KÖPRÜ - Üç Aylık Fikir Dergisi

. Ziyaretçi


Okunma Sayısı: 1393

Bu Sayıdaki Diğer Yazılar

Metni Yazdır

KÖPRÜ E-posta listesi

KÖPRÜ Dergisini web üzerinden www.kitapyurdu.com adresinden satın alabilirsiniz.

Kampanyamızdan yararlanarak dergimizin eski sayılarına uygun fiyata sahip olabilirsiniz tıklayın.


 KÖPRÜ / Bahar 2006 
 Anarşi & Terör
 KÖPRÜ / Yaz 2003 
 Genetik Bilimi Nereye Gidiyor?


Copyright © 2006
KÖPRÜ Dergisi
Her Hakkı Saklıdır

Dünyevileşmenin Farklı Boyutları
Yaz-Güz 97   [ 59-60. Sayı ]


İlim Anlayışı Ve İlimlerin Sınıflandırılması Açısından Risale-i Nur’ların Bir Değerlendirmesi

Alparslan Açıkgenç

Prof. Dr., Malezya Uluslararası İslam Düşüncesi ve Medeniyeti Enstitüsü

İlim, ilk anlamıyla “bilgi”yi ifade etmektedir. Bu genel ve ilk anlamın göz önünde tutulması, ilimlerin sınıflandırılmasında bize bir ipucu verebilir. Önce, “ilimlerin sınıflandırılması” derken, “ilim” teriminin disiplinleri dile getirdiğini vurgulamamız gerekmektedir. Fakat bu sınıflandırmanın bir ön şartı gibi görülebilecek bir meselenin ele alınması açısından “ilim” kavramının, bu genel ve ilk anlamında incelenmesini ileri sürmekteyiz. Bundan kastettiğimiz ise, ilmin, en genel anlamından en özel anlamına doğru bir hareketle ilimlerin sınıflandırılmasına ulaşmaktır.

Bu açıdan konuya yaklaşırsak, elde ettiğimiz bütün bilgileri, zihinsel birikimler olarak değerlendirebiliriz. Ancak eğitim ve öğretim yoluyla elde edilen birtakım bilgiler, nitelik ve içerik yönünden diğer bilgilerden ayrılmasına rağmen zihinsel birikim olmaları açısından diğer bilgilerle aynı cins altında türevlerine ayrılmaya mahkûmdurlar. Bu tür bilgiler, tecrübeye bağımlı, ancak tecrübeden daha uzak olan bilgilerdir. Çünkü tecrübeye yakın olsalar, soyutlaştırılıp genelleştirilemezler. Böylece, en genel anlamda iki tür bilginin varlığından söz edebiliriz: Birincisi, günlük yaşantıda bize gerekli olan ve böylece âdeta tabiî olarak elde ettiğimiz, “yaşantısal bilgiler”dir; ikincisi, belli bir yöntemle ve belli bir konu çerçevesinde elde edilen saf soyut bilgidir ki, buna “ilim” veya “bilimsel bilgi” demekteyiz. Çünkü bu tür bilgi, artık yaşantısal bilginin dağınıklığından kopmuş, belli bir düzene gi-rerek soyut kavramlarla ifade edildiği bir topyekün bilgi kümesi oluşturmuştur ki, buna bir disiplin olarak belli bir ilmin adını vermekteyiz.

Bu açıklamalarımızdan şu sonuç çıkmaktadır: Bizim genelde “bilgi” olarak adlandırdığımız her şey, bütün zihinsel birikimlerimizdir. Bu genel tanım içerisinde, zihnimizde olan her şey; genel tecrübeler, inançlar, varsayımlar, kurumlar, görüşler, anlayışlar, fikirler, önyargılar vs. hepsi bilgi olarak mütalâa edilmektedir. O halde, zihnimizde olan her şey bilgimizin bir parçasıdır; ve biz onları yanlış bile olsalar, zaman zaman hem günlük hayatta, hem de bilimsel çalışmalarımızda kullanırız. O halde “bilgi, sadece mutlak olarak doğru olan hükümdür” denirse, bizce bu, bilgiden ne anladığımızı ifade etmekte yetersiz kalır; çünkü mutlak doğru, sadece bilginin belli bir türüdür.

Burada bizi ilgilendirmesi açısından ilimler üzerinde duracağımız açıktır. Bu yüzden bilgiyi, burada genel anlamda ilmî bilginin her türüne hasretmek isti-yoruz. Dolayısıyla teknik anlamda “ilim”, bütün kevniyat bilimlerinin bilgisini kapsamaktadır ki, fizik, kimya, biyoloji ve astronomi gibi bilimler yanında sosyoloji, tarih, antropoloji gibi sosyal bilimler ile felsefe, ahlâk, psikoloji gibi insan bilimlerinin ve tefsir, hadis, kelam ve fıkıh gibi İslâmî bilimlerin de bilgisini bunlar altında mütalaa etmekteyiz. Böylece en genel anlamda ele alınınca bilginin, buradaki çalışmamızı ilgilendirdiği yönüyle, ilim kavramı, bilginin sadece özel bir türüne hasredilecektir.

Burada bizi ilgilendiren, kendi ilim anlayışımız içerisinde, Risale-i Nurların yerini belirlemeye çalışmak ve bunun önemini ortaya koymaktır. Bu yüzden konuyu önce ilimden ne anladığımızı ortaya koyarak ele aldık. Şimdi ise, ilimlerin genel bir tasnifine ulaşarak Risale-i Nurların bu tasnif içindeki yerini bulmaya çalışacağız. Bu çalışmamız, şu açıdan önem arzetmektedir; ilk önce Risale-i Nurlarda bir ilim olup olmadığı, sonra bir ilmin varlığı gösterilebilirse bunun ne tür bir ilim olabileceği ortaya konabilir. Şunu hemen belirtelimki, buradaki yaklaşımımız, yöntem olarak İslâmî açıyı esas alacaktır. Bu açıdan neyi kasdettiğimiz daha önceki bir çalışmamızda ayrıntılı olarak açıklandığından burada bu konuya fazla girmeden sadece uygulamasına geçilecektir.1 Bu ilmin tarifinde ve sınıflandırılmasında Kur’ân ve Hadis temel kaynak olarak kullanılacak, bunların yorumlanması ve temel hareket noktası olarak ele alınmaları, konumuzu ilgilendiren ilimler açısından sunulacaktır. Bu yaklaşımımızın, dayandığı temeli savunma2 açısından ilgili delillerimizi de kısa olarak açıklamaya çalışacağız.

Bu durumda ilimlerin genel değerlendirilmesinde İslam’ın temel kaynaklarına bir göz atmamız söz konusu olduğundan bu kaynaklardan çıkarılabilecek sonuçları incelememiz gerekmektedir. Mesela Kur’ân’da özel bir ilimden söz edildiğine rastlamaktayız. Aslında bu ilmin kaynağı, bizzat vahiydir; bu yüzden mahiyetini anlayabilmemiz için Kur’ân’a başvurmak zorundayız.

Kur’ân’ı gayet dikkatlice incelersek görürüz ki, Kur’ân her şeyden önce bilgiyi nitelendirmektedir. Şayet bilginin, Kur’ân açısından nasıl nitelendirildiğini anlamaz veya bunu göz ardı edersek, Kur’ân’ın asıl hedefini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalırız. Çünkü hem Kur’ân, hem de sünnet, bilgiye çok büyük önem vermektedir. Ancak önem verilen bilginin belli bir özellikle nitelendirilmesi gerektiğini Kur’ân özenle işlemektedir. Bizim burada ele alacağımız Risale-i Nurların ilmî değerlendirilmesi de bu nitelendirme çerçevesinde olacağından, konuyu bu bakış açısından ele almaya çalışacağız. İlk önce Kur’ân ve Sünnet’in ilme verdiği önemle konuva girelim.

“Kulları içinde Allah’a en çok saygı duyan, âlimlerdir”3 demekle Kur’ân, sadece ilmin önemini vurgulamakla kalmayıp aynı zamanda alimler için ulaşılması gereken en yüce mertebeyi de belirlemektedir. Bilginin bilgi olarak değerini en açık bir şekilde sergileyen şu âyet; “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” 4 bizce ilmî bilgiye işaret etmektedir. Diğer taraftan Peygamberimiz; “Rabbim, ilmimi artır”5 diye dua etmekle emrolunmuştur. Bu âyetlerde olduğu gibi diğer bir çok âyetlerden, dolaylı olarak ilmin önemine işaret eden anlamlar çıkarmak mümkündür.6

İlmin önemini bilgi olarak vurgulayan hadisler de sayı olarak büyük bir rakam arz etmektedir. Bunlardan sadece bir kaçına bakacak olursak görürüz ki, Buharî’de “ilmin azalması, cehaletin artması” dünyanın sonu (eşrâtu’s-sa’e) olarak belirtilmiştir.7 Ayrıca Peygam-berimiz şöyle demektedir: “...Hiçbir âlim kalmayınca insanlar da cahil kimseleri, idarecileri (rüesa) olarak seçerler. Bunlara bir şey sorulduğunda, ilim sahibi olmadıkları halde cevap verirler; böylece hem kendileri sapıtırlar, hem de insanları saptırırlar.8 Yine bir çok hadis kitaplarında Peygamberimizin şöyle dediği nakledilmektedir:

“İlim peşinde koşanın, yaptığından memnun oldukları için melekler, kanatlarını onlara açarlar. Alim için, yerde ve gökte ne varsa, hatta denizlerdeki balıklar bile dua (istiğfar) ederler. Alimin, ibadet eden bir kimseye üstünlüğü, Ay’ın, diğer yıldızlara (ışığı ile) olan üstünlüğü gibidir. Alimler, peygamberlerin vârisleridir. Zira peygamberler para ve mal değil, ancak ilim miras bırakırlar. Bunu elde etmek isteyen, büyük bir memnuniyetle onun peşinden koşsun.”9

Yine bir hadiste şöyle denmektedir: “İnsan öldükten sonra şu üç şeyin dışında tüm yaptıkları (sevap açısından) sona erer; devamlı verilen sadaka, istifade edilen ilim ve kendisine dua eden salih bir evlat.”10 Ve yine: “Alimin mürekkebi, şehidin kanından üstün” tutulmaktadır.11 Bütün bunların daha göze hitap eder bir duruma girebilmesi için sayısal ifadeler de kullanılmıştır.12 Ebu Davud’un Sünen’inde ise özetle şu hadisler yer almaktadır: “İlime giden yol, cennete giden yoldur”; “Dolunay yıldızlardan ne kadar parlak ise, âlimler de gece gündüz ibadet eden zahidlerden o kadar üstündür”; “Alimler, peygamberlerin vârisidir”; “Birinden ilim istenir de, oda bildiğini öğretmezse, ahirette Cehennem ateşi ile cezalandırılır.” Tirmizî ise, Sahih’inin “Kitabü’l-İlm” bölümünde şu genel anlamları içeren hadislere ver vermektedir: “İlim peşinde koşmak, Cennete kapı açmaktır”; “İlim yolunda giden, o yoldan dönmedikçe Allah yolundadır.” İbn Mâce’nin Sünen’inde ise, “Kitabü’l-İlm” bölümü olmamasına rağmen bu konuda çok önemli bir hadise rastlamaktayız: “İlim peşinde koşmak her Müslüman için farzdır.”13

İlmin ne kadar önemli olduğunu gösteren bu zikrettiğimiz âyet ve hadislerde, ilim kelimesi “bilgi” olarak yorumlanmıştır. Nitekim bu kelime gerçekten de “bilgi” anlamında kullanılmış olmasına rağmen, Kur’ân ve Sünnet bağlamını dikkate aldığımızda ilimden belli bir tür bilginin kastedildiğini kolaylıkla görebiliriz. Meselâ şu âyette şöyle denmektedir: “Yemin olsun ki, sana İlim’den gönderildikten sonra, şayet onların arzularına uyarsan, Allah’tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olur.”14 Peygambere gönderilen vahiy olduğuna göre, buradaki ilmin, vahiy olması gerekir. Gerçekten de Kur’ân’da bir çok yerde ilim, vahiyle gelen bilgiye delalet etmektedir: “Kim, ilim geldikten sonra seninle mücadele ederse, ona şöyle de...”15; “Geçmiş Peygamberlere, kitap-larımızı kendi dilleriyle indirdiğimiz gibi, sana da hikmetlerle dolu Kur’ân’ı Arapça olarak indirdik. Eğer sana ilim gönde-rildiği halde inanmayanların heveslerine uyarsan, Allah’a karşı ne bir dostun, ne de bir koruyucun bulunur”16; “...Bu Kur’ân, ancak Allah’ın ilmi ile indirilmiştir”17; “Gerçekten Biz, Davud’a ve Süleyman’a bir ilim verdik.”18 Bütün bu âyetlerden Kur’an’ın vahiyle ilmi özdeşleştirdiği sonucunu çıkaramayız. Nitekim ilim ile vahyin aynı şey olmadığını açıkça ortaya koyan âyetler de vardır: “Şüphesiz ki, biz onlara, inanan bir topluluk için bir yol gösterici ve rahmet kaynağı olmak üzere, ilimle açıkladığımız bir kitap getirdik.”19 İlmin, bilgi olarak önemini ortaya koyan bu âyet, vahyin “belli bir ilm”i getirdiğini belirtmektedir. Yine 13/Ra’d, 43’te “Kitabın ilmine sahip olanlar” ifadesi, vahiyle vahyin getirdiği bilgi arasında bir ayırım yapmaktadır. Bu ayrım diğer bir çok âyetlerden de anlaşılmaktadır.20 Fakat vahiyle ilmin özdeşleştirilmemesi, aralarındaki bağın inkârını gerektirmez. Aksine bütün bu âyetler, ilimle vahyi gayet dakik bir şekilde irtibatlandırmaktadır. Bu irtibatı, aşağıda özellikle Risale-i Nurlara ilişkin olarak daha geniş bir şe-kilde ele alacağız. Önce buradaki tahlil neticesinde ortaya çıkan, ilmin iki yönüne daha işaret etmek istiyoruz; birincisi, “vahyî ilim” diyebileceğimiz, bizzat Kur’ân’ın ilettiği bilgiler, ikincisi ise, vahyî ilimle nurlandırılan, her ne şekilde olursa olsun kendi elde ettiğimiz bilgilerdir. Bunu daha açık bir şekilde ortaya koyabilmek için şimdi, Kur’ân açısından vahyin ilimle olan ilişkisini ortaya koymaya çalışacağız.

Kur’ân’ın bir bakıma toplumdaki uzantısı olarak sünnet, vahiy ile ilim arasındaki dakik bağı, gayet güzel yansıtmaktadır. Aslında vahiy-ilim ilişkisi hadislerde o kadar güçlüdür ki, ilk devir âlimlerimiz el-ilim denildiğinde nere-deyse sadece hadis bilimini anlamışlardır. Bu gerçek, hadis kitaplarımızın “Kitabü’l-İlm” bölümlerinde âşikâr bir şekilde sergilenmiştir. Hatta şu hadiste vahyin daha geniş kapsamı olan din, bu ilim-vahiy bütünlüğü içerisinde Müslümanların dikkatine arz edilmiştir: “Allah, kime bir iyilik dilerse, onu dinde bilginleştirir (yufakihhu fi’d-din).”21 O halde vahiy ile ilim aynı (özdeş) olmamalarına rağmen, aralarında çok yakın ve dakik bir ilgi kurulması, vahyin ilme ayrı bir boyut kazandırdığını göstermektedir. Bu boyut, Kur’ân açısından şüphesiz ki, iman boyutudur. Nitekim bir çok âyetler, bazı şeylerin sadece mü’minler tarafından bilindiğini belirtmektedir: “İman edenler, bunun, Rabbleri tarafından gönderilen bir gerçek olduğunu bilirler”22; “Doğrusu zulmedenler hiçbir bilgiye dayanmadan kendi arzu ve heveslerine uydular”23; “İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, hiç ilmi, yol göstericisi ve aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışıp dururlar”24; “Size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitap ve Hikmet’i ve daha bilmediğiniz bir çok şeyleri öğreten bir peygamberi, aranızdan (seçerek) gönderdik.”25 Bu durumda Kur’ân’ın ilimle vahyi aynı bağlama sokmasını şu şekilde yorumlayabiliriz: Vahiy, ilme nüfuz ederek onu aydınlatır ve böylece bir hakikat olmasını sağlar. İşte vahyin, ilme kazandırdığı iman boyutu böylece kendini gösterir. Vahiy-iman-ilim ilişkisi içerisinde âlimin kazandığı tutum, tarafsızlık ve nesnellik adına, elde edilen ilme kayıtsız kalmayı tavsiye eden tutumdan çok farklıdır. Zira bu kişi ile elde ettiği ilim arasındaki ilişkiden ortaya çıkan tutum, “aydınlanmış ilim” olarak tâbir edebileceğimiz çok özel bir durumdur. Böyle bir durumda, ilim genel anlamda kalmayıp nitelendirilmiş olmaktadır.

Bu duruma, çeşitli şekillerde işaret edildiğini, Risale-i Nurlarda görmekteyiz:

“Ziya-yı kalpsiz, olmaz nur-u fikir münevver; o nur ile bu ziya mezcolmazsa zulmettir.”26 Bediüzzaman’ın, üzerinde çok önemle durduğu şu hakikat, “vicdanın nuru, ulûm-u diniyedir”27 bu konuya ışık tutmaktadır. Zira ulûm-u diniye, vahiy mahsulü olduğundan kalbi aydınlatması, vahiy-ilim ilişkisinin bir sonucudur. Münevver kalbin, düşünce için ne kadar gerekli olduğunun dile getirilmesi de aydınlanmış (münevver) ilim olarak adlandırdığımız ilmî tutuma işaret etmektedir. Vahyî ilmin, nitelendirdiği bu ilim, diğer ilim türlerine bir yol gösterici olması ile ilişkilenir. Bu konuyu biraz daha değişik açılardan ele alalım.

“Aydın ilim” diyebileceğimiz bu nitelendirilmiş bilgi, vahiy ile gelen Allah’ın Mutlak İlmi ile kaynaşmış sadece zihinsel bir durum değil, aynı zamanda davranışlara ve yaşantılara yansıyan uygulama ile bağımlı tecrübî bir varoluş düzeyidir. Bu yüzdendir ki, Müslüman âlim, bilgisine kayıtsız kalamaz; aksine ilmi ile amel etmesi, ilminin bizzat gereği olup amel edilmesi gereken ilmin peşinden koşması da onun bir görevidir.

Bu genel sonucumuz açıkça gösteriyor ki, Kur’ân ve Sünnet, bilginin türleri hakkında herhangi bir ayırım yapmadan, ilmi bilgi olarak önemsemektedir. Ancak ister bilim, ister felsefe, isterse teknolojik bilgi olsun, vahiy ile nitelenmemiş ise, Kur’ânî aydın ilim düzeyine çıkmamış demektir. Aydın ilim, vahyin iman ile nüfuz ettiği bilgidir ve İslâmî çerçevede bu, her türlü bilginin ulaşması gereken bir düzeydir. Bu ilmin zıddı, cehalettir; kişi ne kadar bilgili olursa olsun ve her ne türlü bilgilere en üst düzeyde dahi sahip bulunursa bulunsun, bu ilmî düzeye erişmezse, onun bilgisi cehaletle eş anlamlıdır ve insanlık için zararlıdır:

“Doğrusu, bilgileri olmadığı halde bir çokları, heveslerine uyarak insanları doğru yoldan saptırırlar.”28

“Çocuklarını aptalca öldüren bilgisiz-ler ve Allah’a iftira ederek, O’nun kendilerine verdiği rızkı haram kılanlar mutlaka hüsrandadırlar.”29

“İnsanları saptırmak için Allah’a karşı yalan uyduran bilgisizlerden daha zalim kim olabilir?”30

Bu âyetlerdeki ahlâkî bağlam göz önünde tutulursa, “ilimsiz” (bî-gayri ilim) veya “câhil” derken kasdedilen şey, bu kişilerin hiç bir bilgiye sahip olmadıkları değil, aksine sahip oldukları bilginin iman ile vahiy tarafından aydınlanmamış olmasıdır. Zira âyetlerin bağlamında ele alınan kişilerin, gayet bilgili kişiler olduğu anlaşılmaktadır. O halde bunlar, aydın ilim düzeyine erişememiş kimse-lerdir. Bu husus, bir çok âyette yine açıklık kazanmaktadır:

“Hûd, kavmine şöyle dedi: ‘Ben size, benimle gönderileni ulaştırıyorum. Ne var ki, sizi, cahillik yapan bir toplum olarak görüyorum.’”31

“Onların çoğu (vahyin bildirdiği) hususta cehalet içindedirler.”32

“Rahman olan Allah’ın kulları, yeryüzünde tevazu ve vakarla yürürler. Cahiller kendilerine laf atıp sataştıkları zaman aldırmadan, ‘selametle’ deyip geçerler.”33

Demek ki, İslâmî çerçevede “cahil”, sadece bilgisiz olan değil, aynı zamanda ilmi olup vahyi, ilmine iman ile nüfuz ettiremeyen kimsedir. Bu konu, gayet açık ve etkileyici bir üslupla Risale-i Nurlarda işlenmiştir. Biz sadece bir iki örnekle yetineceğiz:

“Her bir kemâlin, her bir ilmin, her bir terakkiyâtın, her bir fennin bir hakikat-ı âliyesi var ki, o hakikat, bir İsm-i İlâhî’ye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemalât, o san’at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir.”34

Buradan anlaşılıyor ki, aydın ilme vahiy olmaksızın sadece parça parça ve eksik bir şekilde ulaşılabilir; bu ise, İslâm’ın arzu ettiği bir durum değildir. Çünkü vahiy, sadece ilmi nitelendiren bir yön değil, aynı zamanda bizzat bir ilimdir. Özellikle Kur’ân’ın “gayb” olarak adlandırdığı Allah’ın varlığı, zâtı, âhiret, vahyin mahiyeti, insan hürriyeti gibi bir çok konular sadece vahiyle bilinebilecek konulardır. O halde bunların bilgisi vahyî ilimdir; bu da vahyin aynı zamanda bir bilgi içerdiğini de göstermektedir.

Risale-i Nurların işlediği bu konuyu, şu örnekle biraz daha açmaya çalışacağız; farz edelim ki, büyük bir ilim adamı, kan dolaşımını yeni bir buluşla açıklayıp alyuvar ve akyuvarların mahiyetini açıklığa kavuşturarak kan kanserinin tedavisini çok basitleştiren yeni bir yöntem keşfetsin. Ancak bu buluşu ile artık insanların hastalıklardan nasıl kurtulabileceğini anladığına inanarak, ilahî bir gücün bunlarla ilişkini inkâra kalkışsın. Bu durumda onun, maddiyata ait ilmi doğru olsa bile genel âlem anlayışı içerisinde bu ilmini yerleştirmesi Allah’ın inkârına yol açtığı için ulaştığı sonuç yanlış olacağından onun ilmi bir safsatadan ibaret kalacaktır. O halde, Bediüzzaman’ın belirttiği gibi, “Tıp, bir fendir. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlak’ın ‘Şâfi’ ismine dayanıp, eczahane-i Kübrası olan rûy-i zeminde ruhuna ne cilvelerini edviyelerde görmekle tıp, kemâlâtını bulur, hakikat olur.”35 Böylece safsata olmaktan kurtulur. Yine bu hakikate istinaden; “dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir.”36

Bundan anlaşılıyor ki, ilmin nitelendirilmesi, aslında bir ahlâkî boyut getirmektedir. Bu boyutu hadisler daha çok işlemiş ve böylece Müslümanların kafasında İslâmi bir bilgi zihniyeti uyandırmıştır. Meselâ bu ahlâkî boyutu işleyen bir hadiste şöyle denilmektedir: “Kim bilgiyi, lâyık olmayan birisine öğretirse, domuza değerli taşlardan, altından ve zümrütlerden yapılmış bir gerdanlık takmış gibi olur.”37 Bunun dışında yine Peygamberimizin “Ya Rabbi! Faydasız ilimden sana sığınırım” diye dua ettiği bildirilmektedir.38 Demek ki, vahiyle aydınlanmamış bilgi, fayda yerine insanlığa zarar getirmektedir. Yine bundan anlaşılıyor ki, İslâmî çerçevede bilgi, yaşantıya kayıtsız kalınca ve nitelendirilmezse, önemli görülmemektedir. Yalnız şunu tekrar belirtelim ki, nitelendirme, temelde ahlâkî bir boyut olduğu için bütün bu faydasız bilgi uyarıları, insan tarafına çekilmelidir. Zira faydasız bilgiyi üreten yine insandır. Ancak vahyin bildirdiği ilimde bu özellik olamaz. Zira bu şekilde gelen ilim, bizatihi aydındır. Bu ahlâkî yönü vurgulayan, şu hadisi de zikredebiliriz: “Dünyevî bir amaç için bilgi peşinde giden Cehenneme gider.”39 O halde aydın ilim temel olarak, bilgide takınılması gereken bir tavrı da ortaya koymaktadır.

Buraya kadar ulaştığımız sonuç, ilimlerin en genel bir sınıflandırmasını ortaya koymaktadır: Birinci olarak, yaşantısal bilgiler dediğimiz günlük hayatta elde ettiğimiz ve normal hayat şartları için gerekli bilgileri ayırdık; ikinci olarak, belli bir yöntem dahilinde kâinatın bilgisine dair elde ettiğimiz bilgiler ve üçüncü olarak da doğrudan vahiyle Kur’ân’ın bize ilettiği bilgiler ki, buna da vahyî ilim olarak işaret ettik. Vahyî ilim, yukarıdaki âyetlerden de anlaşılacağı gibi, bizzat vahiydir. Ancak, Kur’ân’ın herhangi bir âyeti, bizzat vahiy olduğu halde, bu âyetten bizim anlayışımızla istihraç ettiğimiz bir yorum, vahyî bilgi olmayıp, vahye istinad eden bilgidir. Bu bilgi, genelde irşad ve tebliğ için kullanıldığından, vahiyle karıştırılmasını önlemek için buna “tebliğ ilmi” diyeceğiz. Aydın ilim ise, ya doğrudan vahyî ilmin, veya vahye istinad eden tebliğ ilminin diğer tüm bilgilerimize nüfuz ettirilmesi ile ulaştığımız yaşantısal-ilmî bir durumdur. Şimdi sonucumuzu ilimlerin en genel bir tasnifi olarak aşağıdaki tabloda gösterebiliriz.

Görüldüğü gibi, vahyî ilmin, yorumlanması ve onun yöntemini aynen tatbik etmekle ulaşılan bilgi, tebliğ ilmidir. Tamamiyle vahye istinad ettiği için amacı, vahyin amacı ile aynıdır. Kevniyat ilimleri gibi, kâinatın bilgisini elde etmek bunun amacı ve hedefi değildir. Yukarıdaki âyetlerden anladığımız şudur ki, Kur’ân’da ilim kavramı, hem vahyin getirdiği bilgiye, hem vahiyden insanın elde edebileceği bilgiye, ve hem de insanın kâinata dair elde edebileceği bilgilere—ki bunları da burada kevniyat ilimleri olarak tanımladık—atıfta kullanılmaktadır. O halde bu en genel üç sınıf bilgiye Kur’ân açısından ulaştığımızı savunabiliriz.

Bu durumda asıl konumuz olan, Risale-i Nurların, bu üç sınıf ilimden hangisine girdiğini şimdi araştırabiliriz. Vahyî ilim, Kur’ân (ve diğer semavî kitaplar) olduğuna göre, bu sınıf araştırmamız dışında tutulacaktır, zira başka hiçbir eser bu ilim sınıfına dahil değildir. Risale-i Nurlarda kevniyat ilimlerinin konularından sık sık bahsedilmesi, bu eserlerin bu sınıfa tâbi tutulabileceğini ilk anda akla getirebilir. Fakat Risale-i Nurların dikkatle incelenmesi, bu konulardan kevniyat ilimlerinden olduğu gibi bahsedilmediğini gösterecektir. Meselâ kan dolaşımından Risale-i Nurlarda bahsedilmekte, fakat bu konu biyolojide olduğu gibi bir sorun olarak ele alınmamakta, asıl amaç için bir vasıta olarak kullanılmaktadır.40 Yine Risale-i Nurlarda felsefeye dair birçok konuların ele alınması, onların felsefe olduğunu göstermez. Çünkü, asıl amaç, vahyin de amacı olan hidayet, veya Üstadın da sık sık kullandığı bir tâbirle, “imanı kurtarmak” olduğundan bütün bu meseleler asıl amaç için vasıta olarak kullanılmıştır. Hatta kelama dair bir çok konu ayrıntılı bir şe-kilde Risale-i Nurlarda işlenmiş olmasına rağmen yine bu eserlerin amacı, kelam dersi vermek değildir.41 Bu, Risale-i Nurların aslında tebliğ ilmi çerçevesinde ele alınması gerektiğini bize göstermektedir. O halde bu hakikatı, daha iyi gösterebilmek için bu ilmin özelliklerinden yine Risale-i Nurlardan örnekler vererek bahsedelim.

1. Tebliğ ilminin, en önemli ve temel gayesi, hidayettir. Çünkü bu ilim sadece ve sadece vahyi esas alır ve böylece onun gayesini kendine de hedef tayin eder. İşte bu hakikatin gayet mücmel, fakat beliğ ifadesi Risale-i Nur’da şöyle ifade edilmektedir:

“Kur’ân’ın vazife-i asliyesi, daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir.”42 Bunun güzel bir açıklamasını da Bediüzzaman’ın şu hatıratında görmekteyiz; “Van valisi Tahir Paşa, ko-nağında bana üst kısmında bir oda vermişti, ben orada kalıyordum. Gece odama çıktığımda—o zaman hakaikten doksan kitap ezberimde idi—her gece üç saat okuyarak üç ayda bir devrediyordum. Cenab-ı Hakka şükür kardeşlerim, o mahfuzâtım, o tekrarlarım Kur’ân’ın hakâ-ikine çıkmaya bana basamak oldular. Sonra ben, Kur’ân’a çıktım; baktım, her bir âyât-ı Kur’ân, kâinatı ihata ettiğini gördüm. Artık Kur’ân bana kâfi geldi, başka bir şeye, kitaba ihtiyacım kalmadı.”43 Bunu ayrıca şöyle anlatmaktadır:

“Bundan otuz sene evvel, Eski Said’in gâfil kafasına müthiş tokatlar indi, ‘el-mevtu hakkun’ kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Meded istedi, bir yol aradı. Gördü ki, yollar muhtelif; tereddütte kaldı. Gavs-ı Âzam olan Şeyh-i Geylanî’nin (r.a.) Fütûhü’l Gayb nâmındaki kitabıyla tefe’ül etti. Tefe’ülde şu çıktı: Ente fi dâri’l-hikmeti fa’tlub tabîben yudavi kalbek. Aciptir ki, o vakit ben ‘Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’ âzası idim. Güya ehl-i İslâmın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvela kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir... Ben dedim: ‘Sen tabibim ol!’... Kitabı tamamen okudum ve çok istifade ettim. Sonra İmam-ı Rabbanî’nin Mektubat kitabını gördüm... Hâlis bir tefe’ül ederek açtım... Bana musırrane şunu tavsiye ediyordu: ‘Tevhid-i kıble et.’ Yani, birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma. Şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahvâl-i ruhiyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: ‘Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim?’ Tahayyürde kaldım. Her birinde ayrı ayrı câzibedâr hâsiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenab-ı Hakkın rahmetiyle kalbime geldi ki, ‘bu muhtelif turukların başı ve bu cedvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur’ân-ı Hakîmdir. Hakikî tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur.’ Ona yapıştım... Demek ki, Kur’ân’dan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil, belki kalbî, ruhî, hâlî mesâil-i imaniyedir.”44

2. İşte burada Risale-i Nurların, sadece “aklî mesâil-i ilmiye değil, aynı zamanda kalbî, ruhî, hâlî mesâil-i imaniye olarak tasvir edilmeleri onların tebliğ ilmine ait olmasından kaynaklanmaktadır. Tebliğ ilminin bu şekilde doğrudan Kur’ân’dan kaynaklanması ayrı bir özelliğini daha dile getirmektedir: “Sözlerdeki hakâik ve kemâlât, benim değil Kur’ân’ındır ve Kur’ân’dan tereşşuh etmiştir. Hatta Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’ânîye’den süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen böyledir.”45

Buradan anlaşılıyor ki, tebliğ ilminin doğrudan Kur’an’dan kaynaklanması yöntem olarak kullandığı tutumu göstermektedir.

3. Tebliğ ilmi, aynı zamanda “tecdid”dir; o halde bu ilmin mümessili de “müceddid”dir. Tecdid ise, vahyî hakikatlerin değiştirilmeden kendi asrındaki ilimler seviyesinde ve muvacehesinde yeniden ifade edilmeleridir. Demek ki “tecdid”, “tağyir” veya “tebdil” değil, sadece hakikatin, zamanın fehmine uygun olarak dile getirilmesidir. Fakat elbette ki, bu şekilde dile getirilen hakikat bazı yenilenmeye uğramış demektir. Bu yenilenme sayesinde, artık yetersiz kalmış ve böylece etkisini kaybetmiş bilgiler, tekrar yeterli ve etkili bir duruma getirilmiş olurlar. Risale-i Nurlarda bu tecdit özelliğini açıkça müşahede etmekteyiz:

“Hem yazılan eserler, risaleler,—ekseriyet-i mutlakası—hariçten hiçbir sebep gelmeyerek, ruhumdan tevellüd eden bir hâcete binaen, âni ve def’î olarak ihsan edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit, demişler: ‘Şu zamanın yaralarına devadır.’ İntişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden anladım ki, tam şu zamandaki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilaç hükmüne geçiyor.”46

“Eski zamanda, esâsat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin mârifetleri delilsiz de olsa, beyânatları makbul idi; kâfi idi. Fakat şu zamanda dalâlet-i fenniye, elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde layık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur’ân-ı Kerîm’in en parlak mazhar-ı i’cazından olan temsilâtında bir şulesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur’ân’a ait yazılarıma ihsan etti... Elhâsıl: Yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur’âniyenin lemeâtındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla talebdir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, devâ Kur’ân’ındır.”47

“Eski mübarek zatların ekser divanları ve ulemânın bir kısım risaleleri, imanın ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlarında imanın esâsâtına ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı iman sarsılmıyordu. Şimdi ise, köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var. O dîvanlar ve risaleler çoğu has mü’minlere ve fertlere hitap ederler; bu zamanın dehşetli taarruzunu def’ edemiyorlar. Risaletü’n-Nur ise, Kur’ân’ın bir mânevî mucizesi olarak imanın esâsâtını kurtarıyor ve mevcut imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlar ile imanın isbatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şübehattan kurtarmasına hizmet ettiğinden herkese bu zamanda ekmek gibi, ilaç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar... Hem Risaletü’n-Nur, sâir ulemânın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarı ile ders vermez ve evliyâ misillü, yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh vesâir letâifin teâvünü ayağiyle hareket ederek evc-i âlâya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar, hakâik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.”48

Tebliğ ilminin dili, tâbiri yerinde ise, gayet “keskin”dir. Diğer bir deyişle, çok etkileyici bir üslubu ve sürükleyici bir havası vardır. Bu durum aslında, tebliğe memûr olan zâtın ruhî, kalbî ve hâlî tutumundan kaynaklanmaktadır. Mübelliğ, tüm varoluş düzeyinde kendini tebliğe adamıştır. Yaşantısı, gayesi, varlığının mânâsı, hep tebliğdir. Kendisinin bizzat yaşamadığı bir hakikati, mübelliğ yazmaz. Bu yüzdendir ki, yazdığı her aklî mesâil-i ilmiyede de, ve her kalbî, ruhî, hâlî mesâil-i imaniyede de karşısındakini etkiler, tabiî ki karşıdaki de samimî olarak kulak veriyorsa! Bu konunun bazı örneklerini Risale-i Nurlardan dinleyelim:

“İlm-i kelam vasıtasıyla kazanılan mârifet-i İlahiye, mârifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan’ın tarzında olduğu vakit, hem mârifet-i tâmmeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki, inşallah Risale-i Nurun bütün eczaları, o Kur’ân-ı Mucizu’l-Beyan’ın cadde-i nuranisinde birer elektrik lambası hizmetini görüyorlar.”49

“Yazılan Sözler tasavvur değil tasdiktir; teslim değil imandır, mârifet değil şehadettir, şuhuddur, taklit değil tahkiktir; iltizam değil iz’andır, tasavvuf değil hakikattir; dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır.”50

“Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan, dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumî ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun bâhusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeâirler kırılmasiyle, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi Kur’ân’ın i’caziyle, o geniş yaralarını, Kur’ân’ın ve imanın ilaçları ile tedavi etmeye çalışıyor.”51

5. Tebliğ ilmi, diğer bütün ilimlerin içine nüfuz ederek onları niteleyen ve böylece aydın ilim düzeyine ulaştıran bilgidir. Bu sonucumuz da şunu gösteriyor ki, her Müslüman âlimin bir ilmi, ya doğrudan Kur’ân’dan kendisi veya onu çıkaran bir âlimden ders alarak elde edip ilmine vahyî yönü kazandırması onun ilminin bir gereğidir. Bunun çarpıcı bir örneğini göstermek için vahyî bilginin, felsefî bilgiye nasıl nüfuz ettirilerek nuranî (aydın) bilgi düzeyine çıkarıldığını Risale-i Nur’dan bir örnekle açıklamaya çalışalım:

“Ey dünyaperest insan! Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir. Fakat, o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için birbiri içinde in’ikâs edip göz görünceye kadar genişliyor. Kabir gibi dar iken, bir şehir kadar geniş görünür. Çünkü o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi mâdum ve gayr-ı mevcud oldukları halde, birbiri içinde in’ikâs edip gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açarlar. Hakikat hayale karışır, mâdum bir dünyayı mevcud zanne-dersin. Nasıl bir hat, sür’at-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-ı vücûdu ince bir hat olduğu gibi; senin de dünyan hakikatçe dar, fakat senin gaflet ve vehm-ü hayalinle duvarları çok genişlemiş. O dar dünyada, bir musîbetin tahrikiyle kımıldansan, başını çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır. O vakit görürsün ki, o geniş dünyan kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer, hayatın çaydan daha sür’atli akar.

“Madem dünya hayatı ve cismani yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalp ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, mârifetullah ve vahdaniyet sırlarını ifade eden “Lâilahe illallah” kelime-i kudsiyesi ile kalbi söylettirmek, ruhu işletmektir.”52

Burada varlık ve yokluk kavramlarının, zaman olgusuna uygulanması ile ortaya çıkan psikolojik bir yanılgıya işaret edilmekte ve bu yanılgının insanı ne türlü felâketlere sürükleyeceği vahiy ilmi açısından gayet etkileyici bir şekilde işlenmektedir. Dolayısıyla hem felsefe, hem de psikoloji, tebliğ yolunda istihdam edilmiştir. Şayet burada asıl gaye, felsefe veya psikoloji olsaydı, o zaman varlık ve yokluk kavramlarının mahiyeti felsefî açıdan incelenecek ve psikolojik yanılgıların nasıl meydana geldikleri, belki de deneysel ve gözlemsel yollarla açıklanacaktı. Halbuki bu konuları pek fazla mesele yapmadan, İslâm’ın hayata aksetmesi için gerekli tebliğ ilminin açıklanmasına geçilmiştir. O halde tebliğ ilminin amacı, ilimlerin birbirinden kopuk ve ilişkisiz kalmasını, özellikle de vahiyle ilişkilerinin kopmasını önlemektir. İşte Risale-i Nurların özellikle asrımızda yapmak istediği budur. Zira, bu hakikate göre, insanın mânevî ve kalbî yönünü aydınlatan tebliğ ilmidir; aklî yönünü aydınlatan ise, kevniyat ilimleridir (Bediüzzaman bunlardan birincisine “ulûm-u diniye”, ikincisine de “fünûn-u medeniye” olarak işaret etmektedir). Her ikisinin imtizaciyle hakikat tecelli eder; ayrıldıkları zaman, biri doğar.53

6. Ulaştığımız sonuç gösteriyor ki, tebliğ ilmi, diğer bütün ilimlerdeki bilgiyi kendi gayesi ve hedefi doğrultusunda kullanır. Fakat bu kevniyat ilimleri dedi-ğimiz ilimler tarzında o konularla ilgilenmez. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Bediüzzaman; “Kur’ân’ın vazife-i asliyesi, daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir.”54 demektedir. O halde ilmini ders veren Kur’ân gibi, aynı amaç yönünde hareket eden eserler de bu aslî gaye için diğer ilimlerden bahsedeceklerdir, fakat bu ilimlerin konularının ayrıntılarına girmeyeceklerdir.

7. Amacı hidayet olduğu için tebliğ ilmi, genellikle hiç ayırım yapmadan her tabakadan insanı hedef alır. Bu yüzden, en basit konudan en derin konulara kadar, en basit anlatma şeklinden en dakik ve ilmî usûllere kadar her türlü mevzu ve vasıtayı kullanır. Böylece her kesimden insan, kabiliyeti ve kendi gayreti nisbetinde ondan istifade eder. Ancak âlim bir zatla, ümmî bir kimsenin istifadeleri, elbetteki farklılık arzedecektir.

“Bundan kırk-elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah ile bir muhaveremi hikâye ediyorum: O merhum kardeşim, evliya-i azîmeden olan Hazret-i Ziyaeddin’in (k.s.) has müridi idi. Ehl-i tarikatça, mürşidinin hakkında müfritane muhabbet ve hüsn-ü zan etse de makbul gördükleri için o merhum kardeşim dedi ki: ‘Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u âzam gibi herşeye ıttılaı var.’ Beni onunla rabtetmek için çok hârika makamlarını beyan etti. Ben de o kardeşime dedim ki: ‘Sen mübalağa ediyorsun. Ben onu görsem, çok meselelerde ilzam edebilirim. Hem sen, benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünkü kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u âzam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin’i seversin; yani o ünvan ile bağlısın... Eğer perde-i gayb açılsa ve hakikati görünse, senin muhabbetin ya zâil olur, veyahut dörtte birisine iner. Fakat ben o zât-ı mübareki senin gibi pek ciddî severim, takdir ederim. Çünkü Sünnet-i Seniyye dairesinde, hakikat mesleğinde ehl-i imana hâlis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsi makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek; muhabbette noksan olmak, bilakis daha ziyade hürmet ve takdir ile bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin’i, sen de hayali bir Ziyaeddin’i seversin.’ Benim o kardeşim insaflı ve müdakkik bir âlim olduğu için benim nokta-i nazarımı kabul edip takdir etti. Ey Risale-i Nur’un kıymettar talebeleri ve benden daha bahtiyar ve fedakâr kardeşlerim! Şahsiyetim itibariyle sizin ziyade hüsn-ü zannınız belki size zarar vermez. Fakat sizin gibi hakikatbîn zatlar vazifeye, hizmete bakıp o noktadan bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusurlu mahiyetim, benden kaçmanıza bir vesile our. Sizi kardeş-liğimden kaçırmamak, pişman etmemek için şahsiyetime karşı haddimin pek fevkinde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız. Ben size nisbeten kardeşim, mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım. Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkârane dua ve himmetlerinize muhtacım. Benden himmet bekle-meniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var. Cenab-ı Hakkın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsi ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymetdar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette, taksimü’l-mesâi kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanü-dümüzden hâsıl olan bir şahs-ı mânevinin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irsadı bize kâfidir.”55

Sonuç

Bu açıklamalarımızdan anlaşılacağı üzere, tebliğ ilmi İslâm’ın hayata yansımasında temel teşkil etmektedir. Risale-i Nurların bu tür bir ilme ait olması gerektiğini işlememiz aynı zamanda böyle bir ilmin varlığının delilidir. Bu açıdan bu ilmin varlığını, ayrıntılı ele almayı burada gerekli görmedim. Ayrıca Risale-i Nurlara ilaveten, geşmiş İslâm tarihinde bu tür ilim sınıfına giren eserler vardır. Bıınlara en uygun örnek, Ebu Tâlib el-Mekkî’nin Kût ul-Kulûb’u ve Gazalî’nin İhya’sıdır.

İşte, bu hakikat gözönünde tutulursa, Risale-i Nurların mâhiyeti daha iyi anlaşılacağı gibi, bu eserler hakkındaki birçok yersiz tartışmalar da ortadan kalkacaktır. Şunu da unutmayalım ki, Bediüzzaman da diğer İslâm mücahidleri gibi, İslâm’ın hayata yansıması için mücadele vermiş ve bu amaç için bu eserleri, yine Müslüman bir âlimin görev anlayışı içerisinde telif etmiştir. Ona yapılacak itirazların, aynı anlayış içerisinde yapılması, sadece ilmin bir gereği değil, aynı zamanda bizzat İslâm’ın bir âlimde aradığı aydın ilim özelliğidir.

Dipnotlar

1. Bkz. Alparslan Açıkgenç, Bilgi Felsefesi, İnsan Yayınları, İstanbul 1992.

2. Daha geniş açıklama için yine yukarıda adı geçen çalışmamıza başvurulabilir.

3. 35/Fâtır, 28.

4. 39/Zümer, 9.

5. 20/Tâhâ, 114).

6. Meselâ bkz. 3/Âl-i İmrân,18; 4/Nisâ,157; 6/En’âm,119, 140-144; 16/Nahl, 25; 31/Lokman, 20; vs.

7. Buhari, Kitabu’l-ilm, 71, 72.

8. Kitabu’l-ilm, 86.

9. Ebu Dâvud, “İlm”, 1; Tirmizî, “İlm”, 19; Neseî, “Tahâre”, 112; İbn Mâce, “Mukaddime”, l7; Ahmed İbn Hanbel, IV, 239, 241; V, 196.

10. Müslim, “El-Vasiyye”, 1631; Buhari, el-Edebu’l-Müfred.

11. Ali el-Muttaki el-Hindi. Kenzu’l-Ümmâl, Beyrut, 1985, X, I4; 28714-5. El Hatîbu’l-Bağdadî bu hadisin uydurma olduğunu belirtir; bkz. Tarihu’l-Bağdadî, II, 193. İbn el-Cevzi’de aynı görüştedir; bkz. el-İlelu’l-Mütenahiye, Faysalâbad, Pakistan, İdaretü’l-Ulumi’1-Eseriyye, 1981, I, 71, 72. Bu konuda bir çok hadislerin uydurma olduğu söylenmektedir. Buna rağmen bizce, bunlar hadis olmasa bile Peygamberimizin, o zaman aşıladığı bilgi zihniyetini yansıttıkları için Müslümanlar tarafından kolaylıkla benimsenmişlerdi. Bu bakımdan bilgiyi, önemine binaen yücelten bir hadis, uydurma bile olsa, o zaman için Müslümanların bilgiye verdiği önemi yansıtacaktır. O halde bu tür bahisler bile bilginin, İslâmî çerçevedeki önemini göstermek için zikredilebilir.

12. Meselâ bkz. Franz Rosenthal, Knowledge Triumphan: The Concept of Knowledge in Medieval Islam, Leiden: E. J. Brill, 1970, 20. Yukarıda, Buharî dışındaki diğer hadis kitaplarının “Kitabu’l-İlm” bölümlerinin taramasında bu kitaptan yararlandım.

13. İbn Mace, “Mukaddime”, 17, 224; I, 81 (Mısır, 1952). Diğer rivayetler için bkz. Kenzu’l-Ümmal, X, 131; 28651-29654.

14. 2/Bakara, 120.

15. 3/Al-i İmrân, 61.

16. 13/Ra’d, 37.

17. 11/Hûd, 14.

18. 27/Neml, 15.

19. 7/A’râf, 52.

20. Meselâ bkz. 11/Hûd, 14; 19/Meryem, 43; 27/Neml, 40; 6/En’âm, 143.

21. Buhari, “Kitabu’l-İlm”, 64.

22. 2/Bakara, 26.

23. 30/Rum, 29.

24. 31/Lokman, 20.

25. 2/Bakara, 151.

26. Sözler, Envar Neşriyat, İstanbul 1991, Lemaat, s. 705.

27. Münazarât, Sözler Yayınevi, İstanbul 1977, s. 72.

28. 6/En’âm,119.

29. 6/En’âm, 140.

30. 6/En’âm,144.

31. 46/Ahkâf, 23.

32. 6/En’âm,111.

33. 25/Furkan, 63.

34. Sözler, s. 262, 263.

35. a.g.e., 263.

36. a.g.e., 132.

37. İbn Mâce, “Mukaddime”, 17, 224; I, 81 (Mısır, 1952). Diğer rivayetler için bkz. Kenzu’l-Ümmal, X, 131; 28651-28654.

38. Muslim, “Kitabu’z-Zikr”, 73; Ebu Davud, “Vitr”, 32; Tirmizî, “Daavât”, 68; Nesaî, “İstiaze”, 13, 18, 2l, 64; İbn Mâce, “Mukaddime”, 23; “Duâ”, 2, 3; Ahmed İbn Hanbel, II, 168, l98, 340, 365, 451; III,192, 255, 283; IV, 371, 381.

39. Kenzu’l-Ummal, X,196; 29034.

40. Sözler, s. 593.

41. Nitekim Risale-i Nurların kelamî ilimden farklı oluşu şöyle dile getirilmektedir: “İlm-i kelam vasıtasıyla kazanılan marifet-i ilahiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam veriyor. Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan’ın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tammeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki, inşaallah Risale-i Nur’un bütün eczaları, o Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan’ın cadde-i nuranisinde birer elektrik lambası hizmetini görüyorlar.” Mektubat, Envar Neşriyat, İstanbul 1991, s. 330.

42. Sözler, 265.

43. Davam içerisinden alıntı, Rahmi Erdem, Timaş Yayınları, İstanbul 1993, s. 94, 95.

44. Mektubat, s. 355, 356.

45. a.g.e., s. 369.

46. a.g.e., s. 375.

47. a.g.e., s. 376, 377.

48. Kastamonu Lahikası, Envar Neşriyat, İstanbul 1990, s. 11, 12.

49. Mektubat, s. 330.

50. a.g.e., s. 376.

51. Kastamonu Lahikası, s. 30.

52. Lem’alar, Envar Neşriyat, İstanbul 1990, s. 136, 137.

53. Münazarat, s. 72.

54. Bkz. 13. dipnot.

55. Kastamonu Lahikası, s. 88, 89.

Yukarı