Nokta

gunbatimi1

* Bir ‘şey’, tanım ve tarifinde, kıyas edildiği şeyler adedince farklı tanımlanır ve tanımlanıp, ta’rif edildiği şeylere göre anlam kazanır. Meselâ Güneş’in Dünya’ya uzaklığı, Dünya’ya göre büyüklüğü, Mars’a göre, Merkür’e göre, vs. şeylere göre aynı Güneş, sonsuza yakın tanımlanabilir. Yani ‘Güneş’ tek bir şey / şeyler kümesi olduğu halde, neye göre bakıldığı, neye göre ölçüldüğü ve kıyas edildiğine göre, Güneş’in anlam kümeleri genişler. Yani gözlenen, gözlem ve buradan çıkan sonuç, gözlemcinin amacından bağımsız ol(a)maz. Buna göre Güneş, kâinat içerisinde tek bir nurlu noktayken; bu nokta hakkındaki ilim ve bilgimiz, noktalar adedince genişler ve / veya çoğalır. Gözlenen ve anlatılan tek, fakat tanımlar çok, kelimeler çok. Bu çokluklara ‘ilim / bilim’ deniliyor…

* Element veya atom bir nokta’dır, içlerine girince “esir” bir nokta’dır…

* ‘Zerre(ler) de, birer noktadır… (Hatta ‘nüve’ler de başka açıdan ayrı bir nokta sayılabilir ve ‘kürre(ler)’ de başka bir açıdan nokta sayılabilir…)

* Bu ilim / bilimleri ifade etmekte kullanılan kavram ve kelimelerin anlamı da, başka kelimelerle ta’rif ediliyor. Yani ‘kelime’ de tek olduğu halde, o da genişliyor ve çoğalıyor. Buna göre, bir ‘kelime / kavram’ın da tanım ve ta’rifi sonsuza yakın yapılabilinir. Tıpkı ‘1’ rakamını tekrar tekrar sayılara bölmenin 0 (sıfır) sonucunu vermemesi gibi veya birbirini yansıtan aynalar gibi…

* ‘İlim’, bir noktadır… (Soru, nisbet ve kıyaslar ve yorum ve ifadelerle büyür ve açılır…)

* ‘Hakikat’, bir noktadır… (O’na bakanlar adedince farklı gerçekler gözükür…)

* ‘Göz’de bir noktadır, fakat gördüğü şeyi gözbebeğinde saklar…

* Uzaktan ‘nokta’ gibi görünen şey, yakına gelince koca bir deryadır… (Bir nakil: “Uzakta olan en büyükle, yakında olan en küçük aynıdır; noktadır, nokta olarak görülür…”)

* ‘Sıfır (0)’, bir noktadır… Arapça’da nokta şeklinde yazılır. Burada nokta (yani sıfır), göremediğimiz alem ile gördüğümüz alem arasında hem bir perde / duvar ve hem de bir köprü / geçittir… Buradan geçen; bu evrende ‘yok’, fakat diğer alemde ‘var’ olur. Meselâ; uyku ile gözünü dünyaya kapatan, rü’yaya açar. Rü’yada ölen, dünyaya uyanır. Bu dünyada, ölerek gözünü dünyaya kapatan, ahirete açar…

* ‘Dikkat / odaklanma’, bir noktadır… (Seyrettiğimiz filmde bile, sadece tek bir noktasına dikkatimizi yoğunlaştırabiliriz ve bu dikkatimizi nokta kadar kısa süreli olarak yoğun tutabiliriz, sonra yoruluruz. Nokta zaman – mekânlı konsantre olabildiğimiz için; filmde olan çoğu davranış, söz, olay, jestleri ya da eşyaların konumu, rengi, sayısı gibi şeyleri kaçırırız…)

* ‘Şimdiki an’, bir noktadır… (Dolayısıyle sadece ‘şimdiki an’da mevcudiyet (vücudu) olan ‘mekan’ da bir noktadır. Evet bir an geçmiş veya geleceğe gidemiyoruz, fizikî vücut ve hayatımız hep bir an’da var; yoksa geçen ‘an’lar adedince Ayhanlar olur ve birbirleriyle sohbet ederlerdi…)

* ‘Zaman’, ardarda ve süratli akan bir ‘an noktalar’ı dizisidir… (Doğru, düzlem, hacimlerin yani ‘mekanlar’ın noktalardan oluşması gibi, zaman da ‘an’ denilen noktaların her an yaratılıp, bir diğerinin yokedilmesi (Levh-i Mahv, İsbat); yani süratli bir şekilde ardarda gelmesi sonucu vücudî varlığa kavuşmuş, görünür hale gelmiştir. Karanlıkta hızlıca çevirdiğimiz sigara ateşininin, hariçte sahte bir çizgi ve yüzey, vehmî vücudu meydana getirmesi gibi…)

* ‘Mekân’ da, bir noktalar manzumesi, küme’sidir…

* Her ‘şey / nesne / mahluk’, bir noktalar (zerre, atom ve alt parça ve dalgaları) kümesidir…

* Her nokta da, bir noktalar kümesidir…

* ‘Ene / benlik’, bir noktadır… * ‘Karadelik ve Akdelikler’, birer noktadır…

* ‘Kâinat’, çekirdek / tohum misali bir nokta, bir ‘nur’dan yaratıldı…

* ‘Nokta’, icmal; ‘rakam’ tafsildir… * Çember veya dairenin çapının merkezi ‘nokta’; bu nokta’nının izdüşümü / açılımı / tafsili / genişlemesi de daire, çember, çevresidir… Merkez nokta, daireye hem en uzak ve hem en yakındır…

* ‘Nokta’, ehadiyet; ‘nokta kümesi’ olan çizgi, ‘çizgi kümesi’ olan yüzey ve ‘yüzey kümesi’ olan hacimler vahdettir… * ‘Nokta’, vahdet; yazdığı ‘çizgi(ler)’ kesrettir…

* Belki ‘Big Bang’te, Kur’an- Kerim’in ilk ayeti olan besmelenin ilk harfi olan ‘be’ ile başlayan (belki ‘be’nin altındaki nokta ile başlayan) bir noktadır…

* Bu yazıda da her nokta bir nüktedir… (Nokta ile Nüktenin etimolojileri, tam örtüşmese bile.)

* ‘Embriyo’ da bir noktadır…

* Herşey yaratılış olarak bir noktadan çıkar ve sonra tekrar o noktaya döner, yani aslına rücu eder… (Topraktan gelenin, gene aslı olan toprağa dönmesi gibi; doğarken dişsiz, saçsız, konuşamaz, akledemez, yürüyemez olmamız; ihtiyarladığımızda da o eski bebeklik halimize dönmemiz gibi…) Başlangıç ve bitiş… Ol ve öl…

* Sanki ‘elif harfi’, noktalardan oluşmuş bir ‘kalem’ veya bu kalemin ucu veya izdüşümü veya mürekkebi olan ‘nokta’yı görüyoruz levha / yüzeylerin birleşmesinden olan kâinatımızda; o noktaları, ‘zerreler’ olarak görüyoruz. Kalemin hareketinden oluşan zerrelerin hareketini, zerrelerin kendinden kaynaklanan (zatî) / kendi tabiat ve özellik / sıfatlarından kaynaklanan hareketler ve zerre noktalarının yanyana gelmesiyle yapılan inşaatları tesadüfen, kendi kendine oluşumlar zannediyoruz…

* Bence ‘Kün’ (ol) emrindeki; ‘gaf ‘ harfi ‘kalem’e işaret ve sonra gelen ‘nun’ harfi de ‘noktaya’ yani kalemin levhadaki ucuna, izdüşümüne veya mürekkebine ve o uç, mürekkebin levhada yazdığı kelimelere işaret. Kalem Suresi’nde ‘nun’ huruf-u mukattaasından sonra “yemin olsun kaleme ve satır satır yazdıklarına…” şeklinde devam etmesi… ‘Elif’ harfi de bu kalemin şekline işaret; baş harfi ‘elif’ olan ‘İkra’dan sonra, Yaratan Rabbinin adıyla bu kâinat kitabını okumak… Zaten ‘elif’ harfinin ebced değeri ‘1’ rakamıdır. ‘1’ rakamı ise; bütün sayıların aslıdır (sayılar, 1’lerden oluşmuştur, 1’in yansımalarıdır). Evet 0 (sıfır) yani yokluktan, önce 1 nur yaratıldı, sonra bu 1’den (yani Nur-u Muhammedi’den) 2,3,4,… yani kesret / çokluk yaratıldı! ‘Elif’; asıl olarak bir ve tek olan Allahu Teâlâ’ya, sonra Kün emriyle Kader Kanunun Kudret Kalemi’ne ve bu kalemin yazması / yazdıklarına işaret olabilir…

           Önemli bir açıklama : İlk vahyolan Ayet-i Kerîmeler’in bulunduğu Alâk Suresi’nden sonra, vahyolan 2. veya 3. sıradaki Ayet-i Kerîmeler’in Kalem Suresi’nin ilk ayetleri olması, bu 2 sure arasında kuvvetli bağlantıların olduğunu göstermektedir. Zaten meâlen ‘kalemle insana bilmediğini öğreten Rabbimiz’den ve bu kalemle yazılanları nasıl okuyacağımıza dair ‘Rabbimizin adıyla okumaktan’ ve neyi okuyacağımıza dair örneklerden bahseden Alâk Suresi’nden sonra; Kalem Suresi’nde de okunması gereken bu satır satır yazılanlara atıf yapılması da bu kuvvetli bağlantıyı göstermektedir. Bir de Kalem Suresi’nin başında yer alan ‘nun’ Huruf-u Mukattaası’nın ‘mürekkep hokkası’ veya ‘mürekkep balığı’ gibi özel anlama gelen ve aynı okunuşa sahip ismin kısaltılması olduğu rivayetlerini de dikkate alırsak, Kur’ân-ı Kerîm’deki Alâk ve Kalem Sureleri’ndeki harflerle ve ve ‘Kün (ol)’ Emr-i İlahî’sindeki harfle ilgili söylediğimiz bazı tahminlerin anlamca da desteklendiğini görürüz…

* İlk nazil olan ayet olan besmeleden sonraki, ilk nazil olan ayet olan Alâk Suresi’nde “Yaratan Rabbi’nin adıyla oku (ikra)…” (Besmeleyle oku kâinatı; seni yaratan Rabbi’nin yarattığı mahlukatı Rabb’inin emriyle, izniyle ve anlamını bilerek oku ve böylece ‘Ne güzel yaratmış Rabbim, Rabbil Alemin!; Subhanallah, Elhamdulillah, Allahu Ekber!; Bunları yapacak ilim, irade, kudreti ve rahmet, şefkât, keremi olan yoktur Allahu Teâlâ’dan başka…; Lâ ilâhe illâllah, Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil Aliyyil Azîm…’) “Oku, ki insanı alâktan yarattı / yaratan… Kalemle bilmediğini öğreten…” buyuruluyor. Neyi, nasıl okuyacağımızı (ve anlatacağımızı) öğretti Rabbimiz ve sonra başkalarına da “kûl (de, söyle, anlat, bildir, öğret)” buyurdu…

* Evet Kayyum-u Kadir-i Halik’ın İlm-i Ezelisi’ndeki, Kader Kanunu’nun, Kün emriyle ve Kudret Kalemi’yle Kaza olması, yaratılan / yazılan kelimelerin Kürevi olması ve Kavisler çizmesi ve semanın Katları – Aktarları, zerre uçlu kalem / kalemlerle yazılan kelimelerin, devamlı değişik hallere Kalbolması, yani Sıfat-ı İrade’den gelen Kevnî ayetlerin yazıldığı bu Kâinat Kitabı’nın, Kâtibin (C.C.) elinde, kitabetiyle Külli Kıssa (misallerin) bulunduğu ve Kıraat edilmesi gereken bir Kaside olması, bu külli kasideyi Kur’an’ın tercüme etmesi ve her ikisini İkra emriyle kıraat etmemiz, bu mütecessid kelime ve cümlelerin birbirlerine bakması ve Kıyas’ıyla öğrendiğimiz izafi / kıyasi gerçekler ve değişmez hakikatler, yani kâinatta Şeriat-ı Tekvinî (Kevn) ile yazılmış ve işleyen mütecessid Kur’ân-ı Kerîm’dir… (Kur’ân-ı Kerîm’de kainattaki varlıklardan da ‘âyet’ olarak bahsedilmesi ve kağıttaki ‘yazı’ ile kainattaki ‘cismanî varlık yazıları’nın da manalarının kendi içlerinde olmayıp, her iki çeşit yazının da yazan ve okuyanca anlamlandırılması; evrendeki varlığa ‘ayet, yazı, kitap’ ismi verilmesinin, mecaz ve benzetme olmadığının delilidir.) Evet Kalemden ilim akıyor; ilmî modeller üzerinde cismanî elbiseler dikiliyor… [Bu cümlelerde birkaçı hariç, koyu yazılan ‘K’lar, arapça ve osmanlıca da ‘gaf’ harfiyle yazılıyor.] (Ayrıca Kur’an-ı Kerim’deki ‘Kürsi’ kavramı ve isimlendirmesi ve Ayetelkürsi’nin de bu bağlamda farklı anlamları var…)

* Kalp ile akıl ve kulak, kul (de / söyle / bildir) – ikra (oku) ve yaratılmışların yani künlerin, yani kainatın yaratılmasından önce ilk “kün” ses / söz / emrinin olması ve kulun künlerin künhüne varması arasında da benzer bir ilişki vardır ve gösterilebilir… (Ayet-i Kerim’e meallerinde kalbin, kulakla iritbatlandırılması; ikisinin de her yönden geleni alabilmesi, gözkapağı gibi bir kapaklarının olmaması ve “ses” ve sesin “söz”e dönüşerek taşıdığı “anlam”ın, duyan kişide üzülme, sevinme, korkma vs. gibi kalbî, aklî, ruhsal, duygusal ve fiziksel te’sirler meydana getirmesi ve fiziksel davranışlara sevketmesi gibi…)

* Kün – Kâinat ve Kûl (veya İkra) – Kur’an : Kâinat, kün emriyle yaratılan Cismanî ve Kevnî Kur’ân ve Kur’an, kûl (veya İkra) emriyle söylenmiş Kelamî Kur’ân… Biri Sıfat-ı İrade’den gelen emir – kanunlarıyla kâinatı düzenlerken, diğeri Sıfat-ı Kelâm’dan gelen emir – kanunlarıyla insanın davranışlarını düzenliyor…

* Kâinat mescidinde herşey “Bismillah” deyip, her hareketlerinde Allahu Teâlâ’nın adıyla ve O’ndan gelen O’nun havli ve kudretiyle, yani ihlâsla hareket eder ve edebilir… Namazdan sonra mescidden çıkarken, başka bir mescide giriyoruz. Bu mescidde de günah işlememeye çalışanlara ne mutlu…

* “Dil (lisan), kelâm”, kâinatın aynası / kâinattakilerin ismi, yani kün’lerin (oluşların) ismi. Kâinatta olan varlık ve faaliyetler El Esma-ül Hüsnâ’nın tecelli ve tezahürleri. Yani hiçbir şeyin sıfat ve özelliği ve te’siri kendinden, zatından, tabiatından değil; istisnasız herşey bu yönüyle Allahu Teâlâ’nın “Samed” ismine ayna. Yaratılıp, var edilmekten başka; varlıkta durup, adem / yokluğa yuvarlanmamak için de, O’nun Kayyumiyeti’ne muhtacız her an…

* Kâinat bu kalem ucu noktaların hareket ve birleşmesiyle Nur ve Nar’dan Nüzul etmiş yani ilk önce yaratılan Nur-u Muhammedi’nin nur / nar mürekkepleriyle Nazmedilmiş Nizamlı bir Nakışlar veya Nesirlerdir ve bir Name-i İlahi’dir… Hele mahlukatın Nur-u Muhammedi’den yaratıldığı da düşünülürse… Zaten nurun bir çeşidi olan ‘ışık’la kâinatın görülmesi, yani var olduğunun ve sıfatlarının görülmesi, bilinmesi de ayrı bir nüans ve ayrı bir temsil, ayrı bir hikmetli kevnî ayet. Bir Alim’in ifadesiyle : ‘Güneş’in nur hokkası olması.’ [Bu cümlede koyu yazılan ‘N’ler, ‘nun’ harfiyle yazılıyor.] (Belki atomdaki müthiş enerji bu nur’un kendisi ya da ‘nur – nar’ olarak bir tezahürüdür…)

* Herşey nokta süreli an / mekanlarla an be an yaratılıp, yokediliyor; Kader’in sahife-i misaliyesi olan, levh-i mahv, isbat sahifeleri olan zamanın sayfalarında… Sonradan dürülüp (tekvir – küvvirat), hesabı görülmek üzere… Künnes ve Hünnes… Ol ve öl…

* Bütün harflerin ‘elif’ harfinin eğilip bükülmesiyle oluştuğunu kabul edersek; ‘nokta’ (sanki çekim gücüyle) sonsuza uzayıp, giden ‘elif’i sınırlandırmış, bükmüş ve farazi bir hat / nisbî bir kıyas ve denge oluşturmuştur. Buradan ‘be’ harfi meydana gelmiştir. Yani ‘elif’ harfinin sembolize ettiği ‘Ehad Allah’ (bu isimlerin baş harfi ‘elif’tir); bir nokta / maya / tohumdan / çekirdek ve buradan çıkan noktaların terkibiyle oluşmuş alemlerin, bilinçli abdlerin yaratılmasıyla bilinmiş, tanınmıştır. Yani ‘elif’ harfi, Ehad Allah’ın; ‘be’ harfi, bidayet, ba’s, başlangıç, birinci, abd, ibadet gibi kelime / anlamların işaret ya da sembolüdür denilebilir…

* Detay ve mahiyet ve hakikatinde kesin bir bilgiye sahip olmadığımızı unutmamak şartıyla : Allahu Teâlâ’nın mahlukattan “KüN (ol)” emriyle ilk yarattığı “Nur-u Ahmedî” (S.A.V.), bundan sonra yaratılan / yaratılacak tüm mahlûkatın hamuru, mayası, mürekkebi, çekirdeği bu nur. Nur-u Ahmedî’den sonra ilk yaratılan “Kalem”, sonra yaratılan “Levh-i Mahfuz” (ve o levhaya yazılan tüm mahlukatın “Kaderi”, orada yazılanların yer – zamanı gelince uygulanma, yaratılması “Kaza”), sonra yaratılan “Arş”, “Melekler”, “Kürsi”, Gökler ve Yerler… Kalemin ucu kâinata dokunduğunda izi, “Nokta” oldu, (Kalem Suresi, 1. Ayet : Nun. Yemin olsun kaleme ve satır satır yazdıklarına…) sonra…

Bu sebepten Kur’an-ı Kerim Alemlerin Rabbi’nin Kelâmı; Kâinat, Mücessem Kelâmı ve her ikisine ve içindekilere “âyet” denir. İkisinin ve içindekilerinden bir harfinin bile benzerini getirmekten mahlukat aciz; ikisi de mu’cize (aciz bırakan). Harflerin dizilişi mu’cize olduğu halde, bu mu’cizeyi yapmak harflerin iktidarı dışında olması gibi… Nurdan yaratıldığı için kâinat, nur ve ışık kâinatın bize görünmesine / görmemize sebep (yani perde) kılınmış, Risalet-i Muhammedî de (S.A.V.) kâinatın anlam ve mesajını görme ve anlamamıza sebep kılınmış denilebilir…

* Asıl ilim Allahu Teâlâ’yı bilmekken ve yarattıkları Allahu Teâlâ’yı anlatırken; bir yabancı dil gibi kâinatın harf ve kelimelerini okuyan (telaffuz eden) ama dilini bilmediği için anlamını bilmeyen birileri; ilmi, kelamı, sözü çoğaltmış ama anlamı kaybetmiştir. Hatta birileri daha ileri giderek, tercüme edemediği ve kendi diline çeviremediği kâinatın lisan ve anlamını, “tesadüfî, yani karışık, yani amaçsız harf dizilişleri, yani anlamsız” diyerek kâinatın lisan (dil) ve anlamını reddetmiştir.  
 
 
 
 
 

 

Share

Yorum ekleyebilirsiniz...