Kur’ân'î Bir Bilim Arayışı

Dr.

 

BİLİM VE DÜŞÜNCE DÜNYASINA RENGİNİ seküler bir anlayışın verdiği; düşünce ve bilim metodlarını ve kavramlarını seküler kalıpların şekillendirdiği bir ortamda, inananlar ciddi bir problemle karşı karşıyadırlar: Bilginin kaynağını akıl olarak gören ve tüm ilim dünyasına olanca ağırlığını koyan zümreye karşı, bilginin kaynağını vahiyde bulan insanlar olarak kendileri ne yapacaklardır? Bir yanda vahye yegâne hak bilgi kaynağı olarak muhatap olup, öte yanda seküler kalıplar üzerine oturtulmuş bir bilimle uğraşmaları ne derece tutarlıdır?

İşte bu gibi sorular, uzunca bir zamandır ‘bilginin İslâmîleştirilmesi’ hususunda kafa yoran Müslüman düşünürlerin bir çıkış yolu bulmaya çalıştıkları sorulardır. Hatta, ‘bilginin İslâmîleştirilmesi’ teşebbüsüne yol açan hususun da, şu an içinde yaşıyor olduğumuz bu çelişki olduğu da söylenebilir.

Bu teşebbüs dahilinde yapılmış her bir çalışma önemli katkılar sağlamış durumdadır. Bununla birlikte, mevcut çalışmaların yeterli olmadığı da ortadadır. Mevcut paradigmalara bağlı kalındığı sürece ‘bilginin İslâmîleştirilmesi’nin mümkün olmadığı görülmekte; yeni bir paradigmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Okuduğunuz çalışma, işte bu paradigmanın Kur’ân’da zaten sunuluyor olduğunu gösterecektir.

KUR’ÂN’IN HEDEFLERİ

Materyalist bilgi kavramına verilecek İslâmî bir cevabın referans noktası olarak ilahî vahyi, yani Kur’ân’ı alıyor olması gerekir. Çünkü Kur’ân, bize Rabbimizi tanıtır. Büyük kâinat kitabının müfessiri, semavat ve arz sayfalarında cilveleri gözüken ilahî isimlere ulaşmanın anahtarı odur. Hadisat perdesi altında gizli hakikatların anahtarı da odur. İnsanlık âlemi için biricik rehber, mürşid ve muallim odur. O hem bir dua ve ibadet kitabı, hem bir hikmet ve marifet kitabı hükmündedir.

yetlerinin sonunda, Kur’ân, ilahî isimlere veya onların anlamlarına değinir. Bazı âyetlerin sonunda ise, muhatabını, okuduğu âyetlerin mânâları üzerinde düşünmeye çağırır.

İlk Hedef: Kur’ân Saniimizin fiil ve eserlerini önümüze serer. Sonra dikkatimizi bu eserlerdeki ilahî isimlere çeker. Tevhid, nübüvvet ve haşir gibi temel maksatlarını isbatlar.

Kur’ân beşerin nazarına mevcutlarda görülen ilahî sanatı arzeder. Sonra, bu sanatı esma-i hüsna ile birlikte hülasa eder veya bu isimleri görmesi için insanı aklını kullanmaya çağırır.

Aşağıdaki âyet, Kur’ân’ın bizi nasıl bir tefekküre çağırdığını açıkça göstermektedir:

De ki: "Gökten ve yerden size rızık veren kimdir? Kulak ve gözlerin sahibi kimdir? Diriyi ölüden, [ölüyü diriden] çıkaran kimdir? Her işin tedbirini gören kimdir?" "Allah" diyecekler. De ki: "O halde O’na karşı gelmekten sakınmaz mısınız? İşte Hak Rabbiniz, Allah budur."1

Bu âyetiyle, Kur’ân ilk önce şunu sorar: "Göğü ve yeri maişetiniz için erzak deposu kılan kimdir? Gökten yağmuru indiren ve yeri sizin için özel olarak hazırlanmış sayısız gıdanın bulunduğu bir bahçe ve mutfak kılan kimdir? Sema ve arzı iki itaatkâr abd kılmak, O’ndan başka biri için mümkün müdür? Hayır. O halde, hamd ve şükrünüzü yalnız O’na arzetmeli, O’na mahsus kılmalısınız."

Kur’ân bize göklerin ve yerin Rabbini tanıtarak O’nun vahidiyetini bildirdikten sonra, nazarımızı bir ‘ehadiyet’ cilvesi olarak kendimize çevirir: "Gözlerinizin ve kulaklarınızın sahibi kimdir? Onları nereden edindiniz? Bu dakik ve kıymetdar gözleri ve kulakları Rabbinizden başka kim verebilir? Onları yaratan ve sizin için istihdam eden, sizin istifadenize sunan yalnızca O’dur. Madem öyledir, ubudiyete lâyık olan da yalnızca O’dur."

Kur’ân, sonra, Vâhid-i Ehadin haşre muktedir olduğunu hatırlatır: "Her bahar ölmüş arza hayat veren ve sayısız mevcudatı vücuda getiren kimdir? Bunu, tüm kâinatın yaratıcısı olan Allah’tan başka kim vücuda getirebilir? O binlerce dünyevî haşir örneği sergiliyor. Madem ki kudretiyle ölmüş arzdan hayat çıkaran O’dur, o halde sizin Mahşerde diriltilmeniz O’nun eliyle olacaktır. O Hak olduğundan, sizi bir Mahkeme-i Kübraya gönderecektir. Tıpkı şu dünyada ölmüş arza her bahar yeniden hayat vermesi gibi, sizin de hayatınızı geri verecektir."

Nitekim, başka bir âyet de öncelikle bu dersi vermektedir:

İşte, Allah’ın rahmetinin eserlerine bak: Ölümünden sonra yeryüzünü nasıl diriltiyor? Şüphesiz bunları yapan, ölüleri de böyle diriltecektir. Çünkü O herşeye gücü yetendir.2

Ele aldığımız âyette, ‘her işin tedbiri’nden söz ederek, şu da sorulur: "Bu geniş kâinatı bir şehir gibi mükemmel bir düzen içinde tanzim ve idare eden, Allah’tan başka kim olabilir?" Gerçekten, kâinatı idare eden kudret öylesine mükemmeldir ve herşeyi öylesine kuşatmıştır ki, hiçbir ortağa ve yardımcıya ihtiyacı yoktur. O yüzden, insan "Allah" demeye mecbur kalmaktadır. Bu bakımdan, âyet en sonunda O’nu, isimleriyle hatırlatır. "İşte Hak Rabbiniz, Allah budur" der. Allah, Rab ve Hak isimlerini zikrederek, bütün bu ihsanların kaynağının ilahî kudret olduğunu gösterir.

İkinci Hedef: Kur’ân kimi zaman belirli özel hususları zikreder. Sonra bu hususlardan hareketle, sermedî ve daimî hakikatlerin şuuruna varmak üzere insanı tefekküre teşvik eden bir özetle son bulur. Aşağıdaki âyetler bunun bir misalidir:

Süt veren hayvanlarda sizin için bir ibret vardır. Karınlarından, dışkı ve kan arasından, içilmesi içenler için kolay, özlü bir süt size içiriyoruz. Hurmalıkların ve üzüm bağlarının meyvelerinin suyunu da size içiriyoruz. Siz o sudan tatlı bir içecek ve güzel yiyecekler ediniyorsunuz. Şüphesiz bunda, akleden bir kavim için, önemli bir âyet vardır. Ve Rabbin arıya vahyetti ki: "Dağlardan, ağaçlardan, insanların yaptıkları çardaklardan evler edin. Sonra her türlü meyvelerden ye, Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollara gir." İşte o arının karnından değişik renkli bir şerbet çıkıyor; onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz bunda tefekkür eden bir kavim için önemli bir âyet vardır.3

Bu âyetler Allah’ın süt veren mahluklara, ve üzüm ve hurmalara insan için tatlı ihsanlar dercettiğini gösterir. O, ufacık arılara, minnacık peteklerde insan için tatlı ve besleyici bir kudret mucizesi olarak bal yaptırmaktadır. Tüm bunlar belirtildikten sonra, sonuç cümlesi olarak "Gerçekten bunda tefekkür eden bir kavim için önemli bir âyet vardır" ile, Kur’ân insanı bu kudret ve rahmet mucizelerini düşünmeye, onlardan dersler çıkarmaya ve diğer kudret mucizeleriyle kıyaslamaya çağırmaktadır.

Üçüncü Hedef: Bazı âyetler zahirî sebepleri tesirden tamamen azletmek için, onlarla birlikte yaratılan müsebbebatın hedef ve sonuçlarına dikkat çeker. Sebepler yaratmaya kâdir değildirler. Kur’ân onları ancak zahirî bir perde olarak gösterir. Çünkü en maksatlı hedefleri ve en faydalı sonuçları irade etmek, kaçınılmaz bir sûrette, ilmi ve hikmeti sonsuz olan birinin işidir. Oysa sebepler cansız, hayatsız ve bilgisizdirler.

Böylesi âyetler, hedefleri ve sonuçları sözkonusu ederek, sebepler sonuçlarına bitişik gözüktükleri halde, gerçekte her ikisinin de yaratıldığına dikkat çeker. Gerçekten, sebep-sonuç zincirine materyalistlerin yaptığı gibi sorgulamadan baktığımızda, sonuçları sebepler yapıyormuş gibi görürüz. Fakat Kur’ân’ın bize teklif ettiği şekilde baktığımızda, yani durumu sorgulayıp üzerinde kafa yorduğumuzda, en büyük sebebin dahi en ehemmiyetsiz bir sonucun yaratılmasında bir pay sahibi olamayacağını anlarız. "Ve sebep ile sonuç arasındaki bu uzun mesafede, esmâ-i ilâhiye birer yıldız gibi tulû eder." Meselâ,

İşte insan, yediklerine bir baksın. Biz nasıl gökten bolca su indiririz. Sonra yeri onunla açarız. Onda hububat bitiririz. Üzüm ve yeşillikler, zeytin ve hurma, ve gür bahçeler, ve yemişler ve çimenler bitiririz. Sizin ve hayvanlarınızın hayatı için.4

Bu âyet, ilahî kudret mucizelerini maksatlı bir silsile içinde tasvir ederek, sebepleri sonuçlara bağlar ve ‘sizin hayatınız için’ gibi bir hedefe işaret eder. Bu hedef bütün sebeplerin ve sonuçların ardarda gelişinde, hedefi gören ve izleyen gizli bir kontrol edicinin varlığını isbatlar. Gerçekten, ‘Sizin ve hayvanlarınızın hayatı için’ sonucu, bütün sebepleri yaratma kabiliyetinden azleder. Çünkü, âyet bu ifadeyle zımnen şunu söyler: "Size ve hayvanlarınıza rızık yetiştirmek için, su semadan geliyor. Oysa suda size ve hayvanlarınıza acıyıp şefkat ederek, hayatınızın devamı için rızık yetiştirme kabiliyeti yoktur. Demek ki, su gelmiyor; gönderiliyor."

Görmedin mi? Allah semadan su indirdi.5

Toprak da, insanın rızkının kendileriyle temin edildiği bitkileri üretir. Fakat toprağın ne duyguları vardır, ne de aklı. Dolayısıyla, insanın rızka ihtiyacını düşünüp ona şefkat etmek, toprağın kabiliyetinin ötesindedir. O halde, toprağın kendisi rızık üretmiyor. O cansız ve kör toprak, bir aynanın siyah ciheti gibi işgörüyor; Rabb, Rahîm, vb. isimleri gösteriyor.

Böylece, âyetin sunduğu açıklamadan Rahîm, Rezzak, Mün’im, Kerîm ve Rabb gibi ilahî isimler tulû etmektedir.

Kısacası, Kur’ân âyetlerinin her biri, nasıl sebepler perdesini aşıp ilahî isimlerin üzerindeki örtünün kaldırılacağını öğreterek küfür ve gaflet karanlığını dağıtır. Herşeyin O’na muhtaç ve O’nun rububiyetine karşı itaatkâr olduğunu derkettirir. Nazarlarımızı sebeplerden, Müsebbibü’l-Esbaba çevirir. Onlarda görünen harikaları aklımızın önüne sererek, onların Sanii huzurunda bize secde ettirir. O’nun kudret ve rahmet mucizelerini sergiler. Rabbimizi, O’nun hikmetinin işaretlerini okumamızı sağlayarak, bütün güzel isimleriyle tanıttırır.

Kur’ân bize O’ndan başka hiçbir şeyin ibadet mercii olamayacağını, hamd ve şükrün yalnız O’na mahsus olduğunu öğretir. Bize kâinat mescid-i kebîrinde secde eden âbidler olmak üzere yaratıldığımızı anlatır.

PRAGMATİZMİN BÜYÜSÜ

"Çoğumuz için," diyor J. Needleman, "şüpheciliğin bunca gayreti içinde karşılaştığı ilk engel, bilimin gerçekten işleyip işlemediğidir." Sonra, sözünü şöyle sürdürüyor: "Tanıdığım bir fizikçi, bir keresinde, çağdaşlarımızıókendisi, ve meslektaşı olan bilim adamları da dahilóehil olmadığı halde işe burnunu sokan birinin hileleriyle ve alımlı ama boş marifetleriyle gözleri öylesine kamaştığı için onu alelacele tanrılaştıran bir yabaniler güruhuna benzetmişti. Gerçekten, pragmatik kriter dediğimiz şeye olan bu köleliğimiz hiç de gülünecek bir husus değildir. Buna daha sıkı bir biçimde bakmamız gerekiyor. Bir silaha rastlayan belli bir insan düşünün. Daha önce böyle bir şeyi ne görmüş, ne de işitmiş olsun. Düşünelim ki, bu insanın, karnını doyurmak veya kendini savunmak için öldürmeye ihtiyacı da olmasın. Adam eğilip silahı yerden alır, evirir çevirir, taşa vurur. Bu nesne nedir? Silahı evine götürür ve ne olduğunu anlamaya çalışır. Namlusundan tuttuğunda onun birşeyleri kırıp ezebildiğini, kendisinin tahtadan yapılmış tokmağından daha iyi işgördüğünü keşfeder. Onun için, bu silah, iyi bir tokmaktır. Onun fikri, teorisi, açık konuşalım, bir işe yarar. Başkaları ona bu acayip nesnenin ne olduğunu sorduklarında, ‘tokmak’ cevabını deney yoluyla isbat da edebilir... Ve işte burada, pragmatik kriterin limiti tükenir. Bir fikir veya teori ‘işlediği’nde, bu, daima bizim gerçekliğini sorguladığımız şeye nisbeten oluyordur. Eğer bizim sığ ve sınırlı niyetlerimiz varsa, keşiflerimizóne kadar dahiyâne olurlarsa olsunlaróbu aslî niyetlerimizden daha büyük olamazlar. Aya inen füzeler yapıldı, büyük büyük bombalar patlatıldı ve belirli hastalıklara çare bulundu. Böylesi şeyler gözümüzü öylesine kamaştırdı ki, gerçeklik hakkındaki derin sorularımızın cevabının da bunlar olduğu zehabına kapıldık. Tesadüfen silahı bulan adam birilerini öldürmek için daha iyi bir yol arıyor olsaydı, kesinlikle silahın gerçek işlevini keşfedecekti. Onun niyeti, silahı yapanın niyetine denk düşmüş olacaktı. Ve eğer başka biri, pragmatik deliller kullanarak bu silahın ne kadar iyi bir tokmak olduğunu göstermeye çalışsaydı, aynı adam ona gülüp geçecekti. Öyleyse, diyebiliriz ki, bir insan kendi hedeflerinin farkında olmuyorsa, ve hedeflerinin nesnelerde mevcut gerçek amaçlara mukabil düştüğünden emin olmuyorsa, pragmatik kriter, bilginin bir anahtarı olarak pek de kullanışlı değil demektir."

Bilime göre, güneş birkaç tabakadır: çekirdek (15.000.000 oC), radyasyon bölgesi, ısının yayılma bölgesi, fotosfer (sarı, 6000 oC), kromosfer (2000 km. eninde: ısı ve elektrik-yüklü partiküller ‘salar’), ve hâlesi (uzaya milyonlarca kilometre uzunluğunda uzanır; 2.000.000 oC). Güneş hidrojenin helyuma füzyonuyla çekirdeğinde enerji ‘üretir.’ Güneşin özellikleri içinde güneş lekeleri, alev sıçramaları, ve fışkırmalar vs. yer alır. Bu bilgileri veren okul kitapları, öğrenciyi uyarmayı da ihmal etmez: ASLA ÇIPLAK GÖZLE GÜNEŞE BAKMAYIN. Güneşin mor ötesi radyasyonu, siz farkına varmadan, gözlerinizi ‘yakabilir.’

Bütün bunları ardarda sıralayan materyalist bilim, güneşin Saniine asla değinmez. Durum buyken, güneşin Saniinin onu yaratmasındaki amacının ne olduğunu nasıl keşfedebilir? Pragmatik kriteri kullanan bilim güneşin bir ‘tokmak’ olduğunu isbatlayabilir, ama asla bir kudret ve rahmet mucizesi olan güneşin hakikatını göremez. Gerçekte, şu şuursuz güneş, ancak ve ancak Allah’ın bir memuru, bir lambası ve aynı zamanda o Rabbin misafirhanesinde görevli bir aşçı hükmündedir. Bir kudret ve hikmet kanununa göre döndürülmektedir.

Güneş kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider. Bu, kudreti herşeye galip olan ve ilmi herşeyi kuşatan Allah’ın takdiridir.22

Ona rabbanî bir rahmet ve merhamet kanununa göre, canlılar için hayatî önem taşıyan enerji ve ısı ürettirilmektedir.

...Ve güneşi de bir lamba yapmıştır.23

Bilim mevcudatta yalnız dünyevî faydalar görür. Güneşte, Saniine bakan sayısız maksadı görmez. Oysa, bütün mevcutların aslî görevi Sani’lerini hamd ve tesbih edip, O’nun isimlerini ilan ve teşhir etmektir. Mevsimlerin, gece ve gündüzün deveranıyla, güneş, ilahî kudretin mükemmel biçimde tanzim edilmiş düzeninden söz ettirir. Saniinin ilahî isimlerini okutarak, O’na hamd ve tesbih ettirir.

Yedi gök, yer ve onların içindekiler O’nu tesbih ederek münezzehiyetini bildirirler. Hiçbir şey yoktur ki, O’na hamd ve tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini kavramıyorsunuz.24

Görmedin mi? Göklerdeki ve yerdeki melekler ve sıra sıra kuşlar Allah’ı tesbih ederler. Hepsi nasıl dua ve tesbih edeceklerini öğrenmişlerdir. Allah onların ne yaptıklarını çok iyi bilendir. Göklerin ve yerin hakimiyet ve malikiyeti Allah’ındır. Bütün varışlar Allah’adır.25

Bilim, Sanii görmezden gelerek, güneşi Allah’ın âyeti olan mübarek bir kul mertebesinden düşürüp, anlamsız, ürkütücü, yanıcı bir akışkan kütleye dönüştürür. Enerji, ısı ve ışık üretmek (ve insana zarar vermek!) için gerekli ilim ve kudreti güneşe atfeder. Güneşin kendisini o konumda tutmasıyla gezegenleri çeken ve onların maksatlı bir düzen ve hikmetle dönmelerine sebep olan sonsuz bir hikmet ve kudrete sahip olduğunu hayal eder. Velhasıl, böylesi bir ilim, kudret ve hikmeti güneşe atfetmekle, güneşi bir ilaha dönüştürür. Ondan, sanki o bir ilahmışcasına söz eder.

Allah’ın âyetlerinden biri de gece-gündüz, güneş ve aydır. Artık güneşe ve aya secde etmeyin. Fakat eğer Allah’a kul iseniz, onları yaratan Allah’a secde edin!26

Bilim adamları, Firavun’un sihirbazları gibi, pragmatizm büyüsüyle taktıkları isimlere hakikat nazarıyla bakarlar. Eşyayı tarif ve tasvir etmek için alabildiğine teknik bir jargon kullanır ve insanların akıllarını öylesine büyülerler ki, gerçekten onları açıklamış gibi gözükürler.

...Ve onlar atınca, insanların gözlerini büyülediler, onları korkuttular ve büyük bir sihir ortaya koydular.27

KUR’ÂNÎ EPİSTEMOLOJİ: MUSA’NIN ASÂSI

İslâmî bilim, Musa’nın asâsı gibi, onların bütün ‘sihir’lerini yutmalıdır. Asâ gibi, sözde bilimsel bilginin gerçekte mevcudat hakkında ad takmalar, anlamsız bilgiler ve boş gevezeliklerden başka birşey olmadığını göstermelidir.

Ve Musa’ya vahyettik ki: Sen de asânı at. [O asasını atınca] hemen onların uydurduklarını yutmaya başladı. Hak gerçekleşti. Yapmakta oldukları şeyler batıl çıktı.28

Kur’ân’da hiçbir teknik jargon yoktur. Kur’ân her düzeydeki herkese ve her sınıfa seslenir. Onun hedefi insanları hipnotize ederek denetlemek değil, hakikatı öğretmektir. Müslüman bilim adamları vahyi, yani Kur’ân’ı referans noktası kılacaklarsa, teknik jargonu terketmelidirler. Çünkü, İslâmî bilimin hedefi, bütün insanlara hakikatın derin meselelerini öğretmektir.

Uzmanlık dili, bazı olguların çalışılması için kullanılabilir. Fakat, bu dil, İslâmî bilimin bütün bilimlerin ve edinilen bilgilerin hakikati ve kaynağı olan ilahî hikmete ulaştırıp ilahî isimleri gözlere gösterme misyonunu perdelememelidir.

Kâinatta, makro dünyalardan mikro âlemlere kadar, her varlık düzeyinde bir düzen ve intizam mevcuttur. Kâinattaki âyetleri okuma metodu her düzeyde geçerlidir. İslâmî bilimin görevi varlıklarda ve onların düzenlerinde yazılı anlamların nasıl okunup deşifre edileceğini öğretmektir. Kâinata dair herhangi bir çalışma, ancak ve ancak marifetullahı hasıl ediyorsa kabul edilebilir. Müslüman bilim adamları avâma tüm eşyada mündemiç hakikatları basit bir dille aktarmalıdırlar. Teknik jargon tuzağına düşmemelidirler.

Vâkıa Müslümanlar teknik jargona o kadar hevesliler ki, bilimin pratik başarılarıyla gerçekten büyülenmişiz. Bilimin temelleri, onun arıyor olduğunu varsaydığımız şeye, yani marifetullaha denk düşmüyor diye hissettiğimiz halde neden bilimin kendisini sorgulamaya cesaret edemediğimizin açıklaması herhalde budur. Vahyi bilgimizin temeli olarak kabul ettiğimizi söylüyor, ama onun tutarlılığını manipüle edebileceğimizi umduğumuz bilimsel metodu ve teknik jargonu kullanarak sınamaya kalkışıyoruz. Zaman, çelişkilerimizin farkına varmak ve yeni bir düşünme biçimine, bir paradigma değişimine muhtaç olduğumuzu idrak etmek zamanıdır.

Halbuki bu konuda hiçbir bilgileri yoktur. Onlar ancak zanna uyuyorlar. Ve gerçekten zan, haktan yana hiçbir fayda vermez. Artık sen, mesajımıza sırt çevirip dünya hayatından başka birşey istemeyenden yüz çevir.29

FİRAVUN’UN SİHİRBAZLARINA KARŞI AS-YI MUSA

Kur’ân’ın talebesi olan Müslümanlar şahit isterler. Onlar iman hakikatlarına aklen, fikren ve kalben yaklaşırlar. Kör bir bağlılık ve taklid uğruna bürhandan, delilden ve şahitten vazgeçmezler. Zaten, Kur’ân âyetleri, başında ve sonunda, insanı düşünmeye, aklını kullanmaya, akıl ve kalbine danışmaya çağırır.

Müslüman bilim adamları bilimcilik rahiplerini, Firavun’un sihirbazlarını taklid etmeyi bırakmalıdırlar.

"Allah" deósonra onları oynadıkları bataklıklarında terket.30

Çünkü materyalistler, Hâlık, Munazzım, Rahîm, Hakîm gibi ilahî isimlere rastladıklarında, onları Allah’a değil, varlıkların kendilerine atfeder veya hepten görmezden gelirler.

Allah’ın [yalnız O’na mahsus] çok güzel isimleri vardır; o isimler ile Allah’ı çağır. İsimleri hakkında sapanları bırak.31

Materyalist bilim küfrün sonucudur. Ve küfür bütün çeşitleriyle dalâlet ve yalandır. Jargon, bilimin bilgi ve kemal gibi sunulan yalanlarını örtbas etmek için kullanılır.

Oysa, İslâm’ın esası ve temeli hakikattır. İman hakikat ve dürüstlüktür. Hakikat ve yalan, iman ve küfür kadar birbirinden uzaktır. O halde, İslâmî bilim ve materyalist bilimin ortak birşeyi yoktur. Biri semavî ve ‘dikey’dir, yani herşeyi doğrudan Yaratıcıya bağlar. Diğeri arzî ve ‘yatay’dır, yani herşeyi bir diğer şeye, sebepleri sonuçlara bağlar.

Meselâ güneş üzerine detaylı araştırmalar yapılmasında yanlış birşey yoktur. İnsan etrafındaki eşyayı tanımak ve anlamak ister. Bu ihtiyaç insan hakikatı araştırıp bulsun diye verilmiştir. Vahyi izlesin izlemesin, her insan güneşin ne olduğunu bilmek ister. Onun hakkında bilgi toplamaya meyleder. Bu noktaya kadar problem yoktur. Problem bilgi toplamaya niyetlenildiğinde başlar: Niçin bilgi topluyorum? Onu nasıl kullanacağım? Eğer araştırmacının niyeti Sanii tanımak değilse, buna göre bir araştırma metodu geliştirecektir. Saniini bulmasına asla yol açmayacak türde sorular soracaktır. Meselâ, şunları soracaktır: Güneşin dünyadan uzaklığı ne kadardır? Büyüklüğü ne kadar? Sıcaklığı ne kadar? İçinde nasıl enerji üretiliyor?... vs. Cevapları edindikçe, meselâ şuna hükmedecektir: "Güneş, çekirdeğinde, hidrojeni helyuma dönüştürerek enerji üretir."32 Böylece güneş bir put haline getirilir. Çünkü, bırakın devâsâ bir enerjiyi, tek bir atomu hâsıl edebilmek için, güneşin tüm kozmosu da husule getirmeye kâdir olması gerekir. Sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi olması gerekir. Kör, fani, mümkin ve cahil güneş için bu kadarı kesinlikle fazla! Bu makalede ‘materyalist bilim’ diye adlandırmakta olduğumuz şey, işte bu ‘bilim’dir. Materyalist bilim adamlarının sorduğu, görünürde masum ve ‘objektif’ sorular, nasıl da saçmasapan sonuçlar, efsaneler ve hurafeler doğuruyor! Dolayısıyla materyalistler, herşeyi, her sebebi, sonuçları ona atfederek ilahlaştırıyorlar.

O [iddia ettikleri] ilahlar kendilerinden kayboldular. İşte sapmalarının ve yalan uydurmalarının sonucu bu oldu.33

İslâmî bilime gelince, o yaratılışın hakikatını ve gerçekliğini bulmak niyetiyle bilgi toplar. Araştırma metodunu buna göre geliştirir. Sebepler perdesini kaldırmak ve onun ardındaki gerçekliği göstermek için sorular sorar. İlk olarak hayatî önem taşıyan enerji, ısı ve ışığın güneşten geliyor olduğunu görür. Onlarda saklı sonsuz faydalara bakar ve sorar: "Şu cansız güneş bu faydalı enerjiyi üretecek ilim ve kudretin sahibi olur mu? Şuursuz güneş insana ve yeryüzündeki tüm canlılara nasıl acıyıp şefkat edebilir?" vs... Sonra, meselâ hidrojenin helyuma füzyonunu keşfeder ve sorar: "Hidrojen denilen basit ve kör element hayatî enerjiyi temin etmek için helyuma dönüşecek ilim ve kudrete sahip midir?" vs. ... Sonra şuna hükmeder: Güneş o kadar faydalı sonuçları ve böylesine ihatalı maksatları gütmek için gerekli hiçbir niteliğe sahip değildir. Kadîr-i Mutlak ve Hakîm-i Mutlak olan, irade ve tercihe malik bulunan Birinden başka hiçbir şey herhangi bir şeyi ne yaratabilir, ne onu bir amaç sahibi kılabilir, ne de ona müdahale edebilir. Ve gördüğümüz gibi, bütün şeyler, ógüneş, hidrojen ve helyum...ócansız, şuursuz, hedefsizdir. O halde onlar bir Kadîr-i Mutlak’ın emrine tâbi birer kul olmalıdır. Onlar güneşi ve yoldaşı olan gezegenleri ve sair yıldızları yaratacak, kusursuz bir hikmetle onları göğe yerleştirecek sonsuz kudret sahibi Birinin; ayrıca, tüm canlıları ve onların ihtiyaçlarını bilen Birinin itaatkâr kulları olmalıdırlar. Güneşin Yaratıcısı ve Mukaddiri herşeyi bilir ve herşey üstünde kontrol sahibidir. Onun lütuf ve rahmeti tüm eşyayı kuşatır.

Bu yüzden, Müslüman bilim adamlarının vazifesi bilimsel malumatı ve felsefenin ‘bilgi’sini yakmak ve nurlandırmaktır, ki bu çarpıtılmış bilimsel ‘bilgi’ gerçek bilgi, marifetullah haline gelebilsin. Diğer bir deyişle, Kur’ân’dan aldığımız dersle, bilimsel bilgiyi faydalı ve aydınlatıcı yapmanın yolunu ortaya koymak zorundayız. Çünkü, bütün bilimlerin ve marifetlerin en büyüğü, Allah’a imandır ve ondan kaynaklanan kudsî marifet-i ilahiyedir.

Muhakkak ki, kalbler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur.34

Bilimcilikten vazgeçmek zorundayız. Çünkü bilimcilik yalnızca sihirbazlık ve büyü öğretiyor. Bize ipleri nasıl canlı gibi göstereceğimizi; cansız ve çarpıtılmış olguları ve hakikatten uzak bilgileri, pragmatizm ve jargon büyüsüyle nasıl hayattar, manidar ve gerçek bilgi gibi tanıtabileceğimizi öğretiyor.

Oysa Kur’ânî metod, herşeyden âb-ı hayatóyani Allah’a iman ve marifetullahóçıkaran nuranî bir asâyı andırır. Bize her yaratılmış mevcudda nasıl Allah’ın isimlerine bakan ve Allah’ın varlığını ve birliğini tanıyıp bilmemizi sağlayan bir pencere açılacağını öğretir. Musa aleyhisselâm asasıyla vurduğu bir taştan oniki pınarın zuhuruna vesile oldu ve hiç müşkilat çekmeksizin, onunla birlikte olanları susuzluktan kurtardı.

Ve [hatırla ki] bir vakit Musa kendi kavmi için su istedi. Biz "Asânla taşa vur" dedik. [Taşa vurunca] ondan on iki çeşme fışkırdı. Her bir toplum kendi kaynaklarını öğrendi.35

Kur’ân’ın metodu da, bir Kur’ânî asa olarak, her bir insana, düzeyi ve anlayışı nisbetinde içeceği hayat suyunu, yani imanı tedarik eder. Her birine kaynağını gösterir ve küfür susuzluğundan onu kurtarır.

MATERYALİST BİLİM OBJEKTİF DEĞİL, ÖNYARGILIDIR

Materyalist bilim mevcudata kendileri namına ve dünyevî faydaları hesabına bakar. Asla Sani’lerinden söz etmez, hatta O’nu ima bile etmez. Meselâ, yağmurdan söz ederken, şöyle der:

"Suyun sıvı veya katı halde bulutlardan ‘düşmesi’ne yağış denilir. Yüksek bir hava tabakasında bulunan su buharları ‘soğuyup yoğunlaştığı’nda, bir su damlacıkları bulutu ‘oluşur.’ Bu damlacıkların çapı ancak bir milimetrekareden bile çok az yer kaplar. Bulut damlacıkları küçük hava akımları tarafından ‘yukarıda tutulacak’ kadar küçük olduğundan, bulutlar hemen yağışa dönüşmezler. Bir bulut damlacığı ile bir yağmur damlası arasındaki tek fark onun ‘düşmemesi’ni ve yağmur damlacığının ‘düşmesi’ni sağlayan hacimleridir... Bir bulut damlacığının düşmek için yeterli ağırlığa ulaşabilmesi için, irileşmesi gerekir. Bulut damlacıklarındaki yoğunlaşma, 0,02 milimetrekareye ‘ulaşıldığı’nda ‘yavaşlar.’ Ortalama bir yağmur damlası ise 2 milimetrekare civarındadır; yani bir bulut damlacığından yüz kat daha büyüktür. Yere ulaşan yağışın biçimi (çiseleme, yağmur, kar, sulu sepken veya dolu) bulutun tipine ve bulutun altındaki havanın derecesine bağlıdır. ..."36

Materyalist bilim cansız ve şuursuz bir sıvıyı, yani suyu çok marifetli işleri başaran çok zeki ve güçlü bir madde olarak tarif eder. Suya tüm yaratılış kanunlarını bilmeye yeterli bir zeka atfeder: Su kendi kendini buharlaştırır ve yoğunlaştırır, damlacıkların hacmini ölçer, düşer vs.; ve bütün bu görevleri ifa etmesine yetecek bir kudret atfeder, hava akımlarını ve rüzgarları emri altına almak, bulutlar oluşturmak, vs.

Materyalist bilim suyun ne olduğunu açıklamaz. Onun yerine suyun birçok mucizevî işleri esrarengiz biçimde ‘başaran’ acayip bir madde olduğunu öğretir. Talebelere dehşetli bir korkudan ve ürkütücü bir meraktan başka hiçbir bilgi vermez. Gerçekte, böylesi bir ilim, şuur ve kudreti; basit, kör, âciz ve amaçsız, bazen de sel haline gelince herşeyi mahveden suya atfetmek çılgınca bir hurafedir. Materyalistlerin akıldan ne denli sapmış bir ‘bilim ve akıl erbabı’ olduklarını buradan anlayabilirsiniz; akıldan ne kadar da uzaktalar!

Sık sık, materyalist bilim, bir sapma ve hususî bir mesele olduğunu iddia ettikleri Allah’a imana zıt olarak, objektif diye tarif edilir. Oysa, asıl sapanlar materyalistlerdir. Herşeyin, Saniin varlığına ve birliğine işaret ettiğini kabul etmek istemezler. Kudret ve ilim gibi mutlak sıfatlara sahip olan birinin varlığını kabul etmenin bir hurafe, çizgisinden sapmış bir spekülasyon olduğuna inanırlar. Fakat, öne sürdükleri alternatifin herşeyin bu mutlak vasıflara malik olduğunu ima ettiğini; yani herşeyi bir ilaha dönüştürdüğünü de anlamazlar. Mutlak kudret sahibi tek bir Yaratıcının varlığını tasdik etmekten kaçarakókabul etsinler, etmesinleró, mutlak anlamda kabul edilemez bir hurafe olan sonsuz tanrıları ve idolleri kabul etmeye mecbur kalırlar.

İşte, yaratan ile yaratmayan bir olur mu? Neden düşünmüyorsunuz?37

Allah’tan başka çağırdıkları mabudları hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onların kendileri yaratılıyorlar. Onlar ölüdürler, diri değiller. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler. Mabudunuz tek bir ilahtır. Fakat ikinci dirilişe inanmayanların kalbleri [bu hakikatı] kabul etmez. Çünkü onlar büyüklük taslıyorlar.38

İSLÂMÎ BİLİM ‘KÂİNAT KİTABI’NI OKUR

İslâmî bilim meselâ yağmur hakkında nasıl konuşacaktır? İlk olarak, Müslüman bilim adamının hedefi Kâinat Kitabını nasıl okuyacağını öğrenmektir.

Yaratan Rabbinin adıyla oku!39

O, kâinat kitabında bir sayfa olan yağmuru ilahî sıfat ve isimleri tanıttırmak için ele alacaktır. İslâmî bilim, tıpkı Kur’ân gibi, mevcudatı kendileri için değil, Yaratıcılarını keşfetmek için çalışmalıd ır.40 İslâmî bilimin vazifesi,

Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onu perçeminden tutmuş olmasın [yani, O, onun üzerinde tam bir kontrol sahibi, ve o O’na tamamen bağımlı olmasın].41

âyetinin belirttiği üzere, herşeyin ‘dikey bir biçimde’ Saniine bağlı olduğunu ve her bir şeyin diğer tüm şeylerle bu dikey bağ vasıtasıyla ilişkili olduğunu göstermektir. O eşyanın ‘yatay biçimde,’ yani sebep-sonuç ilişkisiyle birbirine bağımlı olmadığını gösterecektir. Müslüman bilim adamlarının görevi kozmosta hüküm süren nihayetsiz düzen, kudret, ilim, rahmet vs.ye işaret etmek; kâinatta kanunlar biçiminde görünen bu şeyleri göstermek ve sonra bu kudret, ilim ve rahmet kanunlarını formüle etmektir. Bu ilahî kanunlar ‘dikey’dir; nedensel değildir. Gerçekte, bu kanunları, ancak eğer illiyetin bir yanılsama, bir mit olduğunu idrak edersek anlayabiliriz.

Bütün bu çalışmaların nihaî hedefi imansız olanı imana getirmek, imanı zayıf olanların imanını güçlendirmek ve imanı taklidî olanların imanını tahkikî kılmak olacaktır. İslâmî bilim imanı tahkikî olanlara bile fayda sağlayacaktır. Onların,óbütün gerçek kemalin temeli ve vasıtası olanómarifetullahta mertebe katetmesine yol açacaktır. Ve bu gerçekten çok kudsî bir hedeftir.

BİLİMİN İSLÂMÎLEŞTİRİLMESİNE DAİR BİR ÖRNEK ÇALIŞMASI: YAĞMUR

Öğrenciler sık sık sınıfta yapılacak şeyi dersten önce hazırlama ihtiyacı duyarlar. Öyleyse, bu dersten önce, siz öğrencilerinize suyun işlevlerini ve faydalarını sorabilirsiniz; ki, onlar sınıfa geldiğinde önceden-şekillenmiş bazı kanaatleri olsun.

Bir sınıf olarak şunları tartışın:

óEğer su olmasaydı yeryüzünde hayat olur muydu? Neden olmasın?

óSuyu ne için kullanırız? (İçme, yemek pişirme, yıkama, temizleme, sulama, yüzme, endüstride, vs.)

óYağmurdan ne haber? (O, göklere ‘çıkan’ ve tekrar yere ‘inen’, böylece bize devamlı taze su ‘sağlayan’ bir sudur).

óBütün bunlar nasıl mümkün oluyor?

óSu bütün bu işlevleri nasıl yerine getirebilir?

óNasıl bize hayat için gerekli olan taze ve temiz suyu temin etmek için buharlaşıp bulutlara çıkar?

óSu canlılara acıyabilir mi?

óSuyun bütün bunları yapacak bir ilim ve kudrete sahip olduğunu düşünüyor musunuz?

óSu kendilerine göre değişime uğradığı bütün bu kanunları ve düzeni biliyor mu?

óGirdiği bütün bedenleri ve cisimleri tanıyor mu?

óSu onlar üstünde bir otorite sahibi midir? Gerçekten su belli bir pozisyonu üstlenir ve bütün canlılarda usta bir şekilde işgörür. Suyun onlara acıdığını düşünüyor musunuz? Çünkü onun yardımı olmazsa hepimiz mahvolur ve ölürüz. Bu mümkün müdür? Su bu niteliklerin herhangi birine sahip midir? Gücü var mı? Bilgisi var mı? Öğrencilerden bir bardağa biraz su doldurmalarını isteyin. Sonra onlara sorun: Onun iradesi var mı? Akışının yönünü değiştirebilir mi? Şefkati ve merhameti mi var?

Hayır, su basit bir maddedir. Hayatsız, amaçsız ve şuursuzdur. Açıkçası, hiçbir iradesi, ilmi, kudreti yoktur. O halde ancak sonsuz bir yaratma kudretine, ve herşeyi kuşatan bir ilme ve tüm kâinatı onunla idare edeceği mutlak bir iradeye sahip olan Birinin izni ve otoritesi altında işgörebilir. Su bütün bu özelliklere malik olan ve bizim Allah dediğimiz Birinin hizmetinde olmalıdır.

Bu merhalede öğrencilerden su hakkında daha fazla düşünmeleri istenebilir. Su faydalıdır. Ona ihtiyacımız var. Doğru. Fakat hepsi bu mu? Biz denizi seyretmekten hoşlanırız. Yağmurda yürümeyi severiz. Su güzeldir de. Yalnızca temizlik için banyo yapmayız, yıkanmak hoşumuza da gider. Yani; bizim suyla ilişkimiz yalnızca onun yararlarına dayalı değildir. Suyu severiz ve dahası, onu sevecek ve onun için şükredecek bir kapasite bize verilmiş. Siz hiç suyla oynayan bir bebeği seyrettiniz mi? Mutlu, halinden memnun ve de şükür halinde değil midir?

Bütün sınıfı yağmurlu bir günde dışarı çıkarıp yağmur hakkında konuşmak ilginç bir alıştırma olacaktır. Öğrencilere zarif ve pırıl pırıl yağmur damlalarına bakmalarını söyleyebilirsiniz. Bu güzelliği, bu zerafeti hangi sebep açıklayabilir? Görünürde yağmuru sonuç veren sebebin bizi, hayvanları ve bitkileri düşünmekten; bizim için merhamet duymaktan ne kadar da uzak olduğu açık değil midir? Bu cansız, hayatsız damlalar bizim hakkımızda hiçbir bilgi sahibi değildirler. Yardımımıza koşuyorlarsa, bu bize acıdıklarından dolayı değildir. Onlar emir almaksızın düşmezler. Yağmuru onun için bu kadar hasret duyanların imdadına çağıran Rahîm ve Kerîm bir Rabbin emrindedirler. Yani yağmur atmosferden kendiliğinden düşmez. Bizi ve bütün canlıları yaratan ve ihtiyaçlarımızı temin ve tekellüf eden Rahman ve Rahîm bir Yaratıcının hikmetiyle bizim ve tüm canlıların hizmetine gönderilirler.

Görmedin mi? Allah gökten su indirdi. Yeryüzü onunla yemyeşil oluyor. Muhakkak ki Allah Latîftir, Habîrdir. Göklerdeki ve yerdeki herşey O’nundur. İşte böyle olan o Allah hiçbir şeye muhtaç değildir (Azîz) ve bütün hamdler O’nundur (Hamîd).42

Yağmur damlalarının her yerde bütün faydaları ve sevimlilikleri ile birlikte aynı zamanda ve tam bir ihatalı fiille düşmesi mutlak hikmet, hayat, kerem, rahmet ve güzelliğin bir göstergesidir. Bu olaylarda mutlak hakikatlerin kanunlarının ucunu görebiliriz. Meselâ, bir ilahî hikmet kanununun, bir ilahî güzellik kanununun ucunu görebiliriz. Ve yağmurun bu ilahî kanunlara göre gönderildiğine hükmederiz.

Yağmur damlaları gizli bir rahmet hazinesinden gönderilirler.

Rüzgârları rahmetinin önünde müjdeleyici olarak gönderen O’dur.43

Gerçekten, su damlaları içerisinde dercedilen o kadar çok rahmet eserleri ve faydalar vardır ki, sanki rahmet yağmur taneleri olarak tecessüm etmiştir. deta hayat suyu mahiyetindeki yağmur taneleri, yeryüzünde ona o kadar muhtaç ve arzulu olan canlıların emzirilmesi için bulutlardan sağılır.

Allah’ın nimetlerini sayarsanız, bitiremezsiniz.44

Sınıfa geri dönüp, ihtiyaç duyulduğu takdirde, ama bir şartla yağmur hakkında daha fazla ‘bilgi’ verebilirsiniz. O şart da şudur: Hiçbir sebebin ona atfedilen sonucu hasıl etme kabiliyetinde olmadığını göstermek zorundasınız. Çünkü en büyük bir sebep en adi bir sonuç için yeterli kudrete malik değildir. Bu demektir ki, sebepler yalnızca bir perdedirler ve sonuçları başka biri yapar. Gerçekten, sonuçlar sebeplere bağlanmışlardır, çünkü ilahî irade ve hikmet onların öyle olmasını gerektirir, ki Allah’ın isimleri görülebilsin ve insanlar şükredebilsinler.45 O herşeyi bir sebebe bağlayan Yaratıcıdır. Yağmur örneğini alın: Bu rahmet mucizesi için hangi sebep gösterilebilir? Basit, şuursuz ve hayatsız bir bileşik olan su molekülü mü, oksijen ve hidrojen mi? Hayır. Bu rahmet mucizesi ancak, Kendini tanıtmak, sevdirmek ve ibadet ettirmek isteyen rahmeti sonsuz bir Yaratıcının işi olabilir.

Allah herşeyin yaratanıdır.46

Buharlaşma ve yoğunlaşma: Sâni-i Hakîm, sıvı su moleküllerinin etrafa hareket etmelerini ve her biri diğerine gevşek biçimde bağlı şekilde olmalarını sağlar. Hikmetiyle, bu hareketi yaratır ve onları tüm mevcutlarda düzenli bir biçimde istihdam eder; böylece Rahîm, Muîn ve Kadîr isimlerini gösterir.

Aynı zamanda su moleküllerine, ilahî bir rahmet kanununa göre, onun ile, ihsanda bulunur (buharlaşma en görünür bir rahmet mucizesi olan yağmurun oluşumu sürecinde ilk adımdır), su molekülleri çok hızlı hareket ettirilip suyun yüzeyine yakınlaştırıldığında, onların havadaki diğer gaz moleküllerine iştirak etmek için sıvıdan özgür bırakılmalarına vesile olunur: Rahîm Yaratıcının su moleküllerinin buharlaşmasına nasıl sebep olduğunun izahı budur.

O, su buharı moleküllerini tüm istikametlerde hızlandırır. Onların az bir kısmını da sıvıya geri daldırır. Bazı su moleküllerinin ayrılmalarına sebep olur, ve diğerleri ilahî bir denge ve mizan kanununa göre sıvıya iştirak ettirilir. Sani su moleküllerinin ayrılanlardan daha fazlasını birleştirerek yoğunlaşmalarına sebep olur. Rahman-ı Rezzak su buharı moleküllerini ilahî bir rahmet kanununa göre havada damlacıkları teşkil etmek üzere birbiriyle şiddetle çarpıştırıp yapıştırarak suyun yoğunlaşmasına sebep olur.

Rahmet süreci: Her gün dünya suyunun milyonlarca tonu, bir ilahî rahmet kanunu sayesinde bu süreçle su buharına dönüştürülür. Rahman-ı Rezzak okyanuslardan, göllerden, nehirlerden ve hatta topraktan suyu havada buharlaştırır. Su buharının daha küçük bir miktarı bitkilerden ve hayvanlardan üretilir.

Sani-i Hakîm su buharını ihtiva eden havayı atmosfer aracılığıyla kaldırarak soğumasına sebep olur. Sonra su buharını bulutların içerisinde yoğunlaştırır, yani su buharı moleküllerini ilahî bir hikmet kanununa göre su damlacıkları bulutunu oluşturmak üzere birbirine katar.

Görmedin mi? Allah bulut sevkeder, sonra onu birleştirir, sonra onu üstüste yığar, içinden yağmur çıktığını görürsün.47

Kâfi miktarda bulut damlacığı birleştirildiğinde, yani bulut damlacıkları yeterince ağırlaştırıldığında, ilahî bir inayet kanunu sayesinde, onların büyük objeleri birbiriyle çarpıştırıp birleştirebilen kasırgalı rüzgârların (tufanların) bile dengelerini ve düzenlerini bozmadığı öylesi bir mizan ve intizamla tekrar yere düşmelerine sebep olunur;

...İçinde elem verici bir azap olan bir fırtınadır. Rabbinin emriyle herşeyi yıkar.48

damlalar yere şiddetle çarpmazlar veya zarar verici su kütleleri haline gelecek bir şekilde birleştirilmezler. Yani, damlacıklar bir mizan ve denge (tevzin ve tanzim) kanununa, ve bir rahmet kanununa göre oluşturulurlar. Gerçekten yağmur damlaları ancak Rahman ve Rahîm olan bir Rezzak’ın eseri olabilirler. Onlar, canlıların yardımına koşturuldukça, açıkça gösterirler ki, Rahman, Rahîm, dil ve Kerîm bir Rezzak’ın hizmetindedirler.

Çünkü Rahman ve dil olan Yaratıcı, yağışla (yağmur, kar, vs.) bir bütün olarak yeryüzüne, buharlaşmasına sebep olduğu miktarın aynısı kadar su gönderir. Yani, O’nun vasıtasıyla yeryüzünden suyun buharlaşmasına, bulutlar içerisinde yoğunlaşmasına, yağış olarak düşmesine ve sonra tekrar buharlaşmasına sebep olduğu ilahî kanun, bir denge ve düzenlilik kanunudur.49

Rabb-ı Rahîm bize buharlaşma süreci sayesinde saf temiz su temin eder. Suyu bir ilahî saflaştırma ve temizlik kanuna ve bir ilahî rahmet kanununa göre buharlaştırır.

Biz gökten tertemiz su indirdik.50

Su sürekli bir biçimde bir ilahî rahmet kanununa, bir ilahî rezzakiyet kanununa,

Allah... size rızık olarak meyveleri çıkarmak için gökten su indirendir.51

göre yerden buharlaştırılır.52

Biz her canlıyı sudan yaptık.53

Su buharlaştırıldıkça, bir tasaffi kanununa göre katışıklarından ayrılır. Tuzlu su buharlaştırıldığında, su geride kalır. Bu tasaffi kanununa göre, yalnızca saf su su buharı olarak havaya çıkarılır. Bir nehirdeki kirlenmiş su için de aynısı vuku bulur. Taze su buharlaştırılır ve kirleticilerin çoğu arta kalan sıvı haldeki suda kalır.

Sonuç olarak, görüyoruz ki, hidrojen ve oksijen adında iki basit elementten terekküp eden suya bilinçli bir şekilde ve kâinatın düzeniyle uyum içinde işgördürülür. Görüyoruz ki, su, hakîmane ve rahîmane bir şekilde yeryüzünün yüzey sıcaklığını kontrol etme, ihtiyaç duyulan yere yardım ihsanını hızlandırma, yeryüzü sakinlerini hayat için o kadar hayatî olan taze su ve gıdayla donatma gibi sayısız maksatlı görevlerde çalıştırılır. Bu cansız, hayatsız ve şuursuz sudan çıkan, kerem ve rahmetin bütün bu hikmetli, rahîmane ve sanatlı vazifeleri ve fiiller bu mübarek suyun,54 bu yorulmak bilmez kulun kendi kendine işgörmediğini; fakat bir Kadîr-i Alîmin, bir Hakîm-i Kerîmin, bir Rabb-i Rahman-ı Rahîmin emri dairesinde işgördüğünü açıkça gösterir. Yani, sonuçların hedefleri ve faydaları cahil ve cansız sebeplere atfedilemez, ve onlar bunları şu âyetle uyum içerisinde Müsebbibü’l-Esbaba havale ederler:

Bütün işler O’na döndürülür.55

Bu yüzden cansızlık ve cehalet içerisindeki bu hayat ve şuurluluk, zaaf ve acz içerisindeki bu kudret, óher biri icra edilmiş vazife içindeó mutlak kudret ve ilim sahibi olan, Hayy, Kerîm, Rahman, Rahîm, Munazzım, Kuddüs, Adil ve Rabb olan Birinin vücub-u vücuduna ve vahdetine pencereler açar.

İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka mabud yoktur. O herşeyin yaratanıdır: artık sadece O’na ibadet edin. O herşeyi koruyup kuşatandır.56

Bu sonucu kabul etmeyen, tüm isimleriyle Allah’ın varlığını ve birliğini tasdik etmeyen, O’nun azameti önünde secde etmeyen, O’na şükretmeyen, O’na hamdetmeyen ve O’na ibadet etmeyen her kim ise,

Eğer onlara "Gökten su indirip de ölümünden sonra yeri o su ile dirilten kimdir?" diye sorarsan, elbette "Allah" diyecekler? De ki: "Öyleyse bütün kemalat ve hamd, Allah’a mahsustur."57

suyun her molekülünde, hatta her partikülde sonsuz bir güç ve kudret, sınırsız bir hikmet ve maharet, ve diğer tüm varlıkları görüp bilme ve idare etme kabiliyeti olduğunu kabul etmek zorunda kalacaktır.

Yani, eğer Allah’la bağ kesilirse, bütünüyle saçma olan, kâinattaki partiküller sayısınca ilahları kabul etmek zorunlu hale gelir. Oysa onlar bilfiil Allah’ın kulları olarak kabul edildiklerinde, bu tam anlamıyla makul ve kabul edilebilirdir.

Allah [ortak koşanlar için] bir misal veriyor: Birçok geçimsiz kimsenin ortaklığı altındaki bir [köle] adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu? Bütün hamd, mükemmellikler, övgüler, Allah’a mahsustur; fakat çokları bunu bilmezler.58

Mütalaa: Öğrencilerin anlayışını kontrol edip değerlendirmek için, en sonunda bu konuya ilişkin bir mütalaa yapılabilir.

1. Kavram haritası yapma: Bazı kutuları boş bırakabilir ve öğrencilere ya kaçan terimleri doldurmalarını veya kendi haritalarını oluşturmalarını sorabilirsiniz.

1. Tamamlanmış bir kavram haritası örneği:

Yağmur

Faydalar

Yağmur herşeyi biliyor ve yapabiliyor Yağmur: Kul ve hizmetkar

Bu mümkün mü O halde O şuna göre işliyor

Hayır. Yağmur şuursuz ve cansızdır Hakikatlerin ilahî kanunları

yani yağmur

bu hakikatlerin sahibinin memur bir abdidir

2. Yorumla ve uygula: Suyun "En güzel isimler O’nundur" âyetinin anlamını nasıl gösterdiğini açıklayın (bkz. Kur’ân, 20:8; 50:24). Cevabınızı destekleyecek bir örnek verin.

3. Bilim içinde yazma: Colorado nehrinden tarlalara suyu akıtırken, ("Allah gökten bir su indirir. Vadiler kendi miktarınca sel olup akar."59), onun dörtte üçünü buharlaştırır. Suyun geri kalanı tekrar kullanıldığı nehre döndürülür. Bir süre sonra, yeniden kullanılmış suyla toprak sulamada tuz takviye edilir. Bu tuz takviyesinin nasıl ortaya çıktığının bir açıklamasını yazın. Açıklamanızda aşağıdaki terimleri kullanın: rahmet kanunu, tasaffi kanunu ve buharlaşma.

4. Eleştirel düşünme: Aşağıdaki yazıyı okuyun ve soruları cevaplayın.

"Varlıklar bileşenlerine girdiklerinde, Sanilerini her bileşende farklı bir şekilde ilan ederler. Adım adım en büyük bileşene kadar, ilişkileri, fonksiyonları ve görevleri aracılığıyla, Sani-i Hakîmlerinin vücub-u vücuduna, ihtiyar ve iradesine şahitlik ederler. Çünkü bütün bileşenlerde bir şeye o vaziyeti veren biri, tüm bileşenlerin Yaratıcısı olmalıdır. Yani, sanki tek bir şey O’na çok yollarla şahitlik eder. Ve öyleyse, imkân bakış açısından, Vâcibü’l-Vücud’un varlığının sayısız şahidi vardır; yalnız kâinattaki varlıklar sayısınca değil, fakat varlıkların nitelikleri ve onların oluşturduğu bileşenler sayısınca..."

óMetin her varlığın kendi bileşenleri sayısınca Allah’ın varlığına şahitlik ettiğini söylüyor. Bu ne demektir? Su örneğini kullanın.

óBirşeyin Yaratıcısının nasıl tüm bileşenlerin Yaratıcı olması gerektiğini açıklayın.

óSuyun Saniinin bitkilerin ve canlıların Sanii olduğunun nasıl gösterilebileceğini düşünün.

SONUÇ

Herşeyin hakikati ilahî isimlere dayanır. Bütün bilimlerin hakikatı, sebepler perdesi altında saklı temel hakikatler olan bu ilahî isimlere dayalıdır. Bilimler ancak eşyanın asıl hakikatı olan esma-i hüsnayı keşfettiklerinde kemallerini bulurlar.

Allah gökleri ve yeri ve aralarındakileri ancak hak ile yaratmıştır.60

Meselâ, tıp bir ilimdir. Onun hakikatı Saniin Şâfi ismine dayanır. Tıp, dünya eczanesindeki rahmet ve şefkat tecellilerini göstererek, Rahman ve Rahîm olan Şâf’i tanıttırır. Böylece hakikatını bulur ve kemale erişir. Kur’ân, şu âyetle bu hakikata işaret eder:

Ve Allah dem’e isimlerin hepsini öğretti..61

Gerçekten, ilahî isimlerin öğretimi insanı Allah’ın yeryüzündeki halifesi kılar.

İslâmî bilim insana kâinat kitabını ilahî isimleri keşfetmek için nasıl okuyacağını gösterir. İnsana hakikatı öğretir ve herşeyin hakikatının ilahî isimlere dayandığına ve herşeyin Allah’tan geldiğine delalet eder. Onun bu hakikatı tasdik etmesine ve Malikine teslim etmesine öncülük eder.

Gerçekten biz Allah’a aitiz ve O’na döneceğiz.62

Bu yüzden insanın Allah’a bütün güzel isimleriyle dua ve niyaz etmesine yol açar.

Ve (yalnız) Allah’ın çok güzel isimleri vardır. O isimler ile Allah’a dua edin.63

Bu, Müslüman bilim adamlarının, ve esasen her Müslümanın görevidir. Bu kudsî bir görevdir; bir nevi ibadettir. Çünkü onları Saniine rücu ettirmek, onlar vasıtasıyla tanıdığı Rabbinden medet istemek için elzem olan, herşeyde Allah’ın güzel isimlerini görme çabası, ubudiyetin özüdür. Gerçekten, insana sayısız duygu ve kabiliyetler verilmesi, bu ubudiyet görevini ifa etmesi içindir. Bu duyguların her biri, tıpkı termometre gibi, nesnelerin derecelerini gösteren bir tür ölçü ve mizancık hükmündedir; mahlukat aynalarında Allah’ın mutlak isimlerini tanıttıran bir ölçü âletidir.

Bu makalede, suya bakarak, birçok ilahî isimden söz ettik. Bu ilahî isimler bize bahşedilen sayısız duyguların yardımıyla çıkarılmaktadır. Meselâ, susadığımızda su içer ve lezzet alırız. Lezzet bize suyun ne kadar değerli bir mahluk, bir nimet olduğunu anlamamız için verilmiştir. Suyun yaratılışında rahmet ve keremi idrak ederiz. Susuz bir insan gördüğümüzde ona şefkat eder ve yardım etmek isteriz. Ona suyu verdiğimizde, lezzet alır. Biz, onun lezzet almasından da lezzet duyarız. Saniimizin bize bu duyguları O’nun muhtaç olana su temin eden inayetini ve tedbirini takdir etmemize vesile olmak için verdiğini anlarız. O bize suyu gönderenin Muîn, Mün’im, Rahîm ve Kerîm biri olduğunu anlamamıza yol açar. Bu yüzden bize lezzet vererek, O’nun bize verdiği64 duyguları ve mahlukatta, meselâ suda gözlemlediğimiz nitelikleri O’na atfederek Kendisine bütün güzel isimleriyle hamd ve şükür etmemizi sağlar.

O’nun âyetlerinden biri de; yağmur müjdecisi olsun, size rahmetinden tattırsın, gemiler O’nun emriyle yüzsün, O’nun verdiği rızkı arayasınız ve sonuçta O’na şükredesiniz diye, rüzgârları salıvermesidir.65

Gerçekten, bu duygular insana kâinatta hüküm süren ilahî isimleri keşfetmesi ve onların tümünü Yaratıcıya has kılması ve "Mülk onundur,66 ve bütün hamdler O’na mahsustur,67 hükm O’nundur ve O’na döneceksiniz68" diyebilmesi için verilmiştir.

Bu şekilde insan ubudiyete erişir. En yüce mertebelere, ‘ahsen-i takvîm’e69 çıkar.

Kısacası, Allah’a ibadet sonucunu getirmeyen hiçbir bilim İslâmî değildir. İslâmî bilim, insana, kendisine verilmiş duygu ve kabiliyetleri kâinatta cilveleri görülen ilahî isimleri keşfetmek, Allah’ı tanımak ve O’na hamd etmek için nasıl kullanacağını bildirir ve gösterir. Ona emaneti nasıl Sahibine tevdi edeceğini öğretir. Bu rücu’dur. Rücu görevi ifa edildiğinde, insan Allah’ın kullarına dahil olur.

Sen Rabbinden, Rabbin de senden razı olarak O’na dön; kullarım arasına dahil ol.70

mânâsını berraklaştıran bir abd halini alır.

Kur’ânî metodu kullanan İslâmî bilim kâinat hakkında elde edilen malumatı marifetullaha ve hikmete dönüştürür. Bu şekilde, yaratılışın amacı olan Allah’a ubudiyet görevi ifa edilir.

Ben cinleri ve insanları ancak [Beni tanıyıp] Bana ibadet etsinler diye yarattım.71

Böylece, insana Allah’ın bütün hakikatların ve gerçekliklerin esası olan isimlerinin öğretilmesi İslâmî bilimin gerçek hedefini açıkça gösterir. O insanı bu ilim ve kemalat vasıtasıyla küllî bir ubudiyet ve Allah’a tam bir teslimiyet makamına erişmeye teşvik ve sevk eder.

O’na kulluk edin, O’na şükredin. En sonunda O’na döneceksiniz.72



Dipnotlar

1. bkz. Kur’ân, 10:31-32.

2. bkz. Kur’ân, 30:50.

3. bkz. Kur’ân, 16:66-69.

4. bkz. Kur’ân, 80:24-32.

5. bkz. Kur’ân, 35: 27.

6. bkz. Kur’ân, 19:35; 32:82; 40:68.

7. bkz. Kur’ân, 17:44.

8. bkz. Kur’ân, 32:7-9.

9. bkz. Kur’ân, 16:66.

10. Hikmet ve Kitab Kur’ân’ın birçok âyetinde birlikte zikredilir. bkz. Kur’ân, 2:129; 2:151; 2:231; 3:48; 3:164; 4:54; 4:113; 5:110 ve 62:2.

11. bkz. Kur’ân, 62:1.

12. bkz. Kur’ân, 7:185.

13. bkz. Kur’ân, 50:6.

14. bkz. Kur’ân, 81:1.

15. bkz. Kur’ân, 82:1.

16. bkz. Kur’ân, 84:1.

17. bkz. Kur’ân, 39:68.

18. bkz. Kur’ân, 57:4.

19. bkz. Kur’ân, 27:93.

20. Haman Kur’ân’da Firavun’un başsihirbazıdır.

21. bkz. Kur’ân, 53:23. Ayrıca bkz. 7:71, 12:40.

22. bkz. Kur’ân, 36:38.

23. bkz. Kur’ân, 71:16.

24. bkz. Kur’ân, 17:44.

25. bkz. Kur’ân, 24:41-42.

26. bkz. Kur’ân, 41:37.

27. bkz. Kur’ân, 7:116.

28. bkz. Kur’ân, 7:117-118. Ayrıca bkz. 26:45.

29. bkz. Kur’ân, 53:28-29.

30. bkz. Kur’ân, 6:91.

31. bkz. Kur’ân, 7:180.

32. Bu cümle bir okul kitabından alınmıştır.

33. bkz. Kur’ân, 46:28.

34. bkz. Kur’ân, 13:28.

35. bkz. Kur’ân, 2:60.

36. Bu ifadeler bir okul kitabından alınmıştır.

37. bkz. Kur’ân, 16:17.

38. bkz. Kur’ân, 16:20-22.

39. bkz. Kur’ân, 96:1.

40. Kur’ân varlıklardan âyetler olarak söz eder.

41. bkz. Kur’ân, 11:56.

42. bkz. Kur’ân, 22:63-64. Ayrıca bkz. 31:10; 78:14; 80:25.

43. bkz. Kur’ân, 25:48.

44. bkz. Kur’ân, 16:18.

45. Kur’ân dikkatimizi doğrudan eşyada mündemiç fayda ve maslahatlara yöneltir. Bize sebepler aracılığıyla gönderilen rahmeti gösterir. Sonra o rahmet karşısında şükretmeye çağırır. Meselâ "Biz o hayvanları onlara musahhar etmişiz. Bir kısmı onların binekleridir, bir kısmını da yiyorlar. Ve o hayvanlardan nice faydalar ve içecekler elde ediyorlar. Hâlâ şükretmeyecekler mi?" (bkz. Kur’ân, 36:72-73). Ayrıca bkz 5:6; 5:89; 7:10; 8:26; 16:14; 16:78; 22:32; 23:78; 28:73; 30:46; 32:9; 35:12; 67:23, vd.

46. bkz. Kur’ân, 39:62.

47. bkz. Kur’ân, 24:43.

48. bkz. Kur’ân, 46:24-25.

49. Bilim rahmetin bu sürecine ‘suyun çevrimi’ adını takar ("Eğer [hakikatı görmeyi reddedenler] gökten bir parçanın düştüğünü görseler, yine ‘[O ancak] bir bulut kütlesidir’ derler." bkz. Kur’ân, 52:44), böylece bu süreç içinde açıkça görünen hikmet, denge ve düzeni perdeleyip onu bir ‘suyun çevrimi’ne indirgerler. Bu şekilde, suyun ne yapmak, nereye ve ne şekilde gitmek gerektiğini peşinen bildiği; hava ve rüzgâr üstünde kudret sahibi olduğu; birçok yaratılış kanununu bildiği; ve dahası, canlılara yardım etmek ve onlara su ve gıda temin etmek için bütün bunları yaptığı çıkarımında bulunurlar. "Yoksa onların başka bir ilahları mı var? Allah onların ortak koştuklarından çok yücedir" (bkz. Kur’ân, 52:43).

50. bkz. Kur’ân, 25:48.

51. bkz. Kur’ân, 14:32.

52. Aslında bütün ilahî isimler tüm süreçlerde görülebilir.

53. bkz. Kur’ân, 21:30. Ayrıca, 24:45.

54. bkz. Kur’ân, 50:9.

55. bkz. Kur’ân, 11:123.

56. bkz. Kur’ân, 6:102.

57. bkz. Kur’ân, 29:63.

58. bkz. Kur’ân, 39:29.

59. bkz. Kur’ân, 13:17; 39:21.

60. bkz. Kur’ân, 30:8.

61. bkz. Kur’ân, 2:31.

62. bkz. Kur’ân, 2:156.

63. bkz. Kur’ân, 7:180.

64. bkz. Kur’ân, 23:78.

65. bkz. Kur’ân, 30:46.

66. bkz. Kur’ân, 39:6.

67. bkz. Kur’ân, 28:70.

68. bkz. Kur’ân, 2:28.

69. bkz. Kur’ân, 95:4.

70. bkz. Kur’ân, 89:28-29.

71. bkz. Kur’ân, 51:56.

72. bkz. Kur’ân, 29:17.

© 2007 karakalem.net, Yamina Bouguenaya