Yolların Ayrılış Noktasında Bilim

 

 

ŞU SATIRLARIN OKUYUCUSU veya yazarı olmanın ötesinde, daha nice beraberliği paylaştığımız güzelim bir dünyada yaşıyoruz. Güneş her sabah hepimize doğuyor. Geceleri ay, hepimiz için parıldıyor. Soluduğumuz hava, içtiğimiz su, kokladığımız gül aynı. Yaşadığımız baharlar, hepimizin yüreğine, aynı güzellik diyarının haberlerini getiriyor. Patlayan bir tohum, yeni açmış bir çiçek, cıvıldayan bir kuş, kayan bir yıldız, aynı duygularla yüreklerimize taşınıyor. Gördüğümüz, yiyip içtiğimiz, kokladığımız, duyduğumuz ve dokunduğumuz her şey aynı tarlanın mahsulü. Hepsi de, kâinat adlı o sergiden alınma.

Kim olursak olalım, bu gerçek hiç değişmiyor. İster kuantum fiziğinin derinliğinde fizik-metafizik ayrımının anlamsızlaştığını anlar gibi olan bir nükleer fizikçi olalım; ister demirin kimyada sembolünün ‘Fe’ olduğunu bile bilmeden sabah-akşam demirle haşir neşir olan bir döküm işçisi; ya da, ister her gün ve her gece Popper, Kuhn, Wittgenstein arasında dolanıp duran bir bilim felsefecisi.. sonuçta, hepimiz aynı kâinat içinde yaşıyoruz. Her birimiz, o kâinat içindeki her bir şeye, aynı duygu donanımıyla muhatap oluyoruz. Sorduğumuz, cevap aradığımız, cevap bulduğumuzóya da cevap bulduğumuzu sandığımızósorular bile aynı: "Kimiz biz? Neden buradayız?"

Gökkuşağı olsun, Satürn olsun, uç-uç böceği olsun, hepimize ortak bir heyecanı yaşatıyorlar. Güzelim bir günbatımı manzarası, ister bir bilim adamı olalım, ister bir işçi, bizi aynı heyecana sevkediyor. Bir tuz kristalinin elektron mikroskobu ile, ya da bir galaksinin elektron teleskobu ile alınan fotoğrafı, hepimizi aynı hayranlığa sürüklüyor. Sözün kısası, kâinat karşısında, hepimiz aynı haldeyiz. Çünkü, ortak bir yanımız daha var: hepimiz, insanız!

Bir astrofizikçi, Carl Sagan, bizi istediği kadar ‘su, kalsiyum ve organik moleküller toplamı’ diye tarif etsin, bu tarife hiç mi hiç sığmıyor insanlığımız. Gerçi, insan olarak bir damla sudan yapılmışız. Ama göz verilmiş, kulak takılmış, duygular verilmiş bize. Başımıza akıl, ağzımıza dil, sînemize kalb konulmuş. Dilimize tatlar adedince ölçücükler yerleştirilmiş. Gözümüze renkler, burnumuza kokular, kulağımıza sesler adedince ölçücükler sunulmuş. Aklımıza soru, kalbimize sevgi aşılanmış. Şu bizi her an hayret hayranlığa sevkeden güzelim kâinata, işte öylece muhatap edilmişiz.

Bu halimizle, kâinat, bizim için, bir sofra gibi sanki. Dahası, âdeta gül çiçeğinin yaprakları veya mısır sünbülünün gömlekleri gibi, birbiri içinde sarılı yüzbinlerce sofra gibi. Her an önümüze ayrı ayrı binlerce sofra sunulmada. Meselâ, vücud giydirilmiş bize; o vücuda mide konulmuş; ve o midenin önüne her gün binler çeşit gıda sunuluyor. Hem hayat da verilmiş bize; o hayatı tüm bir kâinatı kucaklayarak yaşayalım diye, göz verilmiş, kulak verilmiş. Ve göz, kulak gibi organlarla, her bir duyumuzun, kâinattaki binbir güzelliği birer el gibi bizim için devşirmesi sağlanıyor. Hem insaniyet de verilmiş bize; o insaniyet ile, düşünecek bir akıl, akledecek bir kalb, sevecek bir gönül, sezecek nice hissiyat sunulmuş. Ve hepsinin önüne, her an nice soru, nice konu, nice hikmet, nice güzellik seriliyor.

Hepimiz, böylesi bir ortak hali yaşıyoruz. Ama bunca birliğimiz, bunca ortak noktamız, sonuçta vardığımız durağı nedense aynı kılamıyor. Bize verilmiş ölçücükler aynı; ama biz o ölçücükler ile hep aynı sonuçlara varamıyoruz. Gözler aynı şeye bakıyor. Diller aynı lezzeti tadıyor. Fakat bu ‘aynı’ların kendi dünyalarımızdaki yorumu, nedense birbirinin aynı ola-mıyor. Aksine, birbirine zıt dahi olabiliyor.

O kadar ki, bu ayrılığı, dahası bu zıtlığı yaşamak için, muhakkak ayrı diller konuşuyor olmak gerekmiyor. Ayrı şehirlerde yaşıyor, ayrı kitapları okuyor olmak da... Varsın dilimiz, şehrimiz, kitabımız aynı olsun; varsın işimiz dahi aynı olsun; varsın aynı işyerinde masalarımız yanyana olsun, yine de biri öbürünün zıddı iki ayrı sonuca sahip olabiliyoruz.

Nitekim, bilim dünyası bunun nice örneğini barındırıyor. Aynı konuda uzmanlaşan, beraberce aynı projede çalışan iki bilim adamı dahi, çoğu zaman sonuçta anlaşamıyor. Meselâ ikisi de DNA üzerinde çalışıyor, ama ikisi de DNA’yı ayrı ayrı yorumluyor. Meselâ, Francis Crick ile Barry Commoner. İkisi de moleküler biyolog. Ama bu, ilkinin DNA’yı ‘marifetli, akıllı, bütün vücudu çok iyi bilen bir molekül’ olarak görmesini; diğerinin ise "DNA ‘hücrenin usta kimyevî maddesi’ değildir; sadece bir plândır" demesini önlemiyor. Biraz açarsak, biri yaratıcıya mahsus ilim, irade ve kudret niteliklerini doğrudan DNA’ya verirken; öbürü aynı DNA’yı ilim, irade ve kudret sahibi bir yaratıcıyı tanımanın aracı kılabiliyor!

Ya da, iki astronomi uzmanını düşünelim. Bu iki astronom, Satürn’ün etrafındaki halkalar üzerinde araştırma yapıyor olsun. Hattâ aynı fakültede kürsü arkadaşı da olsun. Bütün bu beraberlikleri, sonuçta ikisine de muhakkak aynı şeyi söyletemiyor. Birisi Satürn’ün etrafındaki o güzelim halkaları ilahî sanatın eşsiz tezahürlerinden biri olarak hayranlıkla anlamaya çalışıyor diyelim. Ama diğeri, ‘rastlantısal bazı olaylar’dan dolayı ortaya çıkan ‘belirli etkenler’in ‘doğal bir süreç içinde’ bu halkaları ‘oluşturduğu’nu ileri sürebiliyor.

Yoksa, aynı gözle bakılsa da, bakış şekli mi farklı? Aynı merakla yola çıkılsa da, o merakın ardındaki sâiklerde mi bir zıtlık var? Aynı anlama gayreti ile kâinata nazar edilirken, bu ‘anlama’dan anlaşılan şeyler mi değişik?

Dilerseniz, bu son noktayı, bir örneğin ışığında anlamaya çalışalım:

Keskin bir zekâsı ve son derece güçlü bir kalemi olan bir düşünür farzedelim. Bu düşünür, içinde son derece önemli konuların ele alındığı; birçok hararetli tartışmayı sona erdiren hükümler yüklü, mânâca çok derin ve mahiyetçe çok büyük bir kitap yazmış olsun. Ve bu kitabı, bir tahlilini yapmak üzere iki ayrı kişiye versin. Bu iki insanın kendisine sunacağı tahlil, onların o kitaba nasıl baktığına bağlı olacaktır. Meselâ, birisi kitaba sadece kitap olarak bakmışsa, yazacağı şey, olsa olsa şundan ibarettir: "Kitaba şu başlık seçilmiş. Konular şu, şu. Ve bunlar, şöyle bir sıralama içinde anlatılıyor. Birinci bölümde şunlar yazılmış. Şu şu kaynaklar kullanılmış." Diğeri ise, kitabı öncelikle üstünde imzası bulunan yazarın eseri olarak tahlil edecek olursa, diyeceği şey bunlar olmayacaktır. Bu kişi kitabın kapağında gördüğü imzadan sarf-ı nazar etmeyecek; ilgili kitabı o yazarın kitabı olarak tahlil edecektir. Elbette, üstünde imzası bulunan yazarın onu yazış amacını; kitapta ne demek istediğini; okurken insanı hangi noktalara yönelttiğini; kendisinin kitabı nasıl anladığını; ve kitabın kendisine neleri düşündürdüğünü belirterek...

Bu iki insan, aynı kitabı okusalar da, okuma tarzları ayrı ayrı olduğu için, kullandıkları ifadeler de apayrı olacaktır. Meselâ, kitabın içindeki önemli bir başlık için ilkinin diyeceği söz "Kitapta şöyle önemli bir başlık var" olacaktır. Oysa ikincisinin diyeceği şudur: "Yazar, kitapta şöyle önemli bir başlık kullanmış." Ya da, "Kitapta, şöyle önemli bir başlık kullanılmış."

Bu iki insanın böylesine farklı tahlillere sahip oluşu, ayrı kitapları tahlil ediyor oluşlarından değildir. Okudukları, tahlilini yaptıkları kitap aynıdır. Ama bakış açılarının farklı oluşu, onları böylesi iki farklı tahlile götürmektedir.

Yani, asıl husus, neye baktığımız değildir. Hangi şeye bakıyor olursak olalım, ona nasıl baktığımızdır.

Şimdi, yukarıdaki kitap örneğini, kâinatın içinden birşeye, meselâ güneşe uyarlayalım. Sözgelimi, maddeci felsefeye mensup bir bilim adamına "Güneşi bize anlat" diyelim. Bu durumda, örnekteki birinci adam gibi, sözkonusu bilim adamı şöyle diyecektir bize: "Güneşin yapısı şöyledir. Samanyolunun şurasında yer alır. Büyüklüğü şudur, hacmi budur, Dünyadan şu kadar uzaklıktadır. Enerjisi şu şekilde husule gelir. Şu kadar zaman önce, şu şekilde oluşmuştur. Güneş sistemi ise şöyledir, vs." Çünkü onun için güneş güneştir; ötesi yoktur. Çünkü o, örnekteki birinci adam nasıl kitabın üstündeki imzayı görememişse; aynen onun gibi, güneşi Birinin eseri görememekte; dolayısıyla ona göre bakamamaktadır.

Oysa, örnekteki ikinci adamın durumunda olan başka bir bilim adamı, kendisinden aynı şeyi istediğimizde, başkaca şeyler diyecektir. Bu bilim adamı, güneşin mevcut halini elbette anlatacaktır. Ama bu halin akla gösterdiği düzeni, ölçüyü, âhengi, dengeyi de nazara vererek anlatacaktır. Güneşin mevcut kütlesi, hacmi, Dünyadan uzaklığı, Samanyolundaki yeri.. hepsi de, onun için bu dengenin, âhengin, düzenin ve ölçünün içinde anlamlıdır. Ve yine onun için bu denge, âhenk, düzen, ölçü.. güneşi o şekilde yaratan Birinin eseridir. Yani, o haliyle Güneş, onun için, böylesi bir Yaratıcının habercisi olmaktadır.

Bu iki kişi, "Bize güneşi anlat" ricamıza ayrı cevaplar vermiş oluyorlar. Peki, bunun sebebi ne? Yoksa, iki ayrı güneş midir sözkonusu edilen? Hayır. İkisi de aynı güneşe bakıyor; ama aynı şekilde görmüyorlar. Bakan göz ve de bakılan güneş aynı olsa da, nasıl bakıldığı, sonucu böylesine farklı kılıyor.

Yani, baktığımız şey, bizim bakış açımızı belirliyor değil. Ama, baktığımız şeyin bizce anlamını, bizim ona bakış tarzımız belirliyor. Bakılan şey istenildiği kadar aynı olsun, sonunda, herkes kendi niyetine göre görüyor! Bakılan şeyin anlamı, ona ne niyetle ve hangi nazarla bakıldığına göre beliriyor. Niyetler, artı’yı artı halinde tutabildiği gibi, onu eksi de yapabiliyor. Birşeye nasıl bakıldığı, o şeydeki anlamı görmemize vesile olabildiği gibi; aynı şeyi başka kimilerine göre anlamsız da kılabiliyor.

Kısacası, bir düşünürün deyişiyle, "nazar ile niyet, mahiyeti eşyayı tağyir ediyor." Birşeye ne niyetle, hangi nazarla bakıldığına göre o şeyin mahiyeti değişiyor, başkalaşıyor. Sözgelimi, kâinata ve içindeki mevcutlara onları Yaratan hesabına bakılırsa, hepsi O’nun özelliklerini bildiren işaretler halini alıyor. Yok eğer sanki bir yaratıcıları yokmuşçasına onlara bakılırsa, bu işaretler görünmüyor. Nitekim, "Bu şu şekilde oluşmuş. Şu sonuca, şu etmenler neden olmuş" kabilinden determinist bir tavır içinde eşyaya yaklaşırken, her bir şeydeki, Rabbini bildiren işaretler birer birer sönüyor. Başkalarına görünse de, öylesi bir insana görünmüyor.

Ne ki, ‘niyet’ ya da ‘bakış açısı’ türünden kavramlar da meselemizi tam anlamıyla çözemiyor. Evet, bakış açımız kâinatı anlama tarzımızı belirliyor; peki bakış açımızı ne belirliyor?

Bu soruyla bakınca, ortada bir tercih olayının belirdiğini görüyoruz. Önümüze, kâinata bakış açımızı belirleyen; kâinata Yaratıcısı adına mı, ya da yaratıcısı yokmuşçasına mı bakacağımızı tayin eden iki yol sunuluyor. İkisi arasındaki tercihi ise, biz, kendi irademizi kullanarak yapıyoruz.

Biz; yani ben, sen, o. Shakespeare’in ünlü deyişini hatırlarsak, mesele, ‘yıldızlarımızda değil, kendimizde.’ Kâinattaki hiçbir şey, bizi, "Bana böyle bakacaksın" diye zorlamıyor. Ona nasıl bakacağımıza, kendi iç dünyamızdaki ölçücükler ile, kendi ben’imizle biz karar veriyoruz. "Güneş güneştir; ötesi yoktur" diyen de biziz; "Güneş, onu öylece yaratan Birine işaret ediyor olmalı" diyen de. Ve bu iki cevaptan hangisini tercih ettiğimiz, kendimizi, kendi ben’imizi nasıl açıklamış olduğumuza göre beliriyor. Bir diğer deyişle, kendi ben’imizi ne şekilde algılıyor olduğumuza göre...

Her günümüz ve her gecemiz ‘ben’li cümlelerle doludur. "Ben şöyle yaptım." "Ben bilirim." "Ben şunu yapar, bunu ederim." "Bana göre..." "Benim diyeceğim o ki..." Sahi, kim bu ben? Hepimizin adını her an anıp durduğu ben, kim? Gerçekten, hemen her zaman ileri sürdüğü üzere, çok şey yapan, çok şey bilen, çok şeye kâdir, hattâ tüm dünyaya hükmetmeye muktedir biri mi? Öyleyse, ufacık, hattâ kimisi elektron mikroskobu ile dahi görünemeyecek kadar ufacık virüslere bile yenilmemize ne demeli? Ya da, istenildiği kadar azmedilsin, felç vâki olduktan sonra, bir serçe parmağını bile kıpırdatamayışımıza? Hem o çok şey bilen ben, acaba hâfızanın işleyişinióbırakın işleyişini yönetmeyi, nasıl işlediğinióhakikaten biliyor mu? Düşünmesi esnasında işgören milyarlarca sinaps’ın kaçına o hükmediyor ki? Böylesi ‘basit,’ ‘sıradan,’ ‘her dakika binlercesi yaşanan’ işleri bile bizzat beceriyor olmadığına göre, bu ben, ayna gibi birşey mi yoksa? Ayna gibi, kendinde birşey olmadığı halde, başkasının olanları mı yansıtıyor?

İşte bu noktadır ki, insanın kendini nasıl nitelediğini belirlemekle kalmıyor; onun kâinata bakışını da belirliyor. Kendini ayna gibi görüyorsa; kendinde görünen özellikleri, o özelliklerin gerçek sahibini tanımaya vesile kılıyorsa, insan, kâinatı da öylece anlamlandırıyor. Kendinde görünenóoysa ne düşünürken, ne hâfızaya kaydederken dahi dahlinin olmadığıóilmi kendine mal etmeyip onu kendisine Verenin malı biliyorsa, kâinatın her bir şeyindeómeselâ ayda, güneşte, tohumda, yapraktaógörünen ilmi de O’na veriyor. Kendinde nümuneleri görünen iradeyi, kudreti, şefkati, sevgiyi O’na teslim edebiliyorsa, aynı şeylerin kâinatta görünen nümunelerini de O’na veriyor. Böylece kendini ve kâinatı O’nu tanımaya bir vesile kılıyor. Yok bunu yapamıyorsa, bir hırsızlamadır başlıyor. İnsan elinin uzanabildiği herşeyi, işte o zaman, benleniyor; kendine mal ediyor, sahipleniyor. Elinin uzanamadığı şeylere sıra geldiğinde ise, bir bocalama yaşıyor. Meselâ, "Büyük dağları ben yarattım" diyemediğine göre, onları kime verecek? Ya da "Güneş benim eserim," "Dünyayı döndüren benim" de diyemediğine göre, onları kime bırakacak? İşte o noktada, baştaki ben’lenme tavrını tutarlı kılabilmek için, bir eşiği daha aşıyor. ‘Tabiat’ı, ‘neden-sonuç ilişkisi’ni, ‘doğal etmenler’i, ‘oluşumlar’ı, ‘rastlantı’yı, ‘şans’ı devreye sokuyor. Kırk haramiler misali, kendi hırsızlığını haklılaştırmak için, başkalarına da O’nun mülkünden pay ediyor. Dahası, O’nun mülkünü, kendi kafasında kurduğu mevhum şeylere dahi paylaştırıyor.

Ben’in, İslâmî tefekkürde yaygın kullanımı ile ‘ene’nin şu halini ustalıkla tahlil ettiği bir eserinde, şöyle diyor bir müslüman düşünür: "Şu haldeki ene’nin rengi, şirk ve ta’tildir. Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa, o enedeki karanlıklı bir nokta onları nazarda söndürür, göstermez." (bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, "Otuzuncu Söz.") Yani duygularımız, aklımız, fikrimiz, istendiği kadar dış dünyadan dünyamıza O’nu bildiren haberler taşısın; istendiği kadar etrafımızdaki âlemde görünen düzeni, ölçüyü, dengeyi, âhengi, hikmeti, şefkati, ilmi, kudreti bize bildirsin, kendi ben’imizde bu fiillerin bir sahibi olduğu tezi bir tasdik bulamıyor. Her bir şey, güneş gibi parlak bir biçimde O’na işaret ediyor olsa bile, kapalı gözler o aydınlığı göremiyor. Gelen herşey, olsa olsa, kendi benimizin rengiyle renkleniyor. Meselâ, hikmet yüklü bir olay, anlamsızlığa bürünüyor. Sonsuz bir ilim gerektiren işler, cansız, şuursuz, kör ve sağır olduğu halde kendisine gördürülen hava molekülü, Rabbinin sonsuz ilmine işaret ediyor iken, kendi başına bir ilim sahibi imiş gibi bir hale dönüşüyor. Bir kitabın, hattâ bir satırlık yazının dahi bir yazarı varken; en küçük bir fiilin dahi bir faili mevcutken, Satürn’ün etrafındaki halkalar ‘kendiliğinden,’ ‘şans eseri,’ ‘rastlantı sonucu vücuda gelen kanunlara göre oluşuyor’ kabilinden izahların konusu oluveriyor!

Siz, böylesi bir izah tarzını benimsemiyor olabilirsiniz. Çünkü, bunu akıl ve mantık dışı buluyor; bu mantık dışılığı izah için de hazır bekliyor olabilirsiniz. Ama, böylesi bir kişinin, kendisini bütün bu ‘izah’ları öne sürmeye mecbur durumda bırakmış olabileceğini hiç düşündünüz mü? Çünkü, en başta kendini Allah’ı inkârda şartlandırıyor. Kendini ve kâinatı O’nun mahlûku olarak görmeme şartlanmasına giriyor. O şartlanmışlık içinde, gözünü gerçeğe kapatıyor. Gerçeği, asla yok edemese de, hiç olmazsa kendinden gizliyor. Ve, cehaletin tarifi ‘insanın gerçeğin bilgisinden mahrum oluşu, gerçeği bilmiyor oluşu’ ise, katmerli bir cehalete düşüyor. Binlerce bilim dalına vâkıf olması dahi, onu bu cahillikten kurtaramıyor. Nitekim, meselâ güneşin kütlesini tüm ayrıntısıyla biliyor olmak, insanı, onu var eden Birisinden habersiz olmaktan kurtarmıyor. Ya da, güneşin var ediliş amacının cahili olmaktan masun kılamıyor!

İnsanlık tarihine bu açıdan bakılırsa, iki ayrı çizgi rahatça göze çarpar. Her bir insanın yaşadığı ‘ya o, ya bu’ tercihini, geniş dairede, sanki tüm insanlık yaşamış gibidir. Her yüzyılda kendine ve kâinata bir Yaratıcı adına bakanlar da olmuştur; sanki bir yaratıcı yokmuşçasına bakanlar da. Bir Yaratıcıya inananlar da olmuştur; O’nu inkâr edenler de. O’ndan haber veren peygamberlere ve kitaplara kulak verenler de olmuştur; onlara sırt çevirip, sadece ve sadece kendi aklına bel bağlayanlar da.

Nitekim, bu son nokta ilk insandan bugüne gelen iki çizgiyi ya da iki silsileyi bize gösteriyor. Bir bakıma iki silsileden birine ‘nübüvvet,’ diğerine ‘felsefe’ silsilesi demek bile mümkün. Gerçi her filozof ille de vahyi ya da peygamberleri red tavrında olmuş değildir; bu yüzden, zaman zaman felsefe çizgisinin de nübüvvet çizgisine tâbi olduğu devirler yaşanmıştır. Ama genelde, böylesi bir ikileşme gözümüze çarpıyor.

Bunun tezahürlerini, değişik alanlarda görebiliyoruz. Meselâ, insanı yarı-ilah (titan) haline getiren Yunan mitolojisi; ya da kendini ilahlaştıran firavun’lar, Nemrut’lar, felsefenin bir ürünü olarak beliriyor. Maddeye ezeliyet veren maddeciler; tabiata yaratıcılık izafe eden tabiatçılar; zamanı putlaştıran dehriyyun da...

Oysa, aynı beden ve ruh donanımına sahip olup, aynı kâinata muhatap olan başka nice insanı, bir başka noktada görüyoruz. Nice filozofun ilahlaştırdığı maddeyi, vahye tâbi olmuş başka nice insan, Rabbini tanımanın bir vesilesi kılmış bulunuyor. Meselâ bir ermiş, ‘hak yoluna ermişliği’ ile, Rabbinin eseri on sekiz bin âlemi ‘bir zerrede’ görebilmiş! Ya da Geylânî, Şâzelî, Ahmed Rufaî gibi başka kimileri zerreyi de, yıldızları da, yağmur damlasını da, nice canlının alıp verdiği tüm nefesleri de, Rabbini anma yolunda birer tesbih tanesi yapabilmişler.

Ve, insanlık kervanına katılan her yeni doğan, bu iki çizgiden birini tercih sancısını yaşıyor. Devran öylece dönerken, asırlar geçip gidiyor.

Geçen asırların birikimi ise, yeni insanlarla beraber, yeni yeni asırlara devrolunmada. Kim neyi tercih etmişse; kâinata ve içindeki her bir şeye hangi gözle bakmışsa, o yolda eteğine ne toplamışsa, onu aynı yolun bir sonraki yolcusuna öylece aktarıyor. Sözün kısası, geçmişten günümüze gelen hiçbir bilgi, hiçbir düşünce, hiçbir mülâhaza ‘tarafsız’ değil. Her biri, beraberinde bir inancı, bir dünya görüşünü, bir bakış açısı tercihini getiriyor. En tarafsız görüneni dahi, bir tarafın temsilcisi olarak günümüze geliyor.

Velhasıl, karşımıza çıkan hiçbir düşünce, ortada değil. Hiçbir bilgi, hiçbir mâlûmat tam orta yerde kalakalmış değil. Her birinde bir tercih var. Felsefe yolu ile nübüvvet yolu arasında bir üçüncüsü olmadığına göre; bir diğer ifadeyle eşyaya Yaratıcısı adına bakmakla yaratıcısı yokmuşçasına bakmak arasında bir orta yol olmadığına göre, her bir düşünce ve de her bir bilgi ya o tarafta, ya bu tarafta. Ya felsefe yolunun yolcusu; ya nübüvvet yolunun. Ortası bulunmuyor. Bu yüzden, bir ‘bilgi’ ile karşılaştığımızda, aslında bir buzdağı ile yüzyüze gelmiş oluyoruz.

Dolayısıyla, ilk bakışa kanıp yanılmamak için, her bir ‘bilgi’ için insanın bir sorgulamada bulunması gerekiyor. Sair sorular kadar, "Bilim neyin nesidir?" "Bilimsel bilginin niteliği nedir?" kabilinden sorulara da cevap ararken, öncelikle bu buzdağı vâkıasını gözönünde tutmak lâzım geliyor. Dahası, çokça işitilen, "Bilim tarafsızdır" veya "Bilim değerden-bağımsızdır" gibi iddiaların da, bu yüzden, yeniden sorgulanması gerekiyor olmalı.

Çünkü, bu çerçeve içinde, biliyoruz ki, bilim adamı bir robot değildir. Hiçbir değere sahip olmayan, tarafsız, köşesiz, garip bir mahlûk değildir. Bilakis, o da, kendi ‘bilimsel’ çalışmalarınıóşuurunda olsun, olmasınóyönlendiren bir inanca, bir bakış açısına sahip durumdadır.

Nitekim, kuantum fiziğinin dedesi Max Planck, açıkça böyle diyor: "Her bilim, daha yapısı kurulurken, belli bir tercih karmaşası ile karşı karşıyadır." Meselâ, fizik: "Nasıl her bilim kökenini yaşamdan alıyorsa, fizik de öyle, kendisini kendisiyle uğraşan bilim adamlarından tamamıyla soyutlayamaz." Bilim adamı ise, "eninde sonunda, belli bir entellektüel tercihe, belli bir ahlâkî anlayışa sahip biridir." Dolayısıyla, "bilim adamının, daha doğrusu araştırmacının dünya görüşü de, bu yüzden, kendi bilimsel eyleminin yönünü belirleyecektir." Yani, "bilimsel bilgi oluştururken, işin içine, değer yargıları da giriyor." (bkz. Max Planck, Modern Doğa Anlayışı ve Kuantum Teorisine Giriş)

Jiri Pelikan, bu tahlile, küçük bir ilâvede bulunuyor: "Bilim de, boşlukta oluşmuyor. Aksine, bilim, genel kültürel ortamın bir ürünüdür." Meselâ? Örneği, Modern Bilimin Oluşumu’nda rahatlıkla buluyoruz. Sözgelimi, "17. yüzyıl bilimsel düşüncesini anlayabilmek için, onun neyi açıklamak istediğini ve neyi açıklamak istemediğini görmek önemlidir." Bilim tarihçisi Richard S. Westfall, adı geçen kitabında, o yüzyılda büyük bir şükranla karşılanan girdap teorisine işaret ediyor. Bu teori 17. yüzyılda çok tutulmuştur, çünkü, onun tesbitine göre, o günün bilim ehli, dünyayı mekanistik bir izaha kavuşturma gayreti taşıyordu. Bu teori ise o yolda hayli kolaylık sağlıyordu!

Bu açıdan bakılınca, şu tesbit, daha bir derinliğe kavuşuyor:

"Modern bilim tarihi, yalnızca bilimsel keşifler ve onların zihinsel içeriklerinden ibaret değildir. Bu tarih, seküler bir din halini almış olan birtakım felsefî temellerin teşkil ettiği bir inançlar kümesini de içine almaktadır. Bilimin cümlelere dökülmeyen bu itikadî aksiyomları, bilimsel etkinlik içinde, bir bilgi akdi olarak değil, bir inanç akdi olarak işgörürler. Modern bilim, dahilî olarak sahip olduğu epistemolojik değerlerle bize dolaylı yoldan bir dünya görüşü önerir; daha doğrusu bir açı sunar. Bize, ‘Bu açıdan ve bu sınırlar içerisinden bakacaksın’ der." (bkz. İlhan Kutluer, Modern Bilimin Arkaplânı)

Gerçi, kendi fikriyatını bilim dünyasına hâkim kılma gayretinde olan bir grup bilim adamının kendi felsefî tercihleri istikametinde gelişen izahlarını, ‘modern bilim’ adı altında doğrudan bilime tahsis etmek, pek münasip düşmüyor gibi. Yine de, sözkonusu tahlil bir noktayı berraklaştırıyor. Bu tesbitler ışığında, çokça sözü edilen ‘bilimsel objektivite’ ya da ‘tarafsızlık’ sözde-ilkesi, iyiden iyiye sarsılıyor. Olsa olsa, kendi felsefî tercihini açıkça ifade etmeyip bilim adına empoze etmenin pek de masum ve dürüst olmayan bir yolu sûretine dönüşüyor. Çünkü, bütün bu tesbitler ışığında âşikar biçimde görülüyor ki bilim tarafsız değildir; zirâ, bilim adamı tarafsız değildir. Ve bizim kâinata bakışımızı, bilim şekillendiriyor değildir; ondan önce, bizim kâinata bakış açımız, bilime şeklini vermektedir.

Bilim karşısında alınması gereken tavır da bu açıdan daha bir rahatlıkla beliriyor. Nitekim, şu soruların önü, şimdi biraz daha açılmış bulunuyor: Bilimin son asırlarda ön plâna çıkmış olan ve pek münasip düşmeyen bir terimle ‘modern bilim’ diye ifade edilen laik/maddeci yorumu hakkında ne denilebilir? "İşin hakikatı odur" mu? "Kâinat ancak öyle açıklanır" mı demeli? Yahut, bu yorumları doğrudan bilimin ta kendisi bilip, bilimi toptan redde mi gidilmeli?

Veya şöyle soralım:

Kimi bilim adamları, meselâ Stephen Hawking, "Bir Yaratıcıya gerek yok" diyor. Bu ‘bilimsel bir tesbit’ mi? Hawkingóya da Sagan veyahut Laplaceó, bilim ona öyle gösterdiği için mi bunu diyor? Yoksa, bu zevat, zaten Allah’a inanmayan ve bu tavrını bilime de dayatmaya çalışan bir zümreyi mi oluşturuyor?

Bu çerçeveden bakılırsa, ikincisi. Yani, bu insanlar, öncelikle felsefî tercihleri açısından olaya bakıyorlar. Akabinde, kendi felsefî tercihlerini bilime de söyletmeye çabalıyorlar. Sözgelimi Stephen Hawking, moda deyimle, ‘salt bilimsel uğraş’ vermiyor. Yine Hawking, inançsızlığa bilim yüzünden düşmüş değil. Tercihini daha önceden yapmış ve bugün bu tercihini uğraştığı bilim dalı olan fiziğe de söyletmeye çabalıyor. Bilimi kendi inançsızlığına alet etmeye çalışıyor. Bilimi, bir anlamda, ‘kullanıyor.’ (Bilimin bu şekilde ‘kullanılması’nın bir örneği olarak Stephen Hawking’in birçok mantık cambazlığına girip çokça çelişkiye düşme pahasına bu yolda nasıl çalıştığını ayrıntısıyla görmek için, bkz. "İş inada binince" başlıklı bölüm.)

O halde, bize düşen, pireyi yorgandan ayırmak olmalı. Hawking ve emsaline bakıp, bilim böylesi inançsızların elinde alet oluyor diye, bilimi redde kalkışmak değil.

Bu son nokta anlaşılamazsa, insan, zahirde birbirinin zıddı gibi görünebilen birden fazla tuzağa düşebiliyor.

Meselâ, bilimi bir ‘doğrulama mercii’ ya da ‘yegâne mürşid’ bilenler, kolayca hataya düşebiliyorlar. Bilim adamının yorumunu ‘salt bilimsel’ kabul edince, farkına bile varmadan, o bilim adamının felsefî tercihini de kabullenmiş oluyorlar. Hele hele, bir değil çok sayıda bilim adamı tabiatperest bir açıklama getirdi diyelim. Bu durum, o insanın gözünde "Demek bilim böyle diyor"a; peşi sıra "Bilim böyle diyorsa, doğrusu da budur" sonucuna dönüşebiliyor.

Yahut, böylesi insanlar inançlarını korusalar da, bu inanç, ‘sınırlı-sorumlu’ bir inanç olarak kalıyor. Ancak sözkonusu bilimsel çevrenin müsaade ettiği kadarıyla inanılıyor. Nitekim, bilimin determinist yorumunu bilmeden bilimin aslı kabul eden biri, zamanla determinist bir kâinat anlayışını özümsüyor. Gizliden gizliye, sebep-sonuç zincirini benimsemiş oluyor. Gerçi yine "Herşeyi yaratan Allah’tır" diyor, ama pekâlâ meyveyi ağaçtan, ağacı tohumdan, tohumu meyveden bilebiliyor. Ya da, yağmuru buluta, bulutu su buharına, su buharını yağmura verebiliyor. O haliyle, kendisi inancının sağlamlığından istediği kadar emin olsun, Allah’ı ancak ‘İlk Sebep’e indirgemiş oluyor. O’nu, birçok filozofun ve de birçok bilim adamının kabullendiği üzere, ‘kâinatı yaratıp da saat gibi kurmuş; işleyişinin devamını kâinatın kendisine bırakmış’ görebiliyor. Bu yüzden, ilahî sanatın nice tecellîsini, kâinat içinde onun zahirî sebebi görünen şeye veriyor. Sözgelimi, güneş ile yeryüzünde hayat arasında bir bağ görüyor. Buradan yola çıkıp, farkına bile varmadan, hattâ güneşi vesile edip Allah’ı anma adına, ‘hayat kaynağımız Güneş’ diyebiliyor. İlahî bir vasıf olan ihyayı, yani hayat vermeyi, dolayısıyla da Muhyi ismini, böylece Allah’ın bir mahlûkuna da izafe etmiş oluyor.

Yine aynı kabullenme ile, dini bilime tâbi kılanlar da var. Bu haldeki insanlar, meselâ melâikeyi inkâr etmiyorlar. Ama onları, birtakım bilimsel kılıflar içinde kabule yanaşıyorlar. Nitekim, kuantum fiziğini asıl kabul edip, melekler için "Acaba foton gibi birşey mi? Ya da bizim nice zamandır melâike dediğimiz, fotonlar mı?" diyenler var! Böylesi insanlar, miracı da redde kalkışmıyorlar; ama ancak bir ‘kozmik süreç’ açıklaması ile kabul ediyorlar.

Ne var ki, bütün bu yaklaşımların düştüğü yanlışı görenler yok değil. Ne kadar iyiniyetli olunursa olunsun, bu yaklaşımların davet ettiği muhtemel sonuçları görenler de var. Ve bunlardan bir kısmı, kendini ‘sağlama alma’yı şu şekilde beceriyor: din adına bilimin reddi!

Bu tutum, görünüşte, hayli doğru ve tutarlı gibi. Zira, bu tutuma girebilmek, en azından bilimin ardında bilim adamını, dolayısıyla onun felsefî tercihini görebilmeyi gerektiriyor. Ama yine bu tutum içinde, üç yanlıştan kaçmanın bedeli, dördüncü bir yanlışa sığınmak oluyor. Evet, kimi bilim adamlarının bilim adına öne sürdüğü determinist/mekanik kâinat yorumunu red, doğru bir tavır diyelim. Peki, böylesi maddeci ve laik kâinat yorumlarını doğrudan bilime mal edip toptan bilimi red ne anlama geliyor? Bu durum, bilimin materyalist yorumunu bilimin ta kendisi kabul etme hatasına işaret etmiyor mu? Ayrıca, "Aslında kâinat ancak böyle yorumlanır" gibi zımnî bir kabulü içermiyor mu?

Yani, bilimi din adına red tavrı, bu maddeci yorumları ‘bilimsel açıdan’ kabul; ama bu kabul inancı ile çeliştiği için, ‘dinen’ red anlamını taşıyor. Sözün özü, "Bilim kâinatı böyle yorumluyor. Ama benim inancım bu yoruma müsait değil. Öyleyse, bilimi reddediyorum" denmiş oluyor. Bir diğer ifadeyle, kale fethedilmiyor. Kalenin düşman istilasından kurtarılması için de çaba sarfedilmiyor. Olsa olsa, "Zaten bu bizim kalemiz değil; onların" deniliyor. Kale, peşinen terk ediliyor.

Böylesi bir tavırla, ‘ifrat’tan kaçarken ‘tefrit’e düşüyoruz velhasıl. Bilim adamlarının maddeci/laik yorumları bilime mal edilip reddedilince, sonuçta, kâinatın şahitliğinden mahrum bir inanca sahip oluyoruz. Hem de, iman, akletmeyi, iz’anı, tasdiki gerektirdiği; dolayısıyla delil ve şahit istediği halde... Nitekim, Kur’ân da "Bakmazlar mı?" "Düşünmezler mi?", "Akletmezler mi?" diye sorduğu halde... Yine Kur’ân, "Bakmazlar mı üstlerinde kanatlarını aça kapata uçan kuşlara?" (Mülk, 19) "Bakmazlar mı devenin nasıl yaratıldığına?" (Ğâşiye, 17) "Bakmazlar mı göğün nasıl kaldırıldığına?" (Ğâşiye, 18) gibi nice âyeti ile, kâinatı imanın şahidi gösterdiği haldeÖ

Kaldı ki, insan olarak her yönüyle kâinata muhatap olacak bir kıvamda yaratılmışız. Kâinatın en küçük mevcudunu da, bize en uzak galaksisini de görüp anlama merakı verilmiş bize. O merakla beraber, göz verilmiş, kulak verilmiş, akıl verilmiş. Tatların her çeşidini tatma, seslerin her nev’ini işitme, renklerin hr tonunu görme arzusu verilmiş. ki, Rabbimizi bütün özellikleri ile tanıyalım. ki, O’na bütün isim ve sıfatları ile iman etmiş olalım.

Dahası, bu yolda yol gösterici olsun diye, peygamberler de gönderilmiş bize. Kâinata nasıl bakacağımızı onlar göstermişler. Rabbimiz onların elçiliği ile vahyettiği Kitapla, kâinatı Kendisine, nice isim ve sıfatına şahit göstermiş. Kâinatın Rabbine olan tüm şahitliği de, bize emanet olunmuş. O emaneti şuurumuzla kabul, kalbimizle tasdik edip yine O’na teslim edelim istenmiş. O şuursuz mahlûkların ‘vekil’i ya da ‘temsilcisi’ olmuşuz âdeta. İslâmî tefekkürde yaygın tabiriyle, arzın ‘halife’si kılınmışız.

Lâkin, halifesi olduğumuz bu âlemin yorumlanması, geçen asırlarda materyalist anlayışa sahipóya da en azından laikóbilim adamlarının ipoteğine düşmüşse; o yüzden bilim de onların esiri olmuşsa, bize ne düşüyor. Bu ‘oldu-bitti’yi kabullenmek mi? Yoksa, ‘yitik hikmet’i, ait olduğu yere iade için, yabancı ellerden kurtarmak mı? Kendisine bulaşan her türlü maddeci yorumdan temizleyerek onu asliyetine kavuşturmak mı? Ki bu, halife olarak emanete sahip çıkmanın lâzımı olsa gerek.

Bilim bize ‘âfâk’tan haber getiriyor. ‘Afâk’tan; yani dış dünyadan, etrafımızdaki âlemden, kâinattan. İçindeki her bir mevcudun, kendinde görünen düzen, intizam, ölçü, hikmet, ilim, kudret gibi nitelikler ile Munazzım, Mukaddir, Hakîm, Alîm, Kadîr bir Rabbi tüm isimleriyle bildirdiği kâinattan... Böylesi bir kâinattan bilimin taşıdığı haberlerin, maddeci felsefeye mensup bilim adamlarınca, kendi felsefî akideleri istikametinde maddeci bir yoruma tâbi kılınması bizi bilim muhalifi mi yapmalı? Yoksa sadece bu yorumlara mı muhalif olunmalı? Isaac Asimov’un ya da Allen Hynek’in Satürn’ün etrafındaki halelerin o güzelim güzelliğini hayret ve şaşkınlık içersinde ‘doğal etmenler’le, ‘tesadüfen oluşan gaz bulutları’yla, ‘rastlantısal çarpışmalar’la izahı, bizi Satürn’ün o güzelim manzarasından mahrum mu etsin? Ya da, kimileri hücreyi âdeta kendi başına çok iş beceren bir mini-ilahçık gibi anlatıyor diye, hücreye mi küselim? Hücrede tezahürü görünen nice fiilin haberini getiren bilime mi sırt çevirelim? O mevcudların var edilişinde işgören fiillerin Sahibini o güzel isimleri ile tanımamıza ne mani var ki?

Kaldı ki, esasında hiçbir bilim adamı, kâinata dair ‘materyalist’ bir yorum getirmiyoróen katı materyalistler dahil. Esasen ortada, ‘materyalist’ bir bilim; ya da bilimin maddeci bir yorumu da bulunmuyor. Çünkü, maddeciler dahi, materyalist bir yorum iddiası taşıdıkları halde, ‘tesadüf,’ ‘şans,’ ‘doğa’ gibi hiç de görülemeyen ve de algılanamayan şeylerden bahis açıyorlar. Bu insanlar, sözümona bilimsellik adına, yani ‘deneysel açıdan gözlenemediği için’ Allah’ın varlığını bilimin gündeminden çıkarmaya teşebbüs etmişlerdir. Ama yine aynı insanlar, nedense ‘şans eseri’ gibi, ‘rastlantısal olarak’ gibi, ‘doğal süreç’ gibi, ‘laboratuvar koşullarında ya da deneysel olarak gözlenemeyen’ başka şeylerden söz ediyorlar!

Hattâ, kâinatı güya kâinat içinde açıklarken dahi, bizim bildiğimiz mevcutların dışında, bilmediğimiz ‘varlık’lardan söz ediliyor. Sözgelimi Francis Crick DNA’ya dair iki kelâm edecek olduğunda, "Evet, şu bildiğimiz DNA mı?" diyecek oluyorsunuz; ama hayır. O, bilmediğimiz bir DNA’yı anlatıyor. Siz istediğiniz kadar DNA’yı, bir molekül olarak cansız, katı, gözsüz, sağır, şuursuz, akılsız bilin; işte bir maddeci bilim adamının DNA’sı:

"... Bazı hücreler beyin tarzına dönüştüler, hücrenin merkezinde küçük bir yerde tüm kimyevî makineyi kontrol ettiler. Bu kusursuz DNA molekülleri, kontrol merkezlerinde toplandı. Onların emri altında, hücre içinde yeni moleküller yapımı, dikkatlice koordine edildi." Bir diğerine göre ise, "Bu enzimler, hayret verici güçlere sahip birer molekül makinesidirler." Ya da, "Bir kimyevî süreç olarak DNA’nın çiftlenmesi, tabiatın sihirbazlıklar çantasının en harikulâde sihridir şüphesiz."

Görüldüğü gibi, maddeci bilim adamları, hiç de ‘maddî’ şeylerden söz etmiyorlar. Şu bildiğimiz cansız, şuursuz DNA’ya bile ‘dikkat,’ ‘emretme,’ ‘hükmetme,’ ‘kusursuzluk,’ ‘koordinasyon,’ ‘yapma,’ ‘kontrol,’ ‘sihirbazlık’ gibi kabiliyetler izafe ediyorlar. Gerçi bizim gibi, Müdebbir, Munazzım, Fâil, Sâni, Hâkim, Hakem, Sübhan bir Yaratıcıyı kabul ediyor değiller; doğru. Ama o Biri terke bedel, her bir DNA molekülüne ulûhiyet özellikleri veriyorlar. Ve bunu, sözde ‘tarafsız bilim’ adına yapıyorlar!

‘Avrupa’yı düşünen’ bir Batılı düşünürün şu tesbiti, bu açıdan, ne de geniş bir anlam kazanıyor:

"Gerçi Newton’a kadar (Newton dahil) bilimin, evrenin düzenini dayandırabileceği, her yerde var olan ve herşeye kâdir bir Tanrıya ihtiyacı olmuştur. Ama Laplace, Tanrıyı evrenden kovarak, onu düzenin temelini kendinde bulan, kendi kendine yeterli, ve mutlak mükemmelliğe erişmiş bir makine haline getirir. Bundan böyle determinizm, Tanrının mükemmelliğini ve ebedîliğini kozmik Makinanın kendinde bulan bir dogma olacaktır... Bir kez daha, mutlak bir laikleşme arayışı, bilinçsiz olarak, laikleştirilen nesnede mutlak tanrılaştırmayı arama yoluna girmiştir." (bkz. Edgar Morin, Avrupa’yı Düşünmek)

Yani Allah inancının yerine sözümona ‘maddecilik’in ikâmesi ile, esasında ulûhiyete iman ortadan kaldırılmıyor. Ulûhiyet hakikatı yine bâki kalıyor; sadece ilahın adı değişiyor. Meselâ, bir Allah’ı reddederken, her bir şeyi ilah olarak kabule mecbur kalınıyor.

Velhasıl, aslında, en katı maddeciler dahil, kimse Allah’ı inkâr ediyor değil. Çünkü, Said Nursî’nin tesbitiyle "Allah’ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez." Yani, inanmayanlar "Allah’ı inkâr etmiyorlar; yalnız sıfatında hata ediyorlar." Kur’ânî ifadeyle, ‘O’nun isimlerinde ilhad’a sapıyorlar. (bkz. A’raf, 180; Fussilet, 40.)

Kısacası, aslında herkes Allah’ın varlığını ve de isim ve sıfatlarını kabul ediyor. "Reddediyorum" diyenler de kabul ediyor. Çünkü, şu kâinatta görünen eserlerin ardında, bir düzenleme, bir yapma, bir bilme, bir güç yetirme... fiilinin varlığını herkes görüyor. Sonunda ister Allah’a, ister O’ndan gayrısına versin, bu fiilleri herkes görüyor, herkes biliyor. Bu fiilleri içinde barındıran bir ulûhiyet hakikatını, herkes tasdik ediyor. İhtilafa o ulûhiyetin kime ait olduğu hususunda düşülüyor.

Bu cihetten bakınca, en bağnaz materyalist yorumcuların ‘bilimsel’ çalışmalarında dahi, O’na işaretler bulabiliyoruz. Yazarı istediği kadar DNA’nın kendisine vermeye çalışsın; DNA’da görünen, ilim, düzenleme, emretme, hikmet, tedbir gibi fiilleri onun yazdığı kitaptan öğrenip hakikî Sahibine verebiliyoruz.

Yani, bilim, sonunda kime veya neye dayandırılırsa dayandırılsın, kâinattaki mevcudların var edilişinin perde gerisinde işgören fiilleri her zaman bildiriyor. İster Allah’a, ister gayrısına verilsin; kuşun gaga yapısının, dünyanın eğik duruşunun, karbon atomunun o şekilde dizilişinin, hayvanların ayrı ayrı kuyruk biçimlerinin.. bir hikmeti olduğunu gösteriyor. İnsan vücudundaki sinapsları, nöronları; her bir hücredeki DNA molekülünü, ya da atom-altı tanecikler arası etkileşimi; veyahut galaksilerin birbiri içinden geçişini anlatırken, kime verilirse verilsin, ‘sonsuz bir ilim’i fısıldıyor. Kısacası, okuduğumuz herhangi bir bilim kitabı, sonunda kâinatı kimin malı görürse görsün, mutlaka bir ilim, irade ve kudret gerektiren, mükemmel, muntazam ve muazzam bir kâinattan söz ediyor.

Kimbilir, belki de, bilimin kökeninde, işte öylesi nice özelliği, nice isim ve sıfatı ile Rabbimizi tanıma sâiki yatıyor. Meselâ tıbbın özünde, bir Şifa Verici’yi sayısız tecellisiyle anlama sâiki bulunuyor belki de. Ya da geometrinin temelinde, belki de, insanın herşeyi ölçüyle takdir eden bir Mukaddir’i sayısız tecellîsiyle tanıma saiki var.

İşin bu kısmı, tâ bilimin doğuşuna kadar uzanan, ve bu yolda topladığı verileri insanın yaradılışındaki temel hususiyetler ile beraber bir tahlile tâbi tutan kapsamlı bir bilim tarihi çalışmasının konusu. Ama, her bir bilim dalının Yaratıcının bir ya da birden çok ismine dayanıp O’na işaret ediyor olduğunu, bilimin bugününe bakarak da görebiliyoruz.

Misal olarak biyolojiyi ele alalım. Biyoloji, adı üstünde ‘canlılar bilimi.’ Canlılar âlemini, yani hayatı incelemelerine temel yapmış. Bize, en küçük virüsten en büyük balinaya kadar, nice mahlûkun hayatını anlatıyor. O hayatın sürmesi için işgören nice fiili gösteriyor. Her bir canlının o şekilde var edilişinin ardındaki ince sırları açığa çıkarıyor. Dahası, canlılar âleminde, her an trilyonlarcası yaşanan ölümlerin de sırrını, hikmetini bildiriyor. Bütün bunları, hayatın devamı için elzem görünen düzen, ölçü, denge, hikmetlilik gibi nice fiili de gözler önüne sererek anlatırken; aynı zamanda, o fiillerin sahibi bir hayat Vereni sessizce fısıldıyor. Hayat Vereni; yani Muhyi’yi. Kezâ, ölümü de Vereni; yani Mümît’i. Ve hayat vermek, o hayatı verenin Kendisinin hayat sahibi olduğunu gösterdiğine göre, O’nun Hayy olduğunu da fısıldıyor.

Biyoloji, bu gerçeği her hâlükârda bildiriyor. Mesele şu: Bilim adamları hayatı ve ölümü veren bu hayat Sahibinin (yani, Muhyî, Mümît ve Hayy’ın) Allah olduğunu kabule yanaşmayıp, o isimleri ‘tabiat’a, ‘şans’a, vesaireye veriyor. Yani, kimileri biyoloji ile ilahî isimleri tanırken, başka kimileri bu isimlerin gerçek Sahibini inkâra sapıyor. Bir müslüman düşünürün deyişiyle ‘hikmet-i İlâhiye semâvâtından tabiat dalaletine sukut’ ediyor. Lâkin, dikkat edilmesi gereken husus şu: o dalâlete düşen, ilgili biyologdur; biyoloji değil! Aynı biyoloji, aynı verilerle, başka bir biyolog için, pekâlâ ilahî hikmet semâsına erişmenin vesilesi olabilmektedir.

Kendisine gelip, "Bize Hâlikımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyor" diyen öğrencilere bir hikmet ehlinin verdiği cevap, bu bakımdan dikkat çekicidir. "Madem öyle, söyleyin onlara, biraz da Allah’tan bahsetsinler" demez o. "Peki, öyleyse ben bahsedeyim" de demez. Dediği şudur: "Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusiyle, mü-temadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz."

Burada, ‘kendi lisan-ı mahsusiyle’ ifadesi, büyük önem taşıyor. Bir bilim adamı, kâinatı inceleyip, elde edilen sonuçları kendince materyalist bir yoruma tâbi tutuyor olabilir. Dahası, çoğu bilim adamı da aynı tavır içinde olabilir. Meselâ, bir biyolog, canlılar âlemini incelerken, işin içine kendi maddeci önkabullerini, kendi felsefî tercihini ya da kendi inkâra şartlanmışlığını katma gayreti göstermiş olabilir. Yine de, biyolojinin dili, biyologun dilindekinden başkaca birşeyi fısıldayacaktır. Biyolojinin dili, yine de hayat vermeyi, ölümü de vermeyi; verdiği hayatı sonsuz ilim ve sonsuz kudret gerektiren nice fiil ile ölçü, âhenk ve denge içinde sürdürmeyi nazara sererek, hayatın Sahibini yine de fısıldayacaktır. Elbette görmek için bakana, duymak için dinleyene! Ne ki, bazılarının " Kalbleri vardır, anlamazlar; gözleri vardır, görmezler; kulakları vardır, duymazlar." (A’raf, 179)

Kısacası, mesele bilimle içli-dışlı olup olmama meselesi değildir. Bilimi kabul ya da red meselesi, hiç değildir. Mesele kâinatın incelenip incelenmemesi değil; onun nasıl inceleneceğidir. Onu inceleyen bilime nasıl muhatap olunacağıdır. Meselenin özü, işte buradadır. Nitekim, yukarıda sözü geçen hikmet ehli, bunun içindir ki, "Her bir fen, kendi lisan-ı mahsusiyle, mütemadiyen Allah‘tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar" diyor. Yeter ki, biz o dilden anlıyor olalım. Yeter ki, her bir şeye imanî bir nazarla bakabilmeyi özümsemiş olalım. Ya da mevcudlara, onların ne dediğine dikkat etmeyip, kendimiz neyi duymak istiyorsak onu işitmek üzere muhatap oluyor olmayalım:

Ne ki, bazı sathî nazarlar, bu tavrın üzerinde şekillendiği imanî temeli göremeyebiliyor. Göremediği için de, kendi dünyasında onu âdeta bir ‘bağdaştırmacılık’ olarak algılıyor. Böylesi bir yaklaşımı, dini bilimin maddeci yorumuyla uzlaştırma formülü aramanın ifadesi imiş gibi düşünüyor.

Oysa, bu anlamda bir ‘bilim-din uzlaşması’ndan söz edilebilir mi? İslâm’ın, bir din olarak, böyle bir uzlaşmacı tavra ihtiyacı var mı? Böylesi bir tavır doğru ise neden; doğru değilse neden?

Şu iktibas, bu bakımdan hayli ufuk açıcı olmalı:

"...Mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silahlarıyla onlarla mübareze ediyorlar; bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünûn-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar, o suretle İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. detâ kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar." (bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, "Yirmidokuzuncu Mektup," "Yedinci Kısım.")

Burada öncelikle neyin asıl olduğu belirleniyor: vahiy. Bir diğer deyişle, nübüvvet silsilesi, yahut, İslâmiyet. Ki o, ilahî vahye dayandığına göre, beşer aklının, felsefenin özel yardımına hiç mi hiç muhtaç bulunmuyor. Zira, felsefe ile vahiy, aynı cinsten şeyler değildir; aralarındaki fark bir nicelik farkı değildir. Aralarında keyfiyet farkı, nitelik farkı vardır. "Felsefenin düsturlarının ne haddi var ki, onlara [vahyî esaslara] yetişsin?

Ancak, işte bu noktada, Batı felsefesinin ‘müsbet bilimler’ adı altında sunduğu esaslar ile bilimin kendisini ayırabilmek de gerekiyor. Yani, bilimin maddeci yorumunu, bilimin başkaca bir yorumu yokmuş ve olamazmış gibi, bilimin ta kendisi görmemek gerekiyor. Evet, bilim kimileri elinde maddeci felsefenin âleti olmuş olabilir; ama yine bilimi başka birileri neden vahye tâbi edemesin ki?

Nitekim, yukarıdaki iktibasın sahibi Said Nursî, bu ince ayrımı bize bilfiil gösteriyor.

O iktibastan anlaşıldığı üzere, ‘bilim’ yaftası altında karşımıza gelen felsefî kabullenmeler karşısında son derece dikkatlidir Said Nursî. Ve, aynı hususun sözünü ettiği diğer bir eserinde (Lem’alar, "Yirmialtıncı Lem’a," "Onbirinci Rica") iki terim kullanmaktadır: ‘ulûm-u felsefiye,’ ‘ulûm-u İslâmiye.’ Burada, ilk anda, ‘ulûm-u felsefiye’ deyimiyle fizik, kimya, biyoloji vs.nin kastedildiğini düşünüyor insan. İkincisi de, tefsir, kelâm, fıkıh olsa gerek diye akla geliyor. Fakat, devam eden cümleler gösteriyor ki, kastedilen bunlar değildir. Sözkonusu edilen husus, bilimlerin birbirinden konu olarak ayrılığı değildir. ‘Ulûm-u felsefiye,’ yani felsefî bilimler, aklın hakikatı bizatihî bulabileceği inancıyla kâinat hakkında maddeci/laik yorumlar yapmanın adıdır. ‘Ulûm-u İslâmiye,’ yani ‘İslâmî bilimler’ ise, aklın, kâinata dair, vahye tâbi olarak getirdiği yorumlardır.

Sözkonusu eserde, ‘ulûm-u felsefiye’nin vekili, nefis olarak belirtilir. Nefis de, vekâleten şunu der: "Bu kâinattaki eşyanın, tabiatıyla bu mevcudata müdahaleleri vardır. Herşey bir sebebe bakar. Meyveyi ağaçtan, hububatı topraktan istemeli. En cüz’î, en küçük birşeyi de Allah’tan istemek ve Allah’a yalvarmak ne demektir?"

Dikkat edilirse, burada, doğrudan ‘bilimsel’ bir hüküm ileri sürülmüyor. Bilakis, esasen felsefenin gündemini oluşturan; ve onun bilime de aşıladığı temel önkabuller sözkonusu ediliyor. Meselâ, "Her sonuç, bir sebebin ardından geliyor. O halde, demek ki, sebeplerin tesiri var. Sonucu, sebepler yapıyor." "Kâinatı bir bütün olarak değil, parça parça incelemeli." "Bazı varlıklar ilkeldir, bazıları mükemmel." vs.

Ayrıca, çok sayıda ‘bilimsel’ çalışmada, bir teselsül görürüz. Meselâ güneşin var edilişi anlatılırken, "Önce şöyleydi, sonra böyle oldu, ondan sonra.." diye sıralanır. Veya yeryüzünde hayatın vücud bulması anlatılırken, amipten başlayıp insana uzanan bir silsile çizilir. Bu da, sebep-sonuç zinciri ile kâinatı yorumlama gayretini işaretler. "Her sonuç, bir sebebin ardından geliyor. Demek sonucu sebepler yapıyor" hükmü, kâinatın tüm zamanlarına yayılır. Bunun için de, şunu der S. Nursî:

"Felsefeye temas eden bazı cümleler, ‘mürur-u zamanla kabuk bağlamış, sonra toprağa inkılâb etmiş, sonra nebatat husule gelmiş, sonra hayvanat vücuda gelmiş’ gibi tâbirler, icad ve hilkat-ı İlahî noktasında felsefîdir ki, Risale-i Nur’un san’at ve icad-ı ilahî cihetindeki beyanatına münasip düşmüyor." (bkz. Emirdağ Lahikası I)

Vurgulamak gerekirse, ‘ilmîdir’ değil; ‘felsefîdir.’ Yani, olayların izahı, sebeplerin etkenliği kabul edilerek yapılmaktadır. Yaratıcının iradesi nazar-ı itibara alınmamıştır. Bu anlayışın asıl sahibi felsefedir. Bilime de, o yamamıştır. Sözgelimi, bugün çoğu bilim dalı determinist bir yaklaşıma sahipse, herşeyi ‘sebep-sonuç ilişkisi’ne indirgiyorsa, bu, bilimin bir keşfi değildir. Hakikaten bilim adamları işin aslının bu olduğunu keşfetmişler de, sonradan filozoflar bile aynı yola yönelmişler değildir. Aksine, bu determinizm, öncelikle felsefenin malıdır. Ve ancak o felsefeyi benimseyen bilim adamlarının bunu bilime de aşılamasıyla bilimin dünyasına girmişlerdir. Dolayısıyla tavır konması gereken asıl şey, işte bu felsefedir; bilimin kendisi değil. Kâinata imanî bakan bilim adamları ise, pekâlâ bu ‘felsefî bilim’in yerine bir ‘İslâmî bilim’ (kâinatı İslâm’a göre yorumlayan bilim) sunabilirlerósunabilmelidirler de!

Yani, hakikat-ı halde yapılması gereken, bilimi red değil. Esasen felsefenin malı olan deyim ve yorumları doğrudan bilime izâfe edip, onları bilimin malıymış bilip, bilimden sırt çevirmek değil. Bilakis, bilimin böylesi felsefî deyim ve yorumlardan arındırılması gerekiyor.

Bu noktada, insanlık tarihinin en önemli ayrımıyla tekrar yüzyüze geliyoruz: Nübüvvet mi, felsefe mi? İman mı, inkâr mı? ‘Vahye tâbi akıl’ mı, ‘sadece akıl’ mı? Bir ‘orta yol’? Ortada, herhangi bir ‘orta yol’ da bulunmuyor.

Yani, işbu noktada, ‘orta yolcu’ olunması mümkün bulunmuyor. "Ben ne felsefî bir yorum getiriyorum; ne de imanî. Ben salt bilimsel bir çalışma yapıyorum" da diyemeyiz. Neticede, yaptığımız çalışma, felsefe ile nübüvvet, iman ile inkâr, ‘vahye tâbi akıl’ ile ‘vahyi tanımayan akıl’ arasında başka bir şık sözkonusu olmadığına göre, ya felsefî olma durumundadır ya da imânî olma durumunda. Kısacası, bilimin ‘felsefî’ yorumunun alternatifi, bilimin ‘bilimsel’ yorumu değildir; bilimin ‘imanî’ yorumudur!

Bu yorum nasıl mı olacak? Neredeyse üç asırdır yoğun bir maddeci/laik anlatıma garkolmuş bilimsel çalışmalara nasıl bir imânî dil mi kazandırılıcak?

Bunun bir örneğini, altmış yıl önce yazılmış bir ‘iman kitabı’nda buluyoruz. Aşağıdaki iktibas, "İmânî bir bilimsel çalışma nasıl sunulur?" sorusuna cevap sunuyor. Örnek olarak, ne determinizme, ne de maddeciliğe bağlanmadan; yaratıcıya ait özellikleri ne sebeplere, ne de bizzat organlara yüklemeden, nasıl bir fizyoloji anlatımı sunulabileceğinióo günün diliyleóşöylece gösteriyor:

"Sâni-i Hakîm, beden-i insanı, gayet muntazam bir şehir hükmünde halketmiştir. Damarların bir kısmı, telgraf ve telefon vazifesini görür. Bir kısmı da, çeşmelerin boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelânına medardırlar. Kan ise, içinde iki kısım küreyvât halkedilmiş. Bir kısmı küreyvât-ı hamrâ* tabir edilir ki, bedenin hüceyrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u ilahî ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor..." (bkz. Sözler; "Otuzikinci Söz").

Bu imanî yorumun diğer bir örneği, yağmur hususunda veriliyor:

"Hem o şirin ve latif ve mübarek katreler o kadar muntazam ve güzel halkediliyor ki, hususan yaz mevsiminde gelen dolu o kadar mizan ve intizam ile gönderiliyor ve iniyor ki, fırtınalar ile çalkanan ve büyük şeyleri çarpıştıran şiddetli rüzgârlar onların muvâzene ve intizamlarını bozmuyor, katreleri birbirine çarpıp, birleştirip, zararlı kütleler yapmıyor. Ve bunlar gibi çok hakîmâne işlerde ve bilhassa zîhayatta çalıştırılan basit ve camit ve şuursuz müvellidülmâ ve müvellidülhumuza** gibi iki basit maddeden terekküp eden su, yüzbinlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve san’atlarda istihdam ediliyor." (bkz. Şualar, "yetü’l-Küb-râ").

Bu iki örnek, kâinata Sânii, Yaratıcısı namına bakıldığında, bilimin kâinattan devşirdiği ‘âfâkî’ mâlumâtın bizim dünyamızda nasıl da imanî meyveler hasıl edeceğine dair birer nümune olsa gerek. Yine bu örnekler, bize, en küçük bir noktayı dahi O’ndan gayrısına vermeden, herşeyden Cenab-ı Hakkın isimlerine nasıl da birer pencere açılabildiğini gösteriyor.

Bu imanî dikkate ve hassasiyete tam mânâsıyla erişebilsek, o kadar ki, kelimelerimiz bile değişecek. İmanın yansımaları kelimelere kadar nüfuz edecek. O zaman bileceğiz ki, hiçbir zaman yağmur yağmıyor; her zaman yağmur yağdırılıyor. Su gelmiyor; gönderiliyor. Güneş dönmüyor; döndürülüyor. Bir kuş, bir çiçek güzel değil; ‘güzel yapılmış.’ Hem kâinatta hiçbir ‘varlık’ bulunmuyor; zira bu deyim, felsefenin eseri olarak, her bir şey, sanki kendi kendine vücud sahibi imiş gibi bir mânâyı çağrıştırıyor. Buna mukabil, şu kâinatta nice ‘mevcudat’ görünüyor. Etrafımızda ‘varlık’lar yok; ‘mevcud’lar var. ‘Mevcud’lar; yani ‘kendisine vücud verilmiş olan’lar. Ki bu deyim, doğrudan bir Mûcid’i, bir Vücud Vericiyi de hatıra getiriyor. Ayrıca, biz ‘tabiat’a değil, ‘kâinat’a bakıyoruz. Çünkü, ‘tab‘’ kökünden gelen tabiat, mekanistik bir anlayışı temsil ediyor. Güya en başta bir Yaratıcıyı tazammun etse dahi, sonrasını ‘kendi kendine oluş’a dayandırıyor; ‘yaratılış’ı değil, ‘oluşum’u bildiriyor. Oysa biz ‘kâinat’a bakıyoruz. ‘Kâinat’a; yani şu durmaksızın cereyan eden ‘Kün!/Ol!’ emrinin daimî tecellisine; yani ‘kevn’e mekân olanlara...

Bütün bunların ardında ise, bir kez daha belirtelim, ‘enenin iki yüzü’nden hangisinin tercih edildiği sorusu yatıyor. Bir diğer deyişle nübüvvet yolunu mu, diğer yolu mu tercih ettiğimiz. Aklımızı vahye tâbi mi, vahiyden ırak mı kıldığımız. Yani, yukarıda zikrini ettiğimiz imanî bakış açısını, biz kendi aklımızla üretmiş olmuyoruz. Bu bakış açısını, bize Kur’ân veriyor.

Böylece, sebeplerden ve nefislerimizden sıyrılıp, doğrudan doğruya hakikat Güneşine ayna olarak, nebîlerin vârisi olmaya aday biçimde kâinata muhatap olmanın eşiğine de varıyoruz. Bu çerçevede, "Mümin olan zât, bir âlet sıfatıyla kâinata bakıyor" diyebilen bir inanç manzumesinin mümessili halini alıyoruz. O nazarla kâinata bakınca da, bütün bilim dalları, işte böylesi bir kâinatın Sâniini tanımada bir ‘âlet’ haline geliyor. Eski deyimle, her bir bilim dalı ‘ulûm-u âliye’ adını alıyor; açıkçası, ‘âlet (ya da aracı) bilim dalları’na dönüşüyor.

* Alyuvarlar.

** Hidrojen, oksijen.

© 2007 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu