene tabiatta gaz halinde bulunan “oksijen”in birleşiminden “su” gibi söndürücü bir sıvının çıkması, şapkadan tavşan çıkması kadar enteresan ve ilginç (daha doğrusu “mu”cize”) değil mi!? Parçasında olmayan özellik ve sıfat, oluşturduğu bütünde varsa; bu özellik parçasından gelmiyor demektir; çünkü 100 cahil, 1 bilgin veya 1000 kör 1 gören etmez; aksine toplanınca cehalet ve körlük artar! 1000 cansız atom, 1 canlı organizma yapıyorsa; hayat – canlılığın sebebi o organizmanın madde – atomunda aranmamalı. Su örneğinde; bilim’in bu olaya “bileşik “ismini vermesi ve karışımdan farkını anlatması, hadiseyi çözmüyor veya açıklamıyor veya ilginçlikten çıkartmıyor; bilim’in burada yaptığı (diğer konularda da olduğu gibi) sadece bir “ölçme – tespit ve tasvir ve isim verme” o kadar, açıklama değil, sebebini çözmek değil! Hammaddesi aynı olan 115 küsur element – atom tipi ve bu kadar farklı özellik – sıfatlardaki madde için uygulayabilirsiniz bunu; maddeler arasındaki tek fark (demir ve altın veya karbon ve elmas gibi) proton sayıları ve uzayda dizilişleri; bu elementlerden, bilgisayar yazılım – komutları gibi kainat monitöründe bu kadar farklı cins ve özellikte madde oluyor. Atom – elementlerin hammadde ve yapısı aynı derken; tıpkı farklı büyüklükteki 114 küsur tane mısır tanesinin farklı varyasyonlarla birleşince “bitki, et, tuğla, toprak ,demir” karakter / özelliklerde olması ama ayrılınca gene mısır taneleri olması gibi…

Kitap çalışmalarında yöntemim; kâinatta sebebi olmayan veya bilin(e)meyen veya bilimin henüz sebebini bulmadığı veya açıklayamadığı olay – olguları Allahu Teâlâ’ya verme şeklinde değil. Benim yaptığım bilimin gösterdiği sebeplerin (atom, toprak, tesadüf, tabiat, madde – enerji gibi) aciz, cansız ve kör ve cahil olduğu, fakat neticelerinin muhteşem olması sebebiyle; kainattaki varlık ve olayların sebebinin görünenlerden başka olduğu bilgisi üzerine kurulu. Tıpkı anne karnındaki bebeğin sebebi anne olmadığı gibi (çünkü anne bebeği imal etmiyor, anne sadece günlük yaşamına devam ediyor, bebeğin kaşını – gözünü takmıyor, hücreleri bölmüyor, organize etmiyor, hatta olanlardan haberi bile yok. Anne bebeğin varlık ve yaşamasına sebep değil ama kendine bakmazsa, bebeğin ölümüne sebep olabilir); ağaçta meyvesinin sebebi değildir; yumurta da civcivin sebebi (yapanı, faili) değildir! Ne madde enerjinin ve ne de enerji maddenin varlık ve devam sebebidir. Bilimin herhangi birşeyi sebeb – netice ilişkisiyle açıklaması (determinizm ve nedensellik), tavuk – yumurta kısır döngü (fasid dairesine) yol açar, açıyor!… Ağaç – meyve örneğine devam edersek; gerçekten ağaç, meyvenin sebebi ve meyve ağacın neticesi olsa; o meyvenin yaratılabilmesi veya inşa edilebilmesi için dünyanın güneş ve kendi etrafında dönmesi, eğimi, yerçekimi, ısı – ışık, buluttan su, rüzgar, güneşin orada durması için diğer çekim dengesiyle ilgili gezegen yıldızlar ve onların bağlı olduğu diğer zincirleme gezegen – yııldızlar vs. trilyonlarca sebebin ittifak edip ve anlaşmayı bozmayıp (hem “sahip” ve hem “esir” paradoksu gibi), istikrarla aynı bileşkedeolmaları gereken yer ve zamanda olmaları gerekiyor; demek “elma”, kainat fabrikasında yaratılıyor; demek elmanın sebebi tüm kainat; demek “birşey herşeysiz ve herşey birşeysiz ol(a)maz!” Demek elmayı yaratan ve sebep kim ise; kainatın da sahibi ve yönetici ve yaratıcısı O! Ağacın sahibi kim ise, ormanın da sahibi O!… Sonuç : Sebepler sebep değildir ve tek sebep Rabbimizdir!…

İnsan yüzeysel bakınca ve tek bir olay – nesneyi inceleyince, kestirmeden kolaylıkla olayı tesadüf – tabiat karanlık kuyusuna atabiliyor; halbuki düşünce sisteminde tek tek değil, silsile halinde ve bütüncül (holistik) düşünmek gerekiyor; örneğin : İnsan tek bir anne – bebek örneğinde, dişsiz bebeğin en gerekli gıdayı annesinin memesinden (emme refleksini bilerek) alması gayet normâl ve tabiî – tesadüfî bir olay olarak algılayıp, anlamlandırabiliyor; fakat tek tek değil de tüm hayvan ve insan anne ve süt içen bebeklerini ve geçmiş – şimdi – gelecek zamanları da hayalde bir araya getirip, bütüncül bakabilirsek, bu muhteşem ve mu’cizevî olayın ne tesadüf ve ne de tabiatla izah edilebileceğini insan aklı kabul etmiyor! Benim yaptığım; 15 yaşında ve bugünkü aklımızda dünyaya doğsaydık : “Beni buraya kim getirdi, nereden geldim, ben kimim, gönderenin maksadı ve benden istediği ne!?” diyerek bunları soran ve gördüğü herşeyi uzaydan dünyaya yeni gelmiş bir uzaylı (veya küçük bir çocuk gibi) gibi hayretle seyretmek ve olayların perde arkasındakini ve niçin – nasılını anlamaya çalışmak.

Bazen resim gibi 2 boyutlu bir yüzey dünyasında yaşayan, bu sebepten 3 – 4 boyutlu bir dünyayı hayal edemeyen ve bu yüzeylerine 3 boyutlu küre düşse bile kürenin sadece izdüşümü olan daireyi algılayabilen canlılara benzetiyorum bizi. Resimdeki insanların bazıları ressamın varlığına inanıyor, gördüklerinden görmediklerine çıkarım yapıp ressamı tanımlayabiliyorlar, mesela diyorlar ki : “Bizim yaratıcımız kainatın (yani resmin) hem her yerinde hem hiçbir yerinde, zamansız ve mekansız, bizim gibi çizgi ve boyalardan oluşmuyor, bizden farklı, her ne düşünür, hayal edersek, gördüğümüz – düşündüğümüz hiçbir şeye benzemez. Bizi yaratan elbet bizim cinsimizden olamaz ve bize benzemez…” Ressamı kabul etmeyenler : “Hayır, kainatta (resimde) olanların sebebi gene resimdeki nokta – boya – çizgiler; yani resim / kainat / doğa dışı / doğaüstü bir ressam sebep aramaya ve kabul etmeye gerek yok, herşey madde – enerji – boya – çizgi – noktaların tesadüfi hareketleriyle ve fizik – kimyayla izah edilebilir” diyorlar. Ressamın resim dışında olduğu halde resmin her noktasında etkin elini ve kalemini görmeyip, sadece kaleminin 2 boyutlu ucu veya kalemin yazdığı “noktalar olan atomlar” ve kalemin hareketinden oluşan atomların hareketini ve aynı nokta / atomun bir gün ağaç, diğer gün canlı, diğer gün meyve, diğer gün taş gibi resimlerde kullanıldığını gören (yazılan – silinen yazı tahtası, defter gibi), bu silinme – yazılmaların devamıyla “hareket” ve “zaman” adlı kavram ve soyutlamalara ulaşan inananlar; bir çocuğun bozulmamış saflığında yapacağı gibi Allahu Teâlâ’yı kabul etmekte zorluk çekmiyorlar. Yaratılışını bozanlar ise, akıllarına sığışmıyor diye başlangıcı olmayan ve sonsuz (ezeli ve ebedi) bir Yaratıcı’yı kabul etmektense; kainat – madde ve enerjinin yaratıcısız, yani başlangıçsız yani ezeli ve ebedi olduğunu kabule hazırdırlar. Eskiden insanlar putlara tapardı, şimdikiler ise putların maddesine tapıyorlar, çünkü Allahu Teala’nın ilahlık özellik – sıfatlarını maddeye veriyorlar ve Rabbimizin muhteşem fiil – eserlerini, cansız – şuursuz maddeler, rüzgarda rastgele çarpışan atomlar, sınır tanımayan sel gibi akan enerji – kuvvetler ve tesadüf yapabilir ve yapıyor, işte görüyorsunuz” diyorlar. Halbuki sadece gördüğümüz eserlerin mükemmel, sebeplerinin aciz olduğu ve sebeplerin de neticeleri gibi yaratılıp – yok edildiği! Bir karıncanın tek başına 1000 tonluk çelik kütleyi havada taşıyıp, götürdüğünü görsen, herhalde 1 gramlık karıncanın bu çelik ağırlığı taşıyamayacağını bilir, karıncanın arkasındaki asıl taşıyanı veya çeliğe bağlı görünmez ipleri ararsın, bulamazsan bile bunu karıncaya vermezsin, “1000 tonluk çeliği karınca taşıyor” demezsin! Gördüklerinden görmediklerine ulaşmak ve inanmak ve gördüklerini olduğu gibi kabul etmemek insan olmanın özelliğidir. Yoksa tüm illüzyonistlere olağanüstü özellikler atfederdik veya sıvının içinde kırık görünen kaşığın öyle olduğunu kabul ederdik veya cam, güneşten daha büyük derdik veya kriminal, tarih, arkeoloji, antropoloji, psikoloji vs. ol(a)mazdı!… Rabbimiz her yarattığı şeyin üzerine taklit edil(e)mez mührünü vurmuş. Farz-ı muhâl sebepler canlı, akıllı – şuurlu ve bilgili de olsalar gene de bu mührü taklit edemezler. Parmak izi, insan siması, ses tipi, göz retinası, dil izi vs… hep böyledir; hepsini bilmeden bir tanesini dahi yaratamazsın. Hele insan siması ilginç; küçük bir alan, kullanılabilecek – kullanılan sınırlı renk ve belli şekiller olduğu hâlde dünyadaki şimdi ve geçmişteki insan simaları biribirine benzemiyor olup, hepsinin onları ayırdedip, tanıyabilecek farklılıkları var…

Tümevarım ve sonra tümdengelim ve sonra analoji ve bu akıl yürütmelerden sonra sonra bizde hasıl olan itmi’nan, emniyet ve güven hissi yanlış mı? Ekmek almaya gittiğimiz herhangi bir fırıncı veya tanımadığımız herhangi bir bakkalın bizi zehirlemeyeceğini biliriz, bundan eminizdir ve hiç şüpheye kapılmayız. Bunun gibi tanımasakta güveniriz çoğu insana ve bzie kötülük yapmayacaklarını biliriz. Tanımasakta, tanıdıklarımıza güvendiğimiz kadar güveniriz diğer insanlara. Çünkü bizi şimdiye kadar zehirlememişler veya biz tanımadaıkları için zehirlemelerine gerektirecek bir ilişkimi zyoktur onlarla, yani bizi zehirlemelerini gerektireceke herjhangi bir sebep yoktur ki, bizi şüpheye sevkedip, bu ihtimali aklımıza getirsin… Hangisi mu’cize veya doğal? Hz. Adem (A.S.)’ın topraktan yaratılması mı yoksa şimdi yediğimiz topraktan çıkan bitkisel ve hayvansal gıdalardan aldığımız besinlerle vücüdumuzuniçinde yaratılan insanın yaratılması mı!? (Veya yumurtadan kuş çıkması mı?) Bunu normâl görüp, diğerini anormâl görmemizin sebebi nedir? Birisine bir kanun muvacehesinde devamlı şahit olmamız, diğerine hiç şahit olmamamız mı? Sonuçta insan topraktan yaratılıyor, devamlı şahit olduğumuzda sadece ara basamaklar var o kadar. Mucize”ler, devamlı meydan agelirse “mucize” olmaz…

Demek ki birşeyin “mu’cize (A.T.’nın fiil-eseri)” olmadığına karar vermemiz, o şeyin devamlı olup-olmadığıyla ilgili. Hikâye: Bu ülkede yavrular kayadan çıkyor, elkmalar gökten yağıyor, suğmaurlar ağaçlardan sısızyormuş… Mu’cize istediler : “AĞaçtan meyve çıkar, cansızdan can çıkar, yanıcıdan söndürücü çıkar, bebeklere staj yaptır, sütlerini gönder…” vs… Olanların olması ve bir istikrar içerisinde ve kanun dairesinde devamlı olması, olanların olmasının mümkün ve doğalolduğunun ispatı olabilir mi? Hayır! Hve O’dan su, yumurtdan kuş çıkması, topraktan bitki vs. hep bir imkansızın A.T. sayesinden vuku buulmasındanibarettir, yoska onlarkendi başların akalsa olanlafrınolması mümkün değil, bilakis muhal olduğu görülecek… Göz için ışık neyse, akıl için de vahy odur…Dinimizd einsan aklına aykırı ve ters herhangi bir şey yok; fakat aklın al(a)mayacağı şeyler var. Doğaüstü olan nedir?, Mu’cize olan ve olnmayanı nasıl ayırırız veya tanımlarız?…

İstek – irade – tercihimiz, fizik ve maddeye etki ediyor; uzaktaki sandalyeyi istemekle kaldıamıyoruz ama el – kolumuzu kaldırabiliyoruz! Uzaktaki sandalyeyikaldırmak doğaüstü kabuledilebilirken, elimiz için aynı şeyi düşünmememiz ne anlama geliyor?… Bilimsel bilgi, bilgi ile eşanlamlıdeğil. Yani “bilim” ile “bilgi” eşanlamlı değil. Tıpkı “science” ile “knowledge, data, information” eşanlamlı olmadığı gibi. Duyukarın yanıldığını veya aklın yanıldığını gene duyular ve gene akıl söylüyor. Kırıkçay kaşığı, büyük pencereörneklerinde olduğu gibi… Demek olan / algılanan (nesne) ile algılayan (özne)yi ayırmak gerekiyor ki ayırmak demek; “bilgi” ve “bilen – bilinç”in tanımını kaybetmesi demektir. Çünkü bunlar birbirin egöre tanımlı ve ayrılmış kavramlar, paradoks burda başlıyor, ayırmamak gerekir belki…

Sonra diyorlar : “A.T. kendisi gibi bir ilâh daha yaratabilir mi?” Sorudaki mantıksızlığı ve her sorounun cevabı evet – hayır diye muhakkak 2 şık olmayabilirken sorularının almakistedikleri cevaplarında ya evet veya hayır diye 2 şıktan birini seçmek zorunda bırakma tuzakları bir yana; 1) A.T. yaratılmamış ve ezeli ve ebedidir, diğeri hem yaratılmış olacak ve hem de ezeli olmayacak ve muhtaç olacak… Ve A.T. sonsuzken, ikinci bir sonsuzu yaratnak demek olan, kendisini sınırlamak demek olan ikinci bir sonsuz ilah — 2 sonsuz ol(a)mayacağından, çünkü bir yerde birisinin gücü, diğer yerde diğerinin gücü ve egemenlik alanları başlar ve ikisi diğerini yenerse yenen ilahtır ve diğeri esir veya hizmetçisidir — A.T.’nınkendisini 2’ye bölmek demek olan ve 2’ye bölünen de sonsuz olamayacağından, Rabb,imizin sonsuzluğu demenin bir anlamıkalmayacağından; “kendisi gibi bir İlâh yaratabilir mi” sorusu, üçgenin 3 köşeili kabul ettikten veya 3 köşeli şekillere “üçgen” diye tanımlayıp, isim verdikten sonra, “4 köşeli üçgen olur mu” veya “balığın kaç tekerleği var” gibi mantıksız ve saçm asoruy abenziyor, Rabbimizi isim – sıfatlarıyl akabul ettikten sonra, 2. ilâh yaratblir mi” sorusu…

Aynı mantıksızlıkla “Allahü Teâlâ kaldıramayacağı taş yaratabilir mi?!” diye sorarak güya benim bilgi ve inancımın saçmalık ve güya kendi içindeki çelişkisini ispat etmiş oluyorsun! Halbuki sen de biliyorsun ki cevabı “evet – hayır”dan ibaret olmayan ve 3. bir cevabıda olan soruları “evet – hayır” diye başka bir cevapihtimali yokmuş gibi sorman; “Balığın 2 mi, 3 mü tekerleği var?” veya “3 köşeli kare olur mu” gibi kendi içinde lisanen doğru fakat mantıken ve balık, üçgen, karenin tanımları ve realitedeki vasıfları itibariyle yanlış (çünkü bu sorular balık ve üçgen ve karenin tanımını baştan yanlış konumlayarak hazılrnamış sorular. Evet senin elmayla armutu toplamak gibi; Yaratan’ı yaratılana kıyas ederek ve bu kıyas sonucu Yaratan’ı yaratılana benzetmenden kaynaklanan yanlış bir soru. Sen Rabbimiz’i, biz aciz yaratılmışlara benzettiğin için böyle bir soru aklına gelebiliyor ve kafndaki bu yratılmışlarına benzeyen İlâh tanımın agöre, senin bu sorun gayet mantıklı ama doğru değil, çünkü kafandaki İlâh tanımının, gerçekteki Rabbimiz’le bir ilgisi yok, şöyle ki : “Ağırlık – hafiflik, zor – kolay, güçlü – güçsüz, açlık – tokluk, uyku – uyanıklık, kısa – uzun” vs. kavram ve sıfat ve özellikler, izafî gerçeklikler ve karışımlar dünyasında var olan ve bir gerçeklğe tekabül eden ve bir anlamı olan kavram ve hakikatlerdir ki biz bu yaratılmışların birbirine göre durum ve hareketini kıyas ederek, böyle ayrım ve kurallar buluyor ve bunları isimlendiriyoruz. Halbuki sen de biraz düşününce bulacaksın ki zaman – mekânı ve yarattığı varlıklar arasındaki ilişki – kural – praogramları yarattığını bildiğimiz ve bu bilgimizin doğruluğuna inandığımız Rabbimiz, kendisi gibi ezeli olmayıp, sonradan yarattığı ve ve onun bekasıyla ve kayyumiyetiyle hükmü devam eden kurallarının emri altına kendisi de giremez, bu emir, yani fizik kuralları ismi verilen İlâhî İrade’yi ve yaptırımı gösteren kurallar biz insanları bağlar, onları yaratanı değil! Yaratan hiçkendi yarattığı ve kendisi sayesinde devameden bir kural ve sıfat ve özelliğin mahkumu olur mu!? Senin Yaratan’ı kendin gibi bazı kuralların sınırlayıcılık ve yaptırımı altında olduğunu düşündürmeye sevkeden sebep nedir? Senin bu sorun, “Güneş’e gölge düşer mi?” gibi güneşi tanımamanın vekendin gibi olduğunu düşünmenin bir sonucu. Halbuki sen de biliyorsun ki güneş ışık veren ve herşeyi aydınlatan ve gölge bile onun ışığı sayesinde var ve varlığı devam ediyor ve “gölge” ismi alıyor. “Güneşin üzerine gölge düşer mi?” demek, 2 zıt şeyin bir yerde birlşmesini kabul etmek gibi bir çelişki, hiç aydınlık ile karanlık birleşir aynı yerde birleşir mi, birleştiğini vehmedersen buna aydınlık veya karanlık ismi verilir mi? Açlık ile tokluk, kudret ile zayıflık aynı kişide toplanır mı? Gölge ile ışık bir arada olur mu? Halbuki ikisinin varlığı, diğerinin yokluğu üzerine kurulu ve bağlı ve birbirine kıyasen anlamı olan şeyler. Bir bilgisayar programcısı yazdığı bir oyun programında, monitördeki çizgilere bazı kurallar belirliyor (“yer çeksin, su kaldırsın, insanlar acıksın ve susasın, uyusun – uyansın, ses havada yayılsın, uzayda yayılmasın, balıklar havada – insanlar sudaboğulsun” gibi). Eğer buradaki çizgiler, bağlı bulundukları dünyaya ve uymk zorund aoldukları kurallaa bakıp, programcıların, yani kurlları koyanı, kendileri gibi düşünüp, kendilerininbağlı olduğu kurallara programcılarının da bağlı ve mahkumolduğu vehmin ekapılıp; “Acaba bizim dünyamızda temas edince bizi etkileyip, yakan “ateş” ismini verdiğimiz varlık ve “ateşin yakması kuralı”, programcımızı da yakar mı?” demeleri gibi sen de “Kuralları koyan Rabbimiz, bu kurallarına mahkum olup, kaldıramayacağı taş yaratabilir mi?!” diyorsun, güya çok akıllı olduğun için!…

Veya ressamınçizdiği 2 boyutlu resiminsanların, 2 boyutlu çizxgden duvarları aşamamalrı ve paralarını üçgen – kare gibi 2 boyutlu odalarda sakamalarına ve çizgileri kırmadan veya silmeden vey aetrafınad dolaşmadan aşamamaların abakıp; “Bizi çizen ressamımızda kendisinin aşamayacağı çizgi duvarlar çizebilir mi!?” demelri gibi biz de 3 – 4 boyutlu dünyamız abakıp, bizim dünyamızı çizen ve sahnemizi hazırlayan Rabbimiz hakkında; “Rabbimi zyumurtayı kırmadan içindekini alabilir mi?!” gibi güyagayet mantıki sorularüretiyoruz, bu sorular akıl ve bilgimizinçokluğunu değil, azlık ve acizlik ve cehaletini ve mahukiyetimizi gösteriyor, hele bir de kibirli kibirli soruluyorsa!…

Elhasıl “ağırlık – hafifilik vs. özellikve sıfat ve zorunlulukve kurallar” biz yaratılmışlar için var ve biz bunlara mahkuûmuz ama bu kuralları uygulayan irade ve kudret, sonradan bizler için yrattığı ve yazdığı bu program – kurallara bağımlı değil; bilakis kurallarınolması ve devam etmesi O’na bağımlı!… Hiçbirşeye muhtaç olmadığını ve herşeyin varlık ve devam ve isimlendirilmesinde O’na muhtaç olduğunu bildiren Rabbimiz, muhtaç olmadığı halde sonradan yarattığı ve (genekendi sayesinde devameden bir kural ve varlığa) birşeye muhtaç olmak ve emri altına girmek zorund akalması ve bağımlı olması gibi saçma bir ihtimalin ihtimalolarak bile düşünülmesi imkansız değil mi! Hem herşeye gücü yettiğini ve mahlukun ave mahlukukunun ağımlı olduğu kurallara bağımlı olmayan birRabbi kabul edeceksin, onra herşeye gücü yeten Rabbimizin, gücünü kaybetmesi veya aciz durumu adüşüp, gücü herşeye yetmiyor diye baştan kabul ettiğin Rabbe zıt bir Rabbe döünüşmesi gibi saçmalık olur mu!…

Üçköşeli düzgün çizgilere üçgen ismi verilmeyi kabuletmek ve üçgni öyletanımlamak ve bildikten sonra “dört köşeli üçgen olur mu?” demek gibi tüm isim ve sıfatlarıyla kabul ettiğin ve inandığın Rabbinin, baştandoğru kabulettiğin sıfatlrını sonradan yanlışlamak gibi bir şey bu. Üçköşeli şeye üçgen denir ve kendidnen ışık veren şeye yıldız veya günş denir, ışık vermiyorsa gezegen denir, meteor, ay denir ama artık güneş denmez, olsa olsa sönmüş güneş denir, gücü sıfırlanan veyasınırlanan şeye de “ilah” ismi verilmez. Rabbimi zhakkınd aböylesualer, Rabbitüm özellikleriyle bilip, kabulettiktensonra, bu özelliklerinin olmadığı sonucunu çıkarsayansorular, gramatik olarakdoğru fakat mantıken kısır döngü olduğu içinyanlıştır! Armutun tıpkısı olan elma olur mu gibi saçmadır, eğer armutun tıpkısıysa o şey elma değil armuttur, eğer elma olduğunu farkedecek bir işaretvarsa o meyvede o meyve armuta tıpatıp benzemiyor demektir zaten!…

 

Share

Yorum ekleyebilirsiniz...